Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        PORTOFİNO’da yaşayan bir arkadaşım var.

        Bilir misiniz Portofino’yu bilmem. Avuç içi kadar bir kasabadır. Büyük ihtimalle 500 yıldır pek değişmemiştir. Yeni hiçbir şey yoktur, minicik limanındaki tekneler hariç.

        Doğru düzgün caddesi bile yoktur.

        Yarısı çok pahalıdır, diğer yarısı çok ucuz.

        Çünkü bir tarafı güneş görür, pahalıdır.

        Diğer tarafı güneş görmez, ucuzdur.

        Çok şirin, çok güzel minicik bir kasabadır.

        Arkadaşım da burada yaşar.

        Daha doğrusu genelde burada yaşar.

        Kasabada güzel bir evi, Portofino marinasında küçük bir teknesi vardır. Bir Boston Whaler’ı. Ayda birkaç yüz Euro karşılığı teknesine bakan bir adam vardır. Tıknaz, göbekli, hep neşeli, orta yaşın üzerinde bir İtalyan.

        Sadece onun teknesine değil, marinada demirli birkaç tekneye daha bakar aynı adam.

        Topladığı bir-iki bin Euro ile geçinir.

        Adamın karısı da arkadaşımın eşine yardım eder ev işlerinde. Hemen her gün gelir, bir saat kalır. Temizlik, ütü işlerini yapar. Gider.

        Arkadaşımın teknesine bakan bu adam birkaç yıl önce seçime girdi.

        Portofino Belediye Başkanlığı seçimlerine.

        Seçildi de. Portofino Belediye Başkanı oldu.

        Arkadaşım o gün bugündür çok havalı.

        Çünkü teknesine Portofino Belediye Başkanı bakıyor, eşinin evdeki yardımcısı ise Portofino Belediye Başkanı’nın eşi. Yanlış anlamadınız.

        Bizim tatlı, sempatik, tıknaz İtalyan, belediye başkanı oldu ama marinadaki işini asla bırakmadı. Günün bir bölümünde belediyenin işleriyle ilgileniyor, törenlerde, bayramlarda boynuna renkli atkısını takıp halkı selamlıyor.

        Geri kalan zamanında ise teknelerle ilgilenmeyi sürdürüyor. Karısı da öyle. Hâlâ arkadaşımın evindeki işini sürdürüyor.

        Ne eskisinden daha zengin, ne eskisinden daha fakir. Ne de daha havalı. Havalı olan benim arkadaş. Havalı olan demokrasi...

        Dogville'in Jim Carrey'si

        ERTUĞRUL Özkök'ün Ahmet Kaya'nın

        mezarına gerçekleştirdiği ziyaret epey bir dile düştü.

        Yazmayan kalmadı.

        Tabii çoğunluğu aleyhte.

        Bizim Rahşan bile dayanamadı ve sordu, "Senin iPod'unda vicdan var mı?" diye.

        Ertuğrul Özkök'ü tanımayanlar yazdı genelde bunları.

        Ne suçlayanı tanıyordu onu, ne savunanı.

        Doğrusunu isterseniz, ben de Özkök'ü Kaya'nın mezarı başında üzgün bir ifadeyle gösteren fotoğrafları görünce hafiften bir içim kalktı.

        Elbette bir insan pişmanlık, üzüntü, vicdan tamiratı gibi nedenlerle bir ölüyü bile ziyaret etmek, bir ölüden bile bilerek veya bilmeyerek verdiği zarar için özür dilemek isteyebilir.

        Bunda hiçbir mahzur, hiçbir ayıp yoktur.

        Ama bu özrü, bu vicdan muhasebesini bile fotoğraflaştırıp gazete sütunlarında yayınlatmak garip bir ruh halidir.

        Benim kitabımda pek makbul bir davranış biçimi değildir.

        Ama Ertuğrul Özkök'ü tanımadığınız zaman bu konuda yazacağınız, söyleyeceğiniz herhangi bir şeyin onu etkilemeyeceğini, umurunda olmayacağını da bilemezsiniz.

        Çünkü Ertuğrul Özkök, kendisinden başka hiçbir şeyi önemsemez.

        Dahasını söyleyeyim mi?

        Çünkü Ertuğrul Özkök, kendisinden başka hiçbir şeye gerçekten değer vermez.

        Daha dahasını söylemek gerekirse, Ertuğrul Özkök kendisinden başka hiçbir şeyi gerçek anlamda sevmez.

        Sever ama sevmez. Sevdiğini zanneder ama sevemez.

        Zannedilenin aksine hiç kötü bir insan değildir. Hatta çok çok iyi biridir.

        Ama yukarıda söylediğim şeyi baştan kabul ederseniz.

        Onun için değerli insanlar, onun kendisini daha fazla sevmesine neden oluyorsa değerlidir.

        Çok iyi bir arkadaştır ama asla iyi bir dost değildir. Ahmet Kaya'nın mezarı başında çektirdiği bana göre "utanç fotoğraflarına" dönersek.

        Ertuğrul Özkök için bunların utanılacak bir tarafı yoktur. Yanlış da değildir.

        Çünkü o 40'lı yaşlarında başladığı gazetecilikte bir tür "Jim Carrey"dir.

        Kendisini daha çok sevmesine vesile olan bu mesleği sevmiştir o.

        O kadar sevmiştir ki, hayatı o olmuştur.

        Her şey gazete içindir, her şey gazete üzerinde yaşanmalıdır.

        O buna sitcom demiştir ve başrol oyuncusu da kendisidir.

        Beraber çalıştığımız dönemlerde yüzümü asık gördüğünde "Neyin var" diye sorduğu zaman yanıt vermezdim.

        Çünkü yanıtta bir haber değeri görse, onu bile gazete sütunlarına taşımaktan çekinmeyecek kadar sitcom yazarıdır.

        Bu yüzden Ahmet Kaya'nın mezarı başında günah çıkarıyor veya vicdan muhasebesi yapıyor olması da gazete sütunlarına yansımalıdır. Bazıları kızsa da, bazıları beğense de.

        Dedim ya, o hayatı gazete sütunlarında, fotoğraflarında yaşayan bir Jim Carrey'dir.

        Ama öyle görünüyor ki, tüm bunların sonunda Dogville'deki Nicole Kidman gibi olmaya da namzettir.

        Tebeşirle çizilmiş bir kentte.

        Yalnız başına oynayarak.

        NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

        Hayatımıza dokunmayan insanlara kızmanın hayalımıza yük olduğunu anladığımız zaman.

        Diğer Yazılar