Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        BU yazıyı okuyunca belki şaşıracaksınız. “Yahu Fatih böyle yazılar yazmazdı, nereden çıktı?” diyeceksiniz. Haklısınız ben böyle şeyler yazmam. Bugün yazacağım tuttu. Niye yazacağım tuttu biliyor musunuz, bizdeki genç sanatçılara, şöhretlere haksızlık yaptığımızı düşündüğüm için yazacağım tuttu. Uzaktan gördüğümüz şeylerin göründüğü kadar parlak olmadığını bilmemiz gerektiği için yazdım. Geçen yıl Oscar gününde bir arkadaşım Los Angeles’a davet etti. Hiç sevmem Los Angeles’ı ama sıkılmış, bunalmış bir haldeydim. “Haydi gidelim” dedim ve eşimle beraber Los Angeles’a uçtuk. Oscar töreni yapılan partilerden birine davetliydik. Parti öyle olağanüstü bir şey değildi doğrusu. Bahsetmeye bile değmez.

        Ertesi gün öğlen yemeğine gittik. Bizi çağıran arkadaşım Sylvester Stallone ve Hollywood’un en ünlü yapımcılarından birini de çağırmış. Bende bir heyecan. Gençliğimin en sevdiğim kahramanlarını canlandırmış Stallone ile aynı masadayız. Adam bir yemek boyunca sadece bir şeyden bahsetti. “Para para para.” Hiç sevmem paradan söz eden erkekleri. Sonunda dayanamadım “Sürekli paradan söz ettin. En önemli şey bu mu senin için?” dedim. “Los Angeles’ta yaşıyorsan evet” dedi. Yemeğin sonunu zor getirdim. Ertesi akşam Hollywood’un en havalı lokantasına gideceğiz. Arkadaşım geldi bizi otelden aldı. “Bir arkadaşıma uğramamız lazım. Sorun olmaz değil mi?” dedi. Hollywood’un nispeten kötü mahallelerinden birine girdik. “Burada arkadaşın mı var?” dedim. “Var hem de çok iyi bir kız” dedi. Bir evin önünde durduk. Üç katlı, boyası bozulmuş bir ev. Evin karşısında belki 50 gazeteci kamp kurmuş. İçeri girdik. Sarışın, incecik, gariban bir kız salonda oturuyor. Kızı gözüm ısırıyor ama çıkaramıyorum. Arkadaşım tanıştırdı. Lindsay Lohan‘mış. Nasıl gariban anlatamam. Tırnaklarını yemiş. Elleri sanki her gün bulaşık yıkıyormuş gibi. Her tarafında yaralar bereler. Sürekli sızlanıyor, arada ağlıyor. 10 bin dolar kredi kartı ödemesi varmış. Yapamamış, banka tüm kredileri kesmiş ve dava açmış. Sonra anne babası çıktı geldi yanımıza. Onlar da keyifsizlerdi. Ama kızlarının durumuna üzülen bir ana babadan çok para basma makineleri bozulmuş bir yatırımcı gibi davranıyorlardı. Onu da gideceğimiz yemeğe davet ettik. Giyindi, süslendi. Biraz toparlandı ama babası izin vermedi. “Çıkamazsın. Yasak bilmiyor musun” dedi. Başladı ağlamaya. Kapıda bana doğru eğilip “Türkiye’ye gelsem iş yapar mıyım?” diye sordu. Ne diyeceğimi bilemedim. “Geçer bunlar. Burada da çok iş yaparsın sen” dedim. Çıktık.

        Lokanta kulüp karışımı bir yere gittik. Davet sahibemiz Nikki diye bir kadın. 60’larını geçmiş. Hollywood’un parti kraliçesi. En havalı partileri o düzenlermiş. Genişçe bir masada oturuyoruz. İlk gelenler biziz. Nikki başladı sızlanmaya. Hollywood’da kimse kimseyi sevmezmiş. Herkes herkesi kullanırmış. Şöhret arttıkça zavallılık düzeyi artarmış. En zengin görünenin bile parası yokmuş. Her şey yalanmış. Bu yalanlardan bıkmış. “Memleketinin kıymetini bil. Türkiye çok güzel” dedi. “Nereden biliyorsun?” diye sordum. Ahmet Ertegün‘ün yakın dostuymuş. “Evini her yaz birkaç hafta bana verir. Hemen her yıl giderim” dedi. Sonra masa, istasyona döndü. Gelen gidenin hesabı yok.

        Billy Ray Cyrus geldi. Kızı Miley Cyrus‘la. Kızın gözünde siyah gözlükler. Biraz oturdu arkadaşlarının yanına gitti. Babası üzgün. “Ne oldu?” diye sorduk. “Sürekli ağlıyor. Sürekli kavga ediyor. Çocuk dizilerinde oynamak istemiyor. Büyüdüğünü düşünüyor. Büyük filmlerde oynamak istiyor ama büyükler de onu tanımıyor ve en azından şimdilik kabul etmiyor. Eski hayranlarını kaybetti. Yenilerine ulaşamadı. Kendine bir şey yapacak diye korkuyorum” diye özetledi durumu. Bir ara uzaylı gibi bir kız geldi yanıma oturdu. Başladı anlatmaya. Saçma sapan konuşuyor. Tutuklanmış. Yeni çıkmış. Ailesinden nefret ediyormuş. Sanırsın kırk yılık dostum, sırdaşım. Kelly Osbourne‘muş. Saçının yarısı başka diğer yarısı başka renk. Her tırnağında başka renk bir oje. Şaşkın şaşkın bakıp pek bir şey söylemeyince “Beni kimse sevmiyor. Sen tanımadığın için seversin zannettim ama sen de sevmedin. En iyisi ölmek” dedi kalktı. “Bu kız kendine bir şey yapmasın” dedim panikle. Masadakiler güldü, “O kız onu bile yapamaz” diyerek. Hollywood’da kimi tanıyorsanız yarısı o gece geldi bizim masaya. Biraz oturdu gitti. Masaya oturuncaya kadar hepsi patlak egolu starlar. Biraz konuşunca hepsi mutsuz, hepsi keyifsiz, hepsi gelecek korkulu, kaygılı. Gecenin sonunda Nikki “Ne diyorsun?” dedi. “Şaşırdım” dedim. “Hiç şaşırma” dedi. “Bunları herkes bir bok zanneder. Hepsi zavallıdır. Geçmişlerinden korkarlar. Gelecekten korkarlar. Yaşlanmaktan korkarlar, Parasızlıktan korkarlar. Bu hayatı sevmezler ama bu hayatı kaybetmekten korkarlar. Tanınmaktan korkarlar ama tanınmamaktan daha çok korkarlar. Birbirlerinden korkarlar. Sevgililerinden korkarlar. Ailelerinden korkarlar. Yapımcılardan korkarlar. Telefonları çalınca korkarlar. Telefonları yarım saat çalmasın korkarlar. Her şeyleri var gibi görünür ama hiçbir şeyleri yoktur. Hepsi zavallıdır bunların.” Çıkmadan evvel yanıma yaşlı bir zenci geldi. “Merhaba Türk” dedi. O gece gördüğüm en sahici adamdı. “Bu gece gördüğüm tek mutlu adam sensin” dedim. “Öyleyimdir” dedi. Dünyayı dolaşıp fakir çocuklara basketbol oynama olanakları sağlıyor, finansör bulup basketbol okulları açıyor, yetenekli olanları Amerika’ya getirip basketbol kamplarına yazdırıyormuş. “Para için yapmıyorum. O çocukları kötülüklerden kurtarmak için yapıyorum” dedi. “Davet edersen Türkiye’ye de gelirim” dedi. Gidince “Kim bu?” diye sordum. Kobe Bryant‘ın babasıymış. Bir tek onu sevdim. Hollywood’da.

        Marjinalleşen ben miyim acaba?

        SABAH gazeteleri aldım önüme. Başladım okumaya. Hürriyet’e gelince önce Yılmaz Özdil‘e bir baktım, sonra Ahmet Hakan‘ın sayfasını açtım. Her zaman yaptığım gibi başladım Ahmet‘in yazılarını okumaya. Hürriyet’in Leyla Zana ile yaptığı röportaj üzerinden Hürriyet’i eleştiren gazetecilere, özellikle de adını vermediği bir gazeteciye çatıyordu Ahmet Hakan. “Hürriyet’ten ayrıldıktan sonra marjinalleşen” diye tanıtıyordu gazeteciyi. Kıskançlıkla, haset etmekle ve kötücül olmakla suçluyordu. Okudum geçtim. Sonra bir gazeteci arkadaşım aradı. “Ahmet Hakan sana çok kötü geçirmiş” demek için. “Okudum ama bana geçirdiğini anlamadım. Acaba salak mıyım” dedim. “Ooo, bütün medya siteleri manşet yapmış. Ahmet Hakan’dan Fatih Altaylı’ya ağır yanıt” diye. Şaşırdım. Medya sitelerine göz attım. Gerçekten öyle yazmışlardı. Ahmet Hakan beni benzetmişti onlara göre. “Allah Allah. Ya ben salağım anlamadım ya bu medya sitelerinin editörlerinde bir sorun var” dedim. Benim yazımda bir kıskançlık değil, bir takdir vardı. Evet röportajın veriliş nedeni üzerine bir analizim vardı, ama Hürriyet’i suçlamıyordum. Hatta tam aksine Enis Berberoğlu‘na “Sakın yanlış anlama” diyordum. Dahası kıskançlık ya da haset denen duyguya sahip bile değilim. Hayatımda kimseyi kıskanmadım. Hele mesleki olarak. İmrenirim bazen ama kıskanmam. Marjinalleşme ise beni hiç tarif etmiyor. Hele hele Hürriyet’ten ayrıldıktan sonra marjinalleşme hiç. Hürriyet’teyken marjinaldim belki de. Sonunda dayanamadım.

        Açtım Ahmet Hakan‘a telefon. “Ahmet bu marjinalleşen ben miyim?” diye. Şaşırdı. “Ne marjinalleşmesi abi?” dedi. “Bugünkü yazındaki marjinalleşen ve kötücül ve haset olan” dedim. “Yok ya, ne alakası var” dedi ve yazıda sözünü ettiği “Hürriyet’ten ayrıldıktan sonra marjinalleşen” kişinin adını verdi. “Hürriyet’in logosunu değiştirmesi gerektiğine kadar işi vardırmış. Bu röportajı yaptığı için Hürriyet’i suçlamış. Onu kastettim. O yazıdan seni çıkarmak için bayağı bir uğraşmak gerek” dedi. “Ben de çıkaramadım ama herkes beni çıkarmış” dedim. “Yok abi, senin yazı gayet doğru bir analizdi ve içinde yeni haber unsurları da içeriyordu. Bu yazıyı yazarken aklımın ucundan bile geçmedin” dedi. Kapattım ve üzüldüm. Hem medya sitelerinin editörleri için, hem de Ahmet Hakan‘ın kastettiği yazar için. Belli ki kimse okumamıştı; Ahmet‘in yazısının ona yönelik olabileceği kimsenin aklına gelmemişti. Ve medya sitelerinin editörleri de dünyadan habersiz, sözde eleştirisini yaptıkları medyayı bile takip etmeden ve okuduklarını anlamadan önyargıyla haber ve yorum yapıyorlardı. Hakikaten üzüldüm.

        Diğer Yazılar