Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        GAZETEDE yazıyorum, televizyona çıkıp söylüyorum.

        Diyorum ki: “Kürtlerden niye bu kadar korkuyoruz? Bu durum Türkiye’ye bir tehlike değil, bir fırsat olabilir. Bunu fırsata dönüştürmek Türkiye’nin elinde, ama önce özgürlükler genişletilmeli. Yeni Anayasa yazılırken, devletin yapısı dahil her şey yeniden cesaretle tarif edilmeli. Yeniden yapılandırılmalı. Böyle yapılırsa Kürt meselesi Türkiye için tehdit değil, fırsattır.”

        Diyorlar ki: “Ne demek istiyorsun? Karnından konuşma.”

        Peki madem öyle karnımdan konuşmayayım, açık açık yazayım.

        2002 seçimleri öncesiydi.

        AK Parti henüz iktidarda değildi. Genel Başkan Yardımcısı ve Başbakan adayı Abdullah Gül’le Teke Tek’te konuşuyorduk.

        Abdullah Gül, o güne kadar hiçbir Türk siyasetçinin söylemediği bir şeyi söyledi.

        Çok doğru bir şeyi.

        “Kuzey Irak’taki Kürtler bizim düşmanımız, hasmımız değildir. Tam aksine vatandaşlarımızın akrabalarıdır.”

        Çok doğru olan bu cümlenin bir eksiği vardı.

        Sadece Kuzey Irak’taki değil, Suriye’deki Kürtler için de aynı durum söz konusuydu.

        Büyük bölümünün babası, dedesi sadece Osmanlı değil, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıydı. Bir bölümü Türkiye’den göçmüştü. Yine büyük bölümü doğal olmayan sınırlar nedeniyle Suriye tarafında kalmış akrabalarımızdı.

        Şimdi karnımdan konuşmadan, açık açık söylüyorum.

        Madem durum budur...

        Madem bu durum Cumhurbaşkanlığı makamında oturan kişiden de teyitlidir...

        Türkiye niye oluşan şartlara göre kendini yeniden organize edemesin?

        Türkiye açısından “üniter” kalmak mı önemlidir, yoksa “kalmak” mı?

        “Üniter” kalıp küçülmek mi yeğdir, “üniterlikten vazgeçip” büyüme ihtimalini değerlendirmek mi?

        Hatırlarsınız rahmetli Özal iki Kürt lidere, Barzani ve Talabani’ye “kırmızı pasaport” vermişti.

        Niye vermişti hiç düşündünüz mü?

        Peki sonrasında niye “Federasyonu tartışabiliriz” demişti?

        Türkiye, neden “eyalet” veya “federasyon” seçeneğini düşünmez.

        İkili, üçlü, beşli federasyon.

        Kürtler hiçbir akrabalıklarının bulunmadığı Irak ve Suriye’ye mi yakındır, yoksa Türkiye’ye mi?

        Bölgedeki tüm Kürtleri çatısı altına alacak bir yapının Türkiye’yle olması herkesin lehine değil midir?

        Sakın demeyin, “Bu adam ne diyor?” diye.

        Haritayı gözünüzün önüne getirin.

        Böyle bir durum Atatürk’ün “Misak-ı Milli” sınırlarını getirmez mi?

        Atatürk Misak-ı Milli sınırlarını çizerken, o coğrafyada Kürtlerin yaşadığını bilmiyor muydu?

        Atatürk’ün Osmanlı mirasından talep ettiği pay, iki millet için, Türkler ve Kürtler için bu değil miydi?

        Bugün bunu gerçekleştirmek için tarihi bir fırsat yok mu?

        Bence var.

        Sadece cesaret ve akıl istiyor.

        Masaya oturduk bir kere

        YUKARIDAKİ yazı kafanızı karıştırmış olabilir.

        Herkesinki karışık.

        Türkiye Cumhuriyeti, uzun süre Ortadoğu'ya sırtını dönerken bunu politik yetersizliğinden veya özgüvensizliğinden yapmadı.

        Bu bir politikaydı.

        Akılla oluşturulmuş bir politika.

        Osmanlı mirasının Ortadoğu'daki payından talebi olmadığını göstermek istiyordu.

        "Biz payımızı aldık. Gerisi bizi ilgilendirmiyor" diyordu.

        Türkiye, Ortadoğu'ya ve Ortadoğu sorunlarına sırtını dönüp Batı'ya bakarken mesajı buydu.

        Ama son dönemde Türkiye'nin bu politikası değişti.

        Yeniden Ortadoğu'ya dönünce ve oradaki meselelerin içine balıklama atlayınca kendimizi bu miras kavgasının bir parçası yaptık.

        Miras kavgasına girmenin, paylaşım masasına oturmanın riskleri vardır.

        Ya mirastan aldığınız payı büyütürsünüz ya da mirastan almış olduğunuz paydan bir bölümünü o masada bırakırsınız.

        Türkiye o masaya oturdu bir kere.

        Nasıl kalkacağını pazarlık gücü, avukatlarının becerisi belirleyecek.

        NOT: Davutoğlu, Türkiye'nin etkin dış siyasetinden bahsediyor. Ama Barzani Davutoğlu'na gelmiyor, Davutoğlu Barzani'ye gidiyor.

        Herkese yapılsa yapılan doğru

        DÖRTYOL'da milletvekili mahdumunun polisleri sigaya çekmesi rezaletinin ardından bir yazı yazdım.

        Bu utanç verici tablonun ardından o tablonun sorumlusu polis müdürünün terfi etmesini eleştiren bir yazı.

        "Asıl kötü olan budur. 'Siz bizim adamlarımızı kayırın, koruyun, kollayın. Biz de sizi kollayalım' mesajı veriliyor. Hak hukuk önemli değil artık. Bu tüm memurlara mesajdır" diye yazdım.

        Ama gazete basılmadan "O" müdürün terfisinin durdurulduğu ve Başbakan'ın talimatıyla olayın araştırıldığı haberi gelip bir de Bülent Arınç açıklama yapınca yazıyı çıkardım.

        Nitekim söz konusu milletvekili ve oğlu Ankara'ya gidip Başbakan'la görüşmek istediler. Ama görüşemediler.

        Umarım partiden de atılır o kişi.

        Şimdi gelelim meselenin aynı yazıda değindiğim bir başka yönüne.

        O bölüm hâlâ güncel.

        O fotoğrafta elinde numaralarla teşhis sırasına dizilen polislerin durumu değil vahim olan.

        Vahim durum şu: "O teşhisin sadece ve sadece bir milletvekili oğlu veya iktidar partisi gençlik kolları başkanı için yapılıyor olması."

        Vatandaşa karşı hatalı davranış içinde olan, vatandaşa kötü muamele eden, vatandaşın hakkını gasp eden, hukukunu çiğneyen her polise aynı teşhis yöntemi uygulanırsa bunun adı "demokrasi"dir, "insan hakları"dır, "hukukun üstünlüğü"dür.

        Bu yöntem sadece iktidar gücünü elinde bulunduranlar için kullanılıyorsa bunun adı rezalettir.

        Dilerim bir gün kötü muamele gören her vatandaş için aynı uygulama yapılır. Dilerim o günü, o fotoğrafı da görürüz.

        NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

        Çalıntı haber yayınlayanlar, en azından haberi kimden çaldıklarını açıkladıkları zaman.

        Diğer Yazılar