Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        İNTERNETE düşmüş, daha doğrusu düşürülmüş "illegal dinlemeler" üzerinden asla yazı yazmadığımı veya yorum yapmadığımı biliyorsunuz.

        Ta ki, bu dinlemeler yargı tarafından bir iddianamenin konusu oluncaya ya da dinlenilen kişiler "Bunlar benim sözlerim" deyinceye kadar.

        Her gün yeni yeni görüşmelerini duyup öğrendiğimiz Başbakan Erdoğan'ın bir grup yeni ses kaydını da dün ve önceki gün dinledik.

        Şaşkınlıkla, hayretle, ibretle...

        Başbakan Erdoğan çıkıp "Evet ben bu konuşmaları yaptım. Bu sözleri ben söyledim" demese bu yazıyı asla yazmazdım.

        Zaten Başbakan çıkıp "Evet bunlar bana ait konuşmalar" demese ve ardından "Ne var ki bunlarda. Bir davayı takip ediyorum. Memleketin parasını kurtarıyorum" havasında olmasa bu yazının ana fikri de oluşmayacaktı.

        Haftalar önce, Sabah ve ATV'nin satın alınmasıyla ilgili bir "havuz" oluşturulduğu iddiaları ilk ortaya çıktığında AK Partili bir tanıdıkla karşılaştık.

        Konu "havuz meselesine" geldi ve benim eleştirel yaklaşımım üzerine, "Ne var canım bunda. Bir Başbakan bir şirketin, bir medya kuruluşunun zor durumdan kurtarılması için, bir şirket kurtarma operasyonu için devreye giremez mi? Sonuç olarak ülkenin bir varlığı o şirket. Bunu kurtarmak için bir girişim yapması anormal mi?" diye benim eleştirel tavrıma yanıt verdi.

        Ben de ona şöyle dedim:

        "Mesut Yılmaz değil havuz kurdurmak, bir işadamına bir gazeteyi alması için tavsiyede bulunduğundan Yüce Divan'lık oldu. Medya kuruluşları başka şeye benzemez. Ama asıl şunu bilmeniz lazım. Evet, başbakanlar ülke açısından önemli şirketlerin kurtarılması için işadamlarının devreye girmesini isteyebilirler. Bu ancak şöyle olabilir: Kurtarılacak şirket büyük istihdam sağlıyorsa, ülkenin uluslararası bir markası ise veya büyük ekonomik güç yaratıyorsa ya da ülke açısından stratejik öneme sahip bir savunma şirketiyse elbette başbakanlar bunu yapar. Ama bunu kapalı kapılar ardında yapmaz. İşadamlarını davet eder, açıkça yapar, hatta bunu duyurarak yapar."

        Yanıt vermedi. Çünkü o hâlâ bunu normal buluyordu.

        Başbakan'ın internete düşen ve Koç Grubu'nun kazanmış olduğu MİLGEM ihalesini iptal ettirmek için bir işadamına öneride bulunması ve Doğan Grubu'nun bir davasına müdahale için Adalet Bakanı'yla yaptığı konuşmalarla ilgili, "Evet bu kayıtlar bana ait. Bunları söyledim, ne var" açıklaması da aynen böyle bir "mantalitenin" sonucudur.

        "Normal bulma, hak görme" mantalitesi.

        Başbakanlar elbette ülkenin çıkarlarını, parasını korumak zorundadırlar, ama hukuk devletlerinde bunun yolu yöntemi bellidir.

        Hukuk dışı yol ve yöntemleri "normal karşılamak" normal değildir.

        Bence konuşmaların içeriğinden daha vahim olan, bu tür konuşmaları normalleştirmek ve "hak" görmektir.

        Devleti yönetenlerin "hak görme yelpazesi" genişledikçe, hukuk devleti daralıyor demektir.

        Toplumun yarısını yok sayarak sandıktan huzur çıkaramazsınız

        AK Parti, Türkiye'yi yönetmeye başladığı günden bu yana çok sıkı bir "çoğunlukçuluk" edebiyatı yapıyor.

        2002 seçimlerinde yüzde 35'lik bir oy oranını TBMM'ye yüzde 70'lik bir temsil oranıyla taşıyıp, 2007 seçimlerinde yüzde 47 ile bir kez daha işbaşına gelerek 2011'de başarı çıtasını yüzde 49'a yükseltince bu edebiyatı çok beğendiler.

        Ve hâlâ Türk işi demokrasiyi bu edebiyatla tarifleme çabası içindeler.

        Yüzde 50 edebiyatı.

        Ama bir ülke böyle bir edebiyatla ancak bir yere kadar yönetilebilir.

        Gelişmiş demokrasilerde yüzde 20-30 oy almış bir parti bile ülkeyi sorunsuz olarak yönetebilirken, eğer demokrasi tüm kurumlarıyla gelişmemişse, değil yüzde 40, yüzde 50, yüzde 80 oy oranıyla bile bir ülkeyi "huzurlu" bir biçimde yönetemeyebilir, hatta yönetemezsiniz.

        Yargı adil değilse, "check and balance" yoksa çoğunlukçuluk bir ülkeye huzur ve düzen getirmez.

        AK Parti ve Başbakan bir kez daha "En yüksek oyu biz alırız" diyerek seçim sonrası için sinyal veriyor.

        Kendisine "legalite" çıtası olarak yüzde 50'yi koymuş ve yıllardır bunun üzerinden siyaset yapan bir parti için yüzde 45'in dahi ciddi bir başarısızlık sayılacağı gerçeğini bir kenara bıraksak bile, toplumun diğer kesimlerini dışlayan, yok sayan, hatta düşman ve hain ilan eden tutum sürdükçe sandıktan çıkacak herhangi bir sonuç ülkeye huzur getirmez.

        Değil yüzde 50, yüzde 80 bile olsa getirmez.

        Bunun en somut kanıtı, bugün BDP diye bildiğimiz siyasi gelenektir.

        "Yok sayılan, önemsenmeyen, hain ilan edilen" bir kesim yüzde 5'leri biraz aşan oy oranına sahip olmasına rağmen, legal ve illegal yöntemlerle Türkiye'de "huzursuzluk" ortamının tetikçisi olmuştur.

        Durum bu kadar açıkken, yüzde 50'yi, üstelik eğitimli, uluslararası bağlantıları olan, etkin ve zengin bir yüzde 50'yi dışlayarak, düşman ve hain ilan ederek sandıktan huzur çıkacağını ummak büyük bir yanılgıdır.

        Yarın

        DÜN yazdığım Çetin Soysal'ın 2011'deki basın toplantısıyla ilgili olarak eski İstanbul Emniyet İstihbarat Şube Müdürü Ali Fuat Yılmazer aradı.

        Yılmazer'in anlattıklarını yarın sizinle paylaşacağım.

        NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

        Hakaret içermeyen eleştirileri düşmanlık değil dostluk olarak algılayabildiğimiz zaman.

        Diğer Yazılar