Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        SON günlerde belirli bir grup, organize olduğunu düşündüğüm bir şekilde mail bombardımanına başladı.

        Haklarını yemeyeyim.

        Oldukça kibarlar.

        Gayet düzgün bir üslupla yazıyor ve kendilerince mantıklı bir soru soruyorlar.

        Kimi "Sayın Altaylı" diye başlıyor, büyük bölümü ise "Sevgili Fatih Abi" diye.

        Sonrasında ortak bir üslupla aynı şekilde devam ediyorlar.

        "17 Aralık öncesi AK Parti'yi eleştirmezdiniz. 17 Aralık'tan sonra eleştirir oldunuz. Hayırdır" diye özetlenebilecek bir "soru ve sitem" ikilisi.

        Madem bu kadar merak ediyorsunuz, o zaman yanıtlayayım.

        Birincisi, 17 Aralık'tan önce de AK Parti'yi hayli eleştirdiğim yazılarım vardır.

        Kimse eleştirmezken de eleştirdim.

        Bu nedenle Başbakan'dan kürsüden laf işitmişliğim de çoktur.

        Militan gazetecilik yapmadığım için, kimi zaman eleştirdim, kimi zaman destekledim.

        Bazen doğrularını işaret ettim, bazen yanlışlarını.

        Bazen de susmak zorunda kaldığım oldu, içim içimi yedi.

        Ama şöyle geriye doğru bütün yazılarımı bir okursanız, eleştirilerin çokluğunu da görürsünüz.

        17 Aralık sonrası eleştirilerimin dozunun arttığı da doğrudur.

        Çünkü ben "sandık devletine" değil, "hukuk devletine" inanırım.

        17 Aralık'ta Türkiye'ye bir bomba düştü.

        4 bakan ve çocukları hakkında "inanılmaz" iddialar, ama destekli iddialar ortaya atıldı.

        Böyle bir durumda benim beklentim şuydu:

        Bu ülkenin 1 numaralı yöneticisi, yani Başbakan çıkıp "Bu iddiaların doğru olmamasını temenni ediyorum, ama Türk yargısı böyle bir iddiayı ortaya atıyorsa ben bu arkadaşlarımın aklanmalarını isterim. Bu yüzden kendilerinden hemen istifalarını istiyorum. Savcılarımız bu soruşturmayı yürütürken en küçük bir rahatsızlık hissetmesinler. Bizim içimizde yanlış yapanlar varsa içimizde barınamazlar" demeliydi.

        Başbakan böyle deseydi, diyebilseydi bize eleştirecek en küçük bir unsur kalmazdı.

        Ama öyle olmadı.

        Başbakan bu isimleri otobüs tepelerinde aklamaya çalıştı.

        Yargıya ve emniyete öyle müdahaleler oldu ki, bu soruşturmaların ve sonrasındaki muhtemel yargılamaların üzerine çok net bir gölge düşürüldü.

        Diyeceksiniz ki, "Başbakan ne yapsaydı yani, emniyet ve adaletteki çeteyi yerinde mi bıraksaydı".

        İyi de, Başbakan orada bir çete olduğunu düşünüyorsa niye daha önce müdahale etmedi?

        "Bilmiyordu" diyemezsiniz.

        1 günde mi her şeyi öğrendi? Binlerce isim bir günde tespit edilip de birkaç gün içinde görevlerinden alınarak başka yerlere yollandı.

        Siz tüm olan biteni normal buluyor olabilirsiniz.

        İrade hürdür, bir şey diyemem.

        Ama benim iradem de hür.

        Üstelik daha da hür olmak istiyor.

        Kimsenin ona kilit vurmasını kabullenemem.

        Hele hele aptal yerine konmayı hiç kabullenemem.

        Sihirli formül

        PAZAR günü "Wag the Dog" diye bir yazı yazdım.

        Seçim arifesinde iktidarın Suriye'yle bir silahlı çatışma arayışı içinde olabileceğini söyleyen bir yazı.

        Yazının yayınlandığı gün Türkiye, bir Suriye uçağını vurdu.

        Yüzlerce mail ve mesajla "Kâhin misin?" diye sordu okurlar, tanıdıklar.

        Meselenin ne kâhin olmakla ilgisi var, ne de çok bilmekle.

        Sadece 12 yıllık bir iktidar sonrasında AK Parti'nin ve yönetiminin "zihinsel kodlarını" ezberlemekle ilgisi var.

        AK Parti'nin seçim öncesi eylemleri, propaganda dersi kitaplarında anlatılabilecek kadar keskin hatlara sahip.

        Her seçim öncesi mutlaka bir karşıtlık yarat.

        Bu medya olabilir, TÜSİAD gibi bir STK olabilir (bu kez bir Cemaat oldu), nefret objesi haline getirilebilecek bir büyük holding olabilir. Bunların hepsi birlikte olabilir.

        Nefret objesi haline getirip karşına aldığın grup veya grupları kendi içinde ayrıştıracak ve bölecek söylemler geliştir.

        Anket sonuçlarına bakarak bu karşıtlık cephesine yeni unsurlar ekle. Cepheleşmeyi büyüt ve keskinleştir. Oylar artıyorsa söylemi sertleştirmeye devam et.

        Yarattığın karşıt cepheyi, rakip siyasi hareketle ortaklaştır. Oluşturduğun kötüyü veya kötüleri bir siyasi partiyle özdeşleştir.

        İçeride bunu yarattıktan sonra bir yabancı düşman yarat ve onlarla bağlantılı hale getir. (Bu Avrupa Birliği olabilir, ABD olabilir, İsrail olabilir.) Milliyetçi duyguları da harekete geçir.

        Bu yabancı düşmanla çatışma ve ipleri koparma ihtimalini gündeme getir ve gündemde tut. Gerekirse ipleri kopar.

        AK Parti şimdiye kadar tüm seçimlerde bu formülü uyguladı.

        Bu kez de uyguluyor.

        Üstelik de şimdi ortada çok daha somut bir sorun olarak Suriye var.

        Sizce bu formülde Suriye'yi kullanmamak "siyasetin kimyasına" uygun düşer mi?

        Sandık başından korkuyorum

        PAZAR günü için gerçekten çok kaygılıyım.

        Sandıklarda ciddi olaylar çıkmasından, kan dökülmesinden, kavga dövüşten kaygılıyım.

        Ancak görüyorum ki, bu kaygılarım herkes tarafından paylaşılmıyor.

        Bir bakan çıkıyor ve sandıkların başında duracak temsilcilerine "savaştan" örnek veriyor.

        Uhud Savaşı'ndan, Uhud'daki okçulardan.

        Galiba İslam tarihinin en önemli sayfalarını bile okumamış olmalı ki, verdiği örnek hatalı, ama mesele o değil. Mesele bir bakanın sandık ile savaşı aynı cümlede kullanması.

        Zaten gergin olan ortamı daha da germesi.

        Elbette her parti sandığa sahip çıkacak.

        Her seçimde olması gereken bu.

        Ama bunu bir savaş gibi algılamak, bir kavga ortamı gibi "babalamak", o sandıklarda olacak her türlü felaketin sorumlusu olmaktır.

        Partiler, sandık temsilcilerine "haklarını efendi bir biçimde gözetmeyi" öğretmeli.

        Sandıkta savaşmayı değil.

        NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

        Siyaseti dizayn edenlerin de, kendisini devleti ele geçirdi zannedenlerin de her zaman yanıldığını unutmadığımız zaman.

        Diğer Yazılar