Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Necip Fazıl’ın vefatından (1983) hemen önceki döneme herhalde ‘masumiyet çağı’ dememiz gerekiyor...

        Onun değil, bizim masumiyet çağımız...

        Fikri yakınlığın siyasi bağlılıktan önde gittiği, sevgilerin bir çırpıda nefrete dönüşmediği, yol arkadaşlarının itirafçı kimliğini cebinde taşımadığı, insanların zevahire bakılarak mahkum edilmediği, bir hata yüzünden geçmişin bütününe silgi atılmadığı günlerdi o günler...

        Tek parti döneminde ‘Başımıza kulak istiyoruz’ kapaklı Büyük Doğu yüzünden çekmediği kalmamıştı Necip Fazıl’ın... DP yıllarında, vaktiyle İş Bankası’nda patronu olan Celal Bayar’la şekerrenk, ‘Efe’ diye hitap ettiği Adnan Menderes’e hayran iken, 27 Mayıs’a (1960) doğru, ona, “Ya ol, ya öl” çağrısında bulunmuştu... Adalet Partisi’nde tercihi Süleyman Demirel’e karşı Sadettin Bilgiç oldu... Partileşen Necmettin Erbakan’ın Milli Nizam’ına mesafeliyken Milli Selamet’i çıkış yolu görebilmişti... 12 Eylül (1980) öncesinde ise kendisine yeni bir melce bulmuştu: Alparslan Türkeş ve MHP...

        Çelişki mi? Evet hayatı çelişkilerle doluydu Necip Fazıl’ın, ama bizler için bunun hiçbir mahzuru yoktu. Hayatının hangi döneminde kendisiyle yollarımız kesişmiş olursa olsun, bizim için ‘Üstad’tı o. Ne o bizi kendisinin siyasi yolunu izlemediğimiz için sigaya çekmeyi düşünürdü, ne de biz onu çizgi sapmasıyla suçlama kolaycılığına saplanırdık...

        Dedim ya, onun yaşadığı dönem, bizlerin içinde yer aldığımız fikri eğilim için, tam bir ‘masumiyet çağı’ydı...

        Taha Akyol, dün, Necip Fazıl’ın Türkeş’li günlerine dair anılarını Hürriyet’teki sütununa taşıdı. 1977’de önce İstanbul’da Üstad’ın yaşadığı Erenköy’deki köşkte, daha sonra da Türkeş’in Ankara Or-An’daki evinde buluşulmuş...

        Her iki buluşmada Türkeş’in davetiyle Taha Akyol da bulunmuş...

        Üstad’ın, Türkeş’e, ısrarla “Albayım, orduda gücünüz nedir?” sorusunu yönelttiğini aktarıyor Hürriyet yazarı...

        1978 yazında uzunca bir süre kaldığım Londra’dan dönüşümü hatırladım; Exeter’de doktora çalışmalarını tamamlayan Abdullah Gül’le birlikte... Londra’daki son günümüzü Üstad’a lâyık hediye bulmaya ayırmış, sonunda cebimizde kalan bütün parayı Regent Street üzerindeki Cartier mağazasına bırakmıştık: Değerli bir çakmak ve bir kravat iğnesi için...

        Randevulu olarak birlikte Erenköy’deki köşkün kapısını çaldığımız gün yaşadıklarımızı hiç unutmadım: Köşkün bahçesinde ikramlara boğularak bekletildik... Üstad yanımıza hayli gecikmeli geldi... Hediyelerimizi görünce, eşine adıyla seslendi ve yanımıza gelen Neslihan Hanım’a, “Bak sevgililerim bana ne getirmiş” dedi sevinçle...

        Neslihan Hanım çakmağa el koydu, kravat iğnesi Üstad’a kaldı.

        Esas bundan sonrası önemli...

        Yanımıza neden gecikerek çıktığını şöyle anlattı Üstad: Albay gelmişti, o kadar heyecanlı şeyler konuştuk ki, muhabbeti kesemedim. Ordu içindeki ‘bizimkiler’ ihtilâl yapacakmış...”

        MHP’yle yakın olduğu yıllarda, Üstad, ‘İhtilâl’ adıyla bir de kitap yazmıştı. Bizler ise, yine ondan okuyarak öğrendiklerimizle, darbelere karşı olmayı sürdürdük.

        O ‘ihtilâl’ iki yıl sonra gerçekleşti. İhtilâli yapan Kenan Evren, sınıf arkadaşı Alparslan Türkeş’i, MHP davasından cezaevine tıktığı gibi, Üstad’ı da, gözlerini iyice görmez hale getiren ileri yaşına rağmen, bir yazısından dolayı aldığı cezasını çekmek üzere hapishaneye göndermeye hazırlanıyordu.

        Gönlü ile aklı, zihni ile dili ve kalemi arasındaki mesafe olağanüstü kısa biriydi Üstad; bizler de onu her haliyle seviyor, takdir ediyorduk.

        ‘Masumiyet çağımız’ ne güzeldi...

        Diğer Yazılar