Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Son günlerde hiç duymadığım kadar ‘gizli servis elemanı’ tanımlaması duyuyorum. Reina saldırganı için de kullanılıyor bu tanımlama, Trump’ın ‘seks kaseti’ iddialarının arkasındakiler için de! Ortalık ‘ajanlar’dan geçilmiyor, önüm arkam sağım solum Jason Bourne kaynıyor sanki. Dün Trump hakkında ‘rapor’ yazan eski MI6 ajanı Christopher Steele’in ‘kimliği’ deşifre olup Londra’daki evinin ışıklarını kapamadan sırra kadem bastığını okuyunca iyice John le Carre’e bağladım! O yüzden, ‘Casus romanı’ dendi mi akla gelen ilk isim olan üstat Le Carre kadar olmasa da, bugün size ‘akıllara seza’ bir ajanın hikâyesini yazayım istedim. (Ben de BBC’de okudum geçen hafta:)

        Ajanımızın adı Van Haarlem, Erwin van Haarlem!

        VATANSEVER VE ÇAPKIN

        Adamımız 23 Ağustos 1944’te Vaclav Jelinek adıyla Prag’da doğuyor. ‘Soğuk Savaş’ın en ateşli günlerinde zorunlu askerlik görevini yerine getirmek için Çek İçişleri Bakanlığı’nda göreve başlıyor. Bir gün müdürü işini savsaklayıp Almanca çalış- tığını görünce hayatı değişiyor. Disiplin cezası almayı bekleyen Vaclav, direkt Sovyetler’e çalışan Çek gizli servisi StB ile tanışıyor. Zeki, şiddete meyilli, gerçek bir vatansever, risk alabilen ve de çapkın Vaclav’da ‘tam bir casus’ potansiyeli gören StB onu eğitip ajan olarak Batı’ya göndermeye karar veriyor.

        Hemen çalışmaya başlanıyor. Vaclav için yeni bir kimlik bulunuyor.

        II. Dünya Savaşı sırasında Vaclav’dan bir gün önce doğan ve yetimhaneye bırakılan Hollandalı bir çocuğun kimliği ayarlanıyor. Ve o gün Vaclav’ın adı Erwin van Haarlem oluyor...

        BU ANNE DE NEREDEN ÇIKTI?

        ‘Hollandalı van Haarlem’, Haziran 1977’de trenle Londra’ya ayak basıyor. Park Lane’de Hilton Hotel’inin 24. katında restoranda iş buluyor. Ve Buckhingam Sarayı’nın burnunun dibindeki işyerinden sarayı gözetlemeye başlıyor. Kraliçe’nin mobilyalarına dinleme cihazı koymayı düşünüyor. Bunun hayal olduğunu hemen anlıyor. Geceleri bir radyo aracılığıyla StB’deki ‘üs’lerine bilgiler geçiyor. Bir süre her şey yolunda gidiyor. Ta ki bir gün Prag’dan gelen mesaja kadar: “Annen Prag’da Kızıl Haç’ın yardımıyla seni bulmaya çalışıyor. Onunla buluşmalısın!”

        Ekim ayında annesinden el yazısıyla bir mektup alıyor. İmza: van Haarlem, Johanna van Haarlem...

        ‘BEN SENİN OĞLUNUM!’

        StB’deki ‘üsleri’ Johanna ile oynayacağı ‘anne-oğul’ rolünün kimliğini gizlemesi açısından iyi olacağını söylüyorlar. Erwin çaresiz kabul ediyor. Kasım ayında Johanna’ya bir mektup yazıyor: “Sevgili anne...”

        ‘Anne-oğul’ 1 Ocak 1978’de Londra’nın batısında bir otelde buluşuyor.

        Johanna, 1943’te Gregor Kulig adlı mavi gözlü, Polonyalı bir Nazi’ye gönlünü kaptırdığını, tanıştıktan 4 hafta sonra adamın kendisine tecavüz ettiğini, hamile kaldığını, babasının “Sen bir günahkârsın” diye kendisini suçladığını, 1944’te Çekoslovakya’ya gittiğini, ‘Erwin’i doğurup yetimhaneye bıraktığını ve Hollanda’ya döndüğünü ve yıllar sonra şimdi onu bulmak için nasıl yola çıktığını bir çırpıda anlatıyor.

        ‘Soğukkanlı ajan Erwin’ onu dinleyip ellerini ellerine alıp gözlerinin için bakarak fısıldıyor: “Ben senin oğlunum...”

        Ve ardından akrabalarla buluşmalar, anne-oğul gezmeleri...

        Dışından ‘mükemmel’ bir evlat olan Erwin’in içinde ise fırtınalar kopuyor. ‘Sahte annesine’ her baktı- ğında ‘yabancı askerlerle yatan, faşist bir Nazi’ görüyor.

        Günler günleri, yıllar yılları kovalıyor. Bir gece yarısı Erwin ‘annesi’nden bir telefon alıyor: “Evimi satıp Londra’ya senin yanına taşınacağım. Böylece ayrı geçen yıllarımızı telafi ederiz...”

        Ve Van Haarlem Ailesi böylece Londra’da buluşuyor.

        EN KÜÇÜK PİŞMANLIK YOK

        Erwin van Haarlem, nefret ettiği bir kadına ‘anne’ diyerek yaşayıp giderken ‘casusluk’ görevlerini de eksiksiz yerine getirmeye devam ediyor tabii. Ta ki 1986’ya kadar! Önce otomobille izlendiğini fark ediyor. Sonra evine telefonunu tamire gelen işçiler vb... Şüpheli şeyler oluyor! Kasım 1987’de bir sabah komşusu Bayan Saint, Van Haarlem’in dairesinden her akşam 21.20’de radyo sinyalleri ve Mors alfabesine benzeyen sesler geldiğini polise bildiriyor.

        Nisan 1988’de Erwin van Haarlem tutuklanıyor.

        ‘Anne’ Johanna van Haarlem, tutuklamayı radyodan duyuyor. Polis kapısına geldiğinde onlanlara inanamıyor. ‘Oğlu’yla ilk karşılaştığında “Bu garip hikâye de neyin nesi? Gerçekten ajan değilsin değil mi?” diye soruyor.

        Kan testleri yapılıyor ve Vaclav Jelinek’in Johanna van Haarlem’in oğlu Erwin van Haarlem’in kimliğini çaldığı kanıtlanıyor.

        Johanna, ‘sahte oğluyla’ mahkemede göz göze geldiği anı şöyle anlatıyor: “Bana baktığında içimin acıdığını hissettim. Onda ise en küçük bir pişmanlık ifadesi, sıcaklık hiçbir şey yoktu. İçimde bir yer olanlara inanmak istemiyordu. Ama o olanca soğukluğuyla bana bakıp her şeyin bittiğini hissettirdi.”

        ANNE DE BİR CASUS MUYDU?

        Parkhurst Hasiphanesi’nde 5 yıl yatan Vaclav Jelinek ya da bizim bildiğimiz adıyla Erwin van Haarlem soğuk savaşın sona ermesinin ardından 1993’te serbest bırakıldı. Çek Cumhuriyeti’ne, Prag’a geri döndü.

        Şimdi aradan geçen 30 yıla yakın zamandan sonra ‘sahte annesi Johanna’ için bir üzüntü hissedip hissedilmediği sorulduğunda “En küçük bir üzüntü parçası dahi yok içimde” diyor. 2004’te ölen Johanna van Haarlem’in İngiliz MI5 ya da Hollanda gizli servisinin yönlendirmesiyle kendisini bulduğuna inanıyor: “O ‘bir anne’ değildi! O da bir casustu. Van Haarlem, Johanna van Haarlem...”

        Diğer Yazılar