Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        2012’den bu yana Venedik Film Festivali’nin artistik direktörlüğünü yapan Alberto Barbera ile FIPRESCI Jürisi’nde bulunduğum 33. Torino Film Festivali’nde bir araya geldik. Ülkemize Venedik ana yarışmasından yegane iki ödülü onun döneminde “Sivas” ve “Abluka”nın getirmesinin sırrı ne? Yeni stratejilerle festivali Cannes’ın seviyesine ulaştırmak kolay mı?

        65 yaşındaki Alberto Barbera, sinema yazarı geçmişi de olan bir isim. Ama daha çok 1983-1991 arasında Torino Film Festivali’nin, 1998-2001 arasında Venedik Film Festivali’nin direktörlüğünü yapması ile biliniyordu.

        Ta ki 2004’te Torino’daki dahiyane Ulusal Sinema Müzesi’nin direktörü olana ve 2012’de Venedik Film Festivali’nin başına geçene kadar... Artık uluslararası bir figür vardı karşımızda. Elbette bizi yıllardır özlemini çektiğimiz Venedik ana yarışması ödüllerine ulaştıran adamı daha yakından tanımak istiyoruz. Röportaj boyunca Barbera’nın fazlasıyla ilgili, samimi, saygılı ve konuşkan olması ise dikkatlerden kaçmıyor.

        BIRDMAN BİZİM İÇİN BİR ŞANSTI’

        Marco Müller, Rotterdam ve Locarno’daki başarılı yıllarının ardından Venedik’te de çok önemli bir noktadaydı. Sekiz sene çalıştı, adeta yenilmez bir figüre dönüştü. Onun yerine geldiğinizde tartışmalar oldu. Ama bence nokta atışı kararlarla festivali ayağa kaldırdınız. Bu süreci anlatabilir misinz?

        1989’dan itibaren dokuz yıl boyunca Torino Film Festivali’nin başındaydım. 1998’de Venedik Film Festivali’ne direktör seçildim. Berlusconi’nin başa gelmesiyle, seçimle birlikte görevden alındım. Torino’ya müzeye geldim. Ama 90’larda Marco’yla beraber çalışıp yolculuk yapıyorduk. Çin’e, Japonya’ya, Hindistan’a… Ben artistik direktör olmak için teklif aldığımda, 2012’de beni ne beklediğini biliyordum. Bir taraftan Marco sekiz yıl orada olduğu için bir itibarı vardı festivalin. Bu da beklentileri arttırdı. Birçok kişi hayal kırıklığı yaşamış olabilir. Ben de bir şeyleri değişmenin yolunu buldum. İnsanları yeni Venedik’in eskisinden daha önemli olduğuna inandırmalıydım.

        En önemlisi film marketini kurmaktı elbette…

        Film kalitesini yükseltmek için adedi de azalttım. Genelde böyle durumlarda yükseltilir… Festival direktörleri, her şeyin üzerine koymak için uğraşır. Ama bölgede lojistik sorunlar da var. Lido çok küçük, otel problemine çare bulamıyoruz. Fazla sinemamız da yok. Sonunda daha uygun, daha yüksek profilli ve kaliteli filmler izledik. Her şeyin pazarlanmasına alan açtım.. Sonrasında film marketi başlattım… Profesyoneller, alıcılar, satıcılar gelmeyi bıraktı. Toronto’ya gittikleri için problem çözülemiyordu. Festivali parayı döndüren kişiler olmadan yapamazsınız. Yavaş yavaş marketi başlattım. Biennale College’i de unutmamak lazım. İlk, ikinci filmlerini çekenlere destek veriyor bu bölüm. Mikro bütçeli filmlerin yaşamasına katkıda bulunuyor. Endüstri Venedik’e geri döndü, birçok alanda başarılı olduk. Market de 4-5 gün süren küçük bir market oldu.

        Cannes ve Berlin gibi değil.

        Doğru. Ama insanları, satıcıları dönmeye ikna ettik. Klasiklere daha çok alan açtık. Fazla gösterimle film yakalama şansını arttırdık. İlk yıl zordu, ama yavaş yavaş ‘uluslararası festival’ yakıştırması yeniden kazanıldı. Sırasıyla Oscar’a uzanan “Yerçekimi” (“Gravity”, 2013) ve Birdman’le (2014) açmak iyi oldu.

        Özellikle ikincisi dönüm noktasıydı.

        Evet. Böyle şanslı tercihler Venedik’e seçkin festival unvanını yeniden kazandırdı, Özellikle de Telluride ve Toronto’daki karşı atılım çok açıktı. Daha yiyi olduğu kesin. Son seneki festivalden aldığımız tepkiler beklediğimizden iyi. İnsanları memnun etmek zor.

        Her zaman Hollywood starlarını Venedik’e getirmek için film seçtiğiniz konusunda eleştiriliyorsunuz. Ama bu biraz işin kuralı. Getirmelisiniz. Son 10 yılda, 2006’da “Çarpışma”nın (“Crash”) zaferiyle başlayan süreçte Toronto Film Festivali’nin Oscar galibini tayin etme özelliği sizin döneminizde Venedik’e geçti.. 2014-2015 sezonunda bu unvanı onların elinden aldınız. Bu stratejinin sonucu gibiydi. Onların elinden “Birdman”i almak belki de sizin isminizi ‘Oscar’ı Venedik’e getiren artistik direktör’ olarak tarihe yazdıracak. Toronto’nun ise Telluride’a karşı yanlış stratejileri çok belirgindi. Bu sene de “Spotlight” için benzer bir durum var. Sizin festivalde dünya prömiyerini yaptı, bahislerde, tahminlerde önde gidiyor, Telluride ve Toronto’ya sonra uğradı. Venedik için Hollywood yıldızlarını ve Oscar yarışındaki filmleri almak bir gereklilik bence. Bu sene “Danimarkalı Kız” da doğru bir tercihti.

        Evet, bu tarz şeyleri iyi mi değil mi sürekli tartışabilirsiniz. Sezonun en büyük festivali olunca, Cannes, Berlin ve Toronto’nun yanında bir şeyler yapmak gerekiyor. Elbette büyük isimleri büyük kitleler için getirmelisiniz. Ama aynı zamanda araştırma için çok zaman harcıyoruz. Yarışmaya seyirci dostu olmayan filmler de alıyoruz. Mesela iki yıl önce Tsai Ming-Liang filmini seçmiştik. Radikal bir karardı.

        Venedik geleneğinde bir film hak ederse kazanıyor bence. Ya bir ustalık gösterisi, ya bir sürpriz yönetmen ya da bir Amerikan bağımsızı… Mesela bu yıl “Uzaktan” (“Desde Alla”) ve “Abluka” en iyi filmlerdi. Biri Altın Aslan, diğeri Jüri Özel Ödülü’ne ulaştı.

        Evet tabii ki.

        Mesela geçen sene “İnsanları Seyreden Güvercin” zaten ustalıklıydı. “Lübnan” (“Lebanon”), “Çevreyolu” (“SACRO Gra”), “Brokeback Dağı” (“Brokeback Mountain”), “Başka Bir Ülkede” (“Somewhere”), “Şampiyon” (“The Wrestler”), liste uzayabilir… Venedik’in ödülleri genelde Cannes’a göre daha az tartışmalı kanımca. Jürinin seçimi belirleyici oluyor.

        Evet.

        Ama belki bu yıl, “Spotlight” Şubat’ta Oscar’ı alırsa, filmi beğendiğimden söylemiyorum ama yarışmaya almadığınız için üzülebilirsiniz.

        (gülüyor) Evet. Oluyor böyle şeyler. Herkes bir şeylerle ilgili sürekli şikayet ediyor. “Birdman” Oscar kazandığında İtalyan basınında ‘Venedik’te niye ödül almadı?’ dendi. Jüri 10 kişi, onlar karar veriyor. Bir şey yapamayız. Bu yıl “Spotlight” Oscar’ı kazanırsa, niye yarışmaya alınmadı denecek. En önemlisi Venedik’te filmin dünya prömiyerini yapmak.

        Venedik’in film seçimleriyle ilgili ana problem bence Sorrentino, Moretti, Garrone gibi yüksek profilli İtalyan yönetmenlerin filmlerini alamaması. Bu isimler hep Cannes’ı seçiyor.

        İlk seçeneklerinin Cannes olması doğal. Dünyanın en önemli festivalinden bahsediyoruz. En güçlüsü, en büyüğü, en prestijlisi. Herkes oraya gitmek istiyor. Çok zor insanları ikna etmek. Cannes’da ana yarışmaya girmeyip, ödülü almayınca hata mı yaptım diyorlar. Venedik’i bekleyip daha çok mu şansım olurdu diye düşünebiliyorlar.

        Geçen sene “Aç Kalpler” çok doğru bir tercihti. Gerçek bir keşifti bu arada onu da eklemeliyim.

        Evet. Yatırım meselesi. 30 sene önce her şey çok farklıydı.

        YARIŞMADA TÜRKİYE’DEN İKİ FİLM DE OLABİLİR’

        Türk sineması tarihinde Cannes ve Berlin’de iki kere zirveyi gördü. Ama Venedik Film Festivali’nde ana yarışmaya film vermemize karşın herhangi bir ödül gelmedi. “Ayna”, “Bekçi”, “Anayurt Oteli”, “Karartma Geceleri”, “Gizli Yüz”, “Süt” sıfır çekti. Ama sizin gelmenizle birlikte bir anda 2014 ve 2015’te iki jüri özel ödülü kazandık. Elbette 2010 ve 2012’de elde edilen Geleceğin Aslanı ödülleri de önemli. Fakat bu tılsımın bozulmasının sırrı ne?

        Bunun bir sırrı yok. Türk sineması son yıllarda çok gelişti. Eskiden spesifik filmler vardı, kimi yönetmenler öne çıkıyordu. Popüler filmler marketi kontrol altına alıyordu. İşin memleketi yok. Geçen sene bence bambaşka bir yeni dalga, ekol başladı. Yavaş yavaş yapımcılar hırslı filmlere yatırım yapıyor. Vizyonuyla zamana ayak uyduranlara destek veriliyor. Genç yönetmenler evrensel olabilen filmler çekiyorlar. Nuri Bilge Ceylan ekolü dışında yetenekli yeni isimler var. Günümüzün toplumunu temsil eden şeyler üzerine yoğunlaşılıyor. Venedik’te bu ekol öne çıktı. Jüriler de genç yönetmenleri, ilginç dilleri, zeki politik söylemleri, taze çıkışları gördü. Hem günümüze uyumlu hem de uluslararası olma potansiyeli çok iyi. Popüler sinemadan da kopuk değiller. Çok fazla ilginç Türk filmi izledik. Ama bütün Türk filmlerini alamayız.

        Bir gün Altın Aslan yarışmasında iki Türk filmi görecek miyiz?

        (gülüyor) Neden olmasın. Kriterlere, alınacak kararlara bağlı. Altın Aslan yarışmasında daha fazla Türk filmine alan açmaya bir itirazımız olamaz.

        Diğer bölümlerde de Türk filmleri vardı bu sene. “Ana Yurdu”…

        Evet.

        Orhan Pamuk’un ‘Masumiyet Müzesi’ belgeseli, Yılmaz Güney’in “Umut”u ve tabii Nuri Bilge Ceylan’ın jüri üyeliği derken 2015 Türk yılı gibiydi…

        Doğru.

        Eski bir film eleştirmeni olarak güncel Türk sinemasının, Romen sineması gibi çıkış yaptığını düşünüyor musunuz?

        Türk sineması gelişiyor. Fazla özgün, yaratıcı ve güçlü tarafları olan bir sinema. Avrupa ülkelerinden farkı bu. Şaşırmadım. Çünkü nerede bir toplum kendini ifade etmek, bastırılmış duyguları dökmek istese sinema da gelişir. 90’larda İran sineması öyleydi. Çin sinemasının 80’lerdeki ekolü de… Şimdilerde de Türkiye ve Güney Amerika öyle. Venezuela, Arjantin vs…

        Romen sineması da Çavuşesku’nun devrilmesiyle atılım yaptı.

        Doğru, kesinlikle. Tamamen farklı unsurların bir araya gelmesi meselesi. Bunun sebebini açıklamak zor. Türkiye’nin çok hızlı değişen bir ülke olması bir gösterge. Muhafazakar ile modern insanlar arasında bir çatışma var. Bu mesele mühim. Zira bu sayede siyasi bakış bambaşka koşulların oluşmasına sebebiyet veriyor. Yönetmenler ve senarist malzeme buluyor. Siyasi atmosfer ve bu olaylarla ilişkili olmak Türk sinemasını ayağa kaldırıyor.

        ABLUKA’NIN ÖDÜL ALMASINA SEVİNDİM’

        Abluka” bu sene yarışma filmlerinin en iyilerinden miydi sizce?

        Zor bir soru. Çünkü 21 filmin tamamını ben seçtim zaten. Hepsinden de memnunum. Film net bir başarı değil. Her şeyin üstü biraz fazla kapalı kalıyor. Problemli tarafları var. Stili, formu, içeriği, dili çok ilginçti. Fazlasıyla kişisel, yeni dalgaya yakışan bir iş… Biz filmi gördüğümüzde henüz tamamlanmamıştı. Ham kurguydu. Ama çok etkilendik, hemen almak istedik. Yarışmaya girmek için yeterince güçlüydü. Jürinin de ödül vermesine sevindim. Yeni bir şey deneyen ama problemleri olan bir filmin böyle başarı yakalaması sağlıklı bence. Tanınan bir yönetmenin sıradan işine nazaran…

        Katılıyorum. Geçen sene Roy Andersson’un “İnsanları Seyreden Güvercin”i vardı. Ustalıklı bir başyapıttı. Onu geçmek zordu. “Sivas” rakip olamadı ona. “Abluka”nın bu sene önü açıktı. Sevmeyenler olsa da bence Altın Aslan’ı da hak ediyordu. Güncel Türk sineması ile güncel İtalyan sinemasını karşılaştırırsanız, nasıl bir sonuç çıkarırsınız?

        İtalya’da çoğu film ticari. Genelde kötü filmler oluyor. Lokal market için yapılıyor. Zengin edebiliyor. İyi yönetmenler var, Bellochio, Sorrentino gibi… Bana göre ilginç genç yönetmenler çıkıyor. Onları da önemsiyorum. Türkiye’den fazla farkı yok durumun. Sizde de saçma filmler üretiliyor iç piyasa için. Genç yönetmenler de özgün filmler yapıyor. Bilemiyorum hangisi iyi, hangisi kötü. Çok zor. Türk sineması en ilginç sinema Avrupa’da. Fransa ve İngiltere’yi ayrı tutarsak... Almanya ve İspanya’da böylesi jenerasyonlar bulmak zor örneğin.

        Dün direktörlüğünü yaptığınız Torino’daki Ulusal Sinema Müzesi’ni gezdim. İtalyan Yeni Gerçekçiliği sergisinin “Roma, Açık Şehir”den “Salvatore Guilano”ya uzanan resimlerle, özel belgelerle donatılması ayrı mesele. Ama genel anlamda deli işi, mükemmel ve interaktif bir sinema müzesi. İtiraf etmeliyim ki Cinecitta’nın ülkesinde böyle bir müze olmasına şaşırmadım.

        (gülüyor) Dünyada film müzesi çok fazla yok. Tipik müze mimarisi ile yaratıcı fikirleri bir araya getiriyor. Bilimsel öğelerle birlikte dolaşanları çok farklı bir yolculuğa çıkarıyor.

        Sanki Florida’daki Universal Studios veya Disneyland’i modern müze konseptiyle birleştiriyor.

        Evet evet, bir çeşit öyle bir şey. Tema parkı ile klasik müze arası. Çok farklı değil. Fazlasıyla popüler. Her sene 600.000 kişi geziyor. Yaşlısı, genci herkes geliyor. Üniversite hocaları, sinemayı sevmeyenler de ziyaret ediyor. Müzeye gelenler her şeyle, duygusal deneyimli ilgililer. Her şeyin parçası olmak istiyorlar. Aktif bir katılımı var.

        Torino’da yaşayan bir sinema insanı olarak Juventus’u destekliyor musunuz?

        Futbolla ilgim yok. Tenis oynadım, kayak yaptım.

        Diğer Yazılar