Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Kerem Akça, 73. Venedik Film Festivali’nde görücüye çıkan filmleri ele aldı.

        9 Eylül’de gösterimleri tamamlanacak Venedik yarışmasında dün “The Bad Batch” ve “Voyage of Time” sahne aldı. Pazartesi ve Salı gösterilen Stephane Brizé ve Amat Escalante farklı izler bırakırken üç İtalyan filmi tatmin etmedi. 20 filmlik yarışmadan dört eksikle kişisel favorim “Aşıklar Şehri”…

        ‘EVRİM TEORİSİ’Nİ ELE ALAN BELGESEL SIRADAN DURUYOR

        Terrence Malick’in hayatının belgeseli olarak lanse edilen “Voyage of Time”, hipnotik bir evrim belgeseli. 1982, 1988 ve 2002’de Godfrey Reggio’nun çektiği, time-lapse görüntüler konusunda arşivlik Qatsi Üçlemesi enfestir. Dünyanın bambaşka taraflarında hayatın izdüşümlerine bakarken Philip Glass’ın müzikleriyle de büyülemiştir. Ron Fricke’in öncüsü olmuştur.

        Sanki burada onun yapısıyla “Hayat Ağacı”nın (“The Tree of Life”, 2011) hipnotik eylem planı iç içe geçiyor. Sırtlanlarla hücrelerin bir araya geldiği natüralist bir ‘içsel dünya’ var gibi... Anlatıcı sesi olarak Cate Blanchett nokta atışı kelimeleri izleyip sanki bir ayine eşlik ediyor. Bu durum ‘kekeleme’ efekti yaratıyor. Müzikler ve sinematografi yönetmenin ikinci devrindeki gibi eşsiz değil.

        Hatta filmin zamanla sıradan bir doğa belgeseline meylettiği, son bölümdeki insan görüntüleri olmasa bunu da rahatlıkla karşılayabileceği muhakkak. Malick, tam ekran görüntülerle bilgisayar mamulü yapay hayvanları da içeri dahil etmiş. Ama hipnotik başyapıtı “Hayat Ağacı”nın buraya bir katkısı yok. Aksine bir ustanın ikinci dönemini kapatmaya yarıyor “Voyage of Time”. Hipnoz çabası bile ‘ikinci el’ duruyor. 45 dakikalık IMAX versiyonu belki daha etkilidir ama 90 dakikalık sinema versiyonu hedeflerine ulaşamıyor.

        ‘THE BAD BATCH’ KAÇIRILMIŞ BİR FIRSAT

        “Gece Yarısı Sokakta Tek Başına Bir Kız” (“A Girl Who Walks Home Alone at Night”, 2014) ile dikkat çeken Ana Lily Amirpour ilk İran vampir filmine imza atmıştı orada. Spagetti-western etkili bir hayalet şehirde Molla rejimini de topa tutan siyah-beyaz yapı benzersizdi. “The Bad Batch”de yönetmen daha iddialı bir bütçe ve kast ile yol alıyor.

        Burada aslında ‘Kötü Parça’ anlamına gelen isim, kıyamet sonrası atmosferde çölün ortasına sürülen insanoğlunu temsil ediyor. Başlangıçta “Teksas Katliamı” (“The Texas Chain Saw Massacre”, 1974) misali bir kesme-biçme operasyonu ile Samantha, ‘kadın Leatherface’ olarak doğuyor. Onun ardından ise kendimizi bir ‘acid yamyam western-bilimkurgusu’nun içinde buluyoruz. Bir kez daha Bigelow’un çığır açan vampir westerni “Karanlık Bastığında” (“Near Dark”, 1987) ile akrabalık çok bariz.

        Melez şablon olarak her şey güzel. Yönetmen ilk filmindeki gibi farklı denemeler yapıyor, keyif veriyor. Ama bunları iç içe geçirirken, oradaki siyah-beyazı estetik araca çevirme duygusunun özeni canlanmıyor. Waterhouse’ın kalça yakın planlarıyla düelloya davet, yamyamlık öğreten aile bir tarafa, oyuncu zamanla Jason Momoa, Keanu Reeves gibilerinin kurtardığı savunmasız bir kadına dönüşüyor.

        Amirpour, kadın düşmanı olduğunu hesaplamadan ‘keş olma’nın adını koyan bir evrene sokuyor bizi. Bir yerden sonra disko atmosferinin devreye girmesiyle aslında, ‘acid western’ türevi bir işi bilimkurguya evrilirken görüyoruz. Ama senaryonun tamamı Waterhouse’ın birilerinin elinden kurtarılması üzerine kurulu. Üstelik uyuşturucuyla ilişki daha dinamik olabilecekken tempo da ağırlaştırılıyor. Harmony Korine dinamizmi canlanmıyor.

        “The Bad Batch”, bilimkurgu tarafı üzerine kafa yormamış. Sanki boş bir çölde ‘Mad Max’ serisine atıfta bulunurcasına ilerleyen bir tipleme var. Keanu Reeves’in ‘rüya satan’ karakteri de büyük oranda “Zardoz”un (1974) kitsch sanat yönetimini hatırlatan bir sahne dışında pespaye durmak için çabalamış. Filmin tek artısı dilenci kılıklı Jim Carrey. Jason Momoa ise ‘kız kurtaran adam’ modunda 90’ların aksiyon kahramanı gibi.

        BRIZE’DEN BÜYÜLEYİCİ DÖNEM TASVİRİ

        Yarışmanın ikinci Fransız girişi “A Woman’s Life” (“Une Vie”), bir yaşamın parçalarını üzerimize müthiş bir ahenkle atan, yarı şiirsel-yarı hayali bir dönem filmi/aşk filmi gibi. Brizé, geçmişe dönünce içindeki sinema duygusunu açığa çıkarmış. 1.33:1’de büyüleyici bir filme imza atıyor. Bir kadının 19. yüzyıldaki arayışını ele alan eser Andrea Arnold’un “Uğultulu Tepeler”i (“The Wuthering Heights”, 2011) ile akrabalık kuruyor. Bunu yaparken de makro ve yakın planlar arasında geneli değil özeli gösteren bir evren çıkarıyor ortaya.

        Hipnotik dururken gerçekçi de olabilmesiyle dikkat çeken kostümlü tasvir gerçekten etkileyici. 1960’larda Fransız Yeni Dalgası yönetmenlerinin cesaretini akla geliyor. Brizé’nin bu seviyeye gelmesi ilginç ve sevindirici. Elbette “Uğultulu Tepeler” gibi bir başyapıt izlemiyoruz. Zaman zaman yönetmen kontrolü kaybedip içindeki insani tarafı devreye sokuyor. Ama dönem filmlerinin teatral ve gerçekçi olmasına alıştığımız günlerde “A Woman’s Life” ilaç gibi geliyor.

        MEKSİKA’DAN KÜLT OLABİLECEK FİLM

        “The Untamed”de (“La Region Salvaje”) Amat Escalante yarı distopik bir orman tasvirinin peşine düşmüş. Ama özünde “Possession”a (1982) atıfta bulunan bir ‘yaratık-kadın ilişkisi’ var. Bu damarın aşırı kanlı bir erotizme de kayabildiği evrenin Tayland Yeni Dalgası’nın işlerine, en çok da Pen-ek Ratanaruang’ın “Orman Perisi”ne (“Nang Mai”, 2011) benzediği söylenebilir.

        Yeni Meksika sinemasındaki ‘şiddet’ öğelerinden farklı gözüken yönetmen, keskin kaydırmalı uzun planlar da kullanmıyor bu kez. “Heli”deki (2013) her şeyi gösterme inadıyla Reygadas’ın ilk yıllarına geri dönmesi burada yok. En azından sinema düşse de, zoom in-zoom out’lar, diyaloğun öne çıktığı sahneler çiğ dursa da sıra dışı aşk tatmin ediyor.

        Aslında katil hayvan filmine karamsar ve atmosfer yüklü yaklaşım bu gördüklerimiz. Ama sinemasal olarak seviye biraz düşünce ayakları üzerinde duramıyor “The Untamed”. Distopyayı yeterince besleyip ayağa kaldıramıyor. En azından bunu yapabilecek bir üslup yolu bulamıyor.

        İtalya temsilcileri “Piuma”, “Spira Mirablis” ve “Questi Giorni” ise ‘üç-dört görüntü’ ile idare eden işlerdi. İlkinde havuzun üst açı ile çekildiği iki sekansı etkili. İkincisinde evde aileye gösterilecek belgesel havası, zaman zaman ilginç detaylara sahip. Ama çanak-çömleğe kayan bir kamu spotuna açılıyor süreyi uzatınca. Üçüncü ise genç işi, heyecanlı ama doyurucu değil.

        (FESTİVAL LOGO)

        KEREM AKÇA’NIN 73. VENEDİK FİLM FESTİVALİ’NİN YARIŞMA FİLMLERİ İÇİN YILDIZ TABLOSU:

        A WOMAN’S LIFE (UNE VIE): 6.5

        ARRIVAL: 7

        AŞIKLAR ŞEHRİ (LA LA LAND): 8.3

        BRIMSTONE: 2.9

        THE DISTINGUISHED CITIZEN (EL CIUDADANO ILLUSTRE): 3.7

        BLIND CHRIST (EL CRISTO CIEGO): 2.9

        FRANTZ: 3

        HAYAT IŞIĞIM (THE LIGHT BETWEEN OCEANS): 4

        NOCTURNAL ANIMALS: 7

        QUESTI GIORNI: 4.5

        PIUMA: 3.5

        THE UNTAMED (LA REGION SALVAJE): 5.6

        SPIRA MIRABILIS: 4.5

        THE BAD BATCH: 4.8

        THE BEAUTIFUL DAYS OF ARANJUEZ: 1.7

        VOYAGE OF TIME: 3.5

        Not: Yıldızlar, festival sürecinde güncellenecektir.

        Diğer Yazılar