Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        41. Toronto Uluslararası Festivali’nin ilk dört gününde dünya prömiyeri yapılan üç filmle ilgili görüşlerim… Anne Hathaway, Jason Sudeikis, Brie Larson, Ewan McGregor, Jennifer Connelly ve Armie Hammer’lı kırmızı halı geçişlerinden iyi yapıtlar çıktı mı?

        “COLOSSAL”: PARAPSİKOLOJİK CANAVAR KOMEDİSİ ZORLAMA DURUYOR

        “Timecrimes” (“Los Cronocrimenes”, 2007) ile belki de sinema tarihini en özgün zaman yolculuğu filmlerinden birine imza atmıştı. Kısa sürede kendini Holywood’da bulan Nacho Vigalondo, bir bilgisayarın masaüstünde açılan önceki filmi “Açık Pencereler” (“Open Windows”, 2014) tamamına yakını tek plandan oluşan bir internet korkusuna imza attı. Çıkan sonuç fena değildi, ama eksikleri vardı.

        ‘Kocaman’ anlamına gelen “Colossal” (2016) büyük oranda geri adım anlamına geliyor. Ciddi korku ve bilimkurgu filmlerinde dahi halen gramer konusunda eksikleri olan yönetmen, bu zaaflarıyla bir ‘parodi’ye imza atma peşinde. Bir şeyleri ti’ye almak için önce sinemanın, dramatik yapının esas kurallarını hatmetmeniz gerekir.

        Burada ise Vigalondo 2.35:1 olmasına karşın zaten altı dolmayan bir fikirle sözde milliyetçi canavar/uzaylı istilası filmlerini topa tutuyor. Ama bunu yaparken Anne Hathaway’in kendini ‘kaiju’nun (Japon kültürel canavar filmi türünün ötekisi) yerine koyup, adeta bir medyuma dönüşmesi, antipatik ve kaba anları devreye sokuyor. “Eyvah Çocuklar Büyüdü”yü (“Honey I Blew Up the Kid”, 1992) akla getiriyor en iyi ihtimalle.

        Bu sayede de Jason Suideikis’in dayanılmaz halleri de filmin içine çok geçerliymiş gibi sokuluyor. “Colossal”, aslında bir Japonca sahne ile başlıyor. Ne oluyor derken Anne Hathaway’in de ondan daha uzun bir giriş bölümünde gözünü açmasıyla TV’de karikatürize duran canavarla Japonya’daki olayları görmesi bir oluyor.

        Bu fikir fena durmayabilir. Birbirinin yerine geçme, absürd ruh eşliği meselesi ilginç… Ama altı dolmuyor, 110 dakikada oturaklı durmuyor. Anne Hathaway de adeta bir pandomim sanatçısı gibi dalgalı saçları ve hafif bol kıyafetiyle bir oraya bir buraya savruluyor. Sudeikis’in peşine takılırken büyücülük müessesesine el atıyor.

        Ama her şey öyle zorlama ki hiçbir dönüşün altı dolmuyor. “Colossal”, Vigalondo’nun yönetmenlik için henüz emekleme yıllarında olduğunu duyuran bir film. ‘Canavar komedisi/parodisi’ olarak herhangi bir tutarlılık sunamıyor. Aksine ilerledikçe daha da zorlama duruyor.

        FİLMİN NOTU: 3

        “FREE FIRE”: 90 DAKİKADA SERBEST ATIŞ

        80’li 90’lı yıllarda aksiyonun geleneğinde daha el emeği göz nuru işler izliyorduk. Koreografisi yapılan çatışma/baskın sahneleri, görsel efektle düzenlenen patlama sahneleri ile araba/yaya takip sahnelerinin bir harmanı ‘akıcı’ durma arzusuyla düzenleniyordu. Başroldeki oyuncuların genelde kaslı olması, belli bir kitleye hitap etmesi amaçlanıyordu.

        Wheatley sanki kapalı alanda geçen bir aksiyon filmine imza atarken o yıllara gidip geliyor. Brie Larson, Sharlto Copley, Cillian Murphy ve Armie Hammer’ı ortaya atıp kaçıyor. Klasik bir kara komedi açılışıyla start alan eserin, klişe ve sıradan durduğu muhakkak. Ama bu ‘Guy Ritchie’ özentisi hal, zamanla yerini başka şeylere bırakıyor.

        “Rezervuar Köpekleri” (“Reservois Dogs”, 1992) ile “Sert Polis”in (“Las Tau San Tam”, 1992) final sekansını bir araya getiren bol kanlı ve vahşet yüklü aksiyon koreografileri bizi bekliyor. Oyuncuların retro kostümlerle dolaşmaları yönetmenin günümüz teknolojisinden uzak durma arzusunu ortaya koyuyor. Bu noktada da “Free Fire”ın tonunun hassaslığı ortaya çıkıyor.

        Wheatley, “Ölüm Listesi” (“Kill List”, 2011), “Garip Turistler” (“Sightseers”, 2012) ve “Büyülü Tarla”daki (“A Field in England”, 2013) gibi klasik bir İngiliz komedisi olarak başlatıyor filmini. Ancak zamanla omurgasını ciddi bir aksiyona çeviriyor. Bu sebeple ilk 30 dakikadaki duraksama, sonrası için zeki bir hazırlık aşamasına dönüşüyor. Bizi de aslında gerçekçi de, akıcı da durabilen bir aksiyon geleneğine davet ediyor.

        “Free Fire” için ‘çok iyi’, ‘sarsıcı’ demek güç. Ama bir yönetmenin geleneğinin içinde eski dokusunu da, kamerasını da, koreografisini de doğru düzenleyen, oyuncuları fazlasıyla kameradan uzak tutup işin içine sinsi bir ton da katabilen bir ‘suçlular çatışması’ canlanıyor.

        ‘Suç aksiyonu’ diyebileceğimiz kapalı alan yargısı da buradan bir Ben Wheatley gerçekçiliğine açılıyor. Ama yönetmenin zamanla saykodelik öğelere kayarak yükselen (“Büyülü Tarla”, “High-Rise”) sinemasında bir geri adım gibi “Free Fire”. Zaman zaman da çok ısmarlama ve stüdyo işi duruyor. Oyuncuların kaybolması da gözümüze batabiliyor. Yine de 90 dakikada tek bir mekanda aksiyon planlamak kolay iş değil. Bu zorlukla da yol alıyor.

        FİLMİN NOTU: 5.6

        “AMERICAN PASTORAL”: O KADAR DA PASTORAL DEĞİL

        Deneyimli edebiyatçı Philip Roth’un 1997’de yazdığı romanın uyarlaması… Oyuncu-yönetmen Ewan McGregor, bu iki mesleği bir arada yürüten isimler arasına katılıyor. Bu durum yeni değil. “American Pastoral”, 60’larda Amerika’nın dönüşüm yıllarında geçen bir işlevsiz aile öyküsü. Ama başlangıçta David Strathairn’in canlandırdığı gizemli bireyle 90’lara geliyor.

        ‘American Pastoral’ iddialı ismi, ne “Amerikan Güzeli”nin (“American Beauty”, 1999), ne de “Hayallerin Peşinde”nin (“Revolutionary Road”, 2008) seviyesine ulaşamıyor. Aksine dramatik dönüşleri ve neredeyse kurgusu olmayan yavan bir tarihi gidişatla yüzleşiyoruz. Ewan McGregor’ın öğrenci olaylarına protestocu olarak katılacak kekeme konuşan sarışın kızı ile ilişkisinde bir ilginçlik var. Connelly’nin problemli duran eş tipi de aynı şekilde.

        Ama bunları bir araya getiren, senaryonun tonunu ayarlayacak bir profesyonellik aranıyor. “American Pastoral”, hiçbir yükselişi olmayan dramatik yapı dümdüz gidiyor, dönüş yapmayınca da anlatmak istediği şeyi bağlayacak bir şey duramıyor. ‘Temiz’ denecek noktada, klişe bir yere takılıyor kalabiliyor.

        McGregor, biçim-içerik örtüşmesi adına dönemsel dokuyu oturtacak kostüm ve aksesuar dışında bir şey yapmıyor. Connelly’nin kontrolü ele geçirdiği anlarda, yüzünü kavrayan o acı dolu ama sömürmeyen gözlerle, kalıcı ifadesiyle perdeye damga vurduğu görülüyor. McGregor idare ederken Fanning’in bir sahnede kekeme dururken bir diğerinde yüzünü saklamak için tül kullanmasıyla ailenin ‘gizemli bireyi’ olarak tanımlandığı kesin. Oyuncu, neredeyse fiziksel dönüşüm gerektiren zor bir rolün altından kalkmaya çabalıyor. Ama karakterin küçüklüğünü canlandıran Ocean James kadar tutarlı bir performans çizemiyor.

        Zaten iki saatte de hiçbir ilginçliği olmayan bir mini dizinin dramatik omurgasını hissediyoruz. Strathairn’in günümüzdeki halleri de bu durumu doğruyor. Sanki ‘60’lar bir rüyaydı günümüz ise her şey gerçekçi hale geldi’ diyor McGregor. Ama işlevsiz ailelere yeni bir açılım getiremiyor. Mendes’in Amerikan ailesine yaklaşımına, ruhsuz rejiyle ve detaylara hapsolan gözlem yeteneği sebebiyle yanaşamıyor. Başta Connelly olmak üzere Curry, James gibi oyuncularla hatırlanacak “American Pastoral”.

        FİLMİN NOTU: 4

        Diğer Yazılar