Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        8-18 Eylül arasında 41. kez düzenlenen Toronto Film Festivali’ni bugüne değin başka yönleriyle ele aldık. Ama festivalde dünya sineması örnekleri de bir ağırlığa sahipti. Bu sayede çıkıştaki sinemacıları deneyimlemek ve Fransa’daki şaşırtıcı tazeliğe tanıklık etmek mümkündü. Kadın yönetmenlerin yükselişi ise dikkat çekti.

        DİKKAT ÇEKEN İKİ KANADALI YÖNETMEN

        Kanada sinemasından çıkan “Werewolf” ve “Prank”in aynı seneye denk gelmesi ilginç. Ama her ikisi de farklı ekollere sahip. Birincisi yabancılaşan iki arkadaşın kameranın sakinliği ile resmedilmesini ele alıyor. Çerçevenin en köşelerine veya dışına yerleştirilen karakterlerin ruh halini idrak edebiliyoruz. Locked-down shot tekniği ile kaçırılan açılar Haneke’vari bir hal alıyor. Özenini ve tavizsizliğini hissettiren Ashley McKenzie ‘taze bir kan’a dönüşüyor.

        İkincisinde ise gençlik hikayesinin canlılığına kapılıyoruz. Bir bakıma John Hughes ile Harmony Korine’in yüzleşmesine tanıklık ediyoruz. Ama daha ziyade kadın hikayeleri önde sanki. “Werewolf”, bir anti-kurt kadın filmi olarak bu toplama eklenirken görsel açıdan en doyurucu işe dönüşüyor.

        DÜNYANIN HER YERİNDE SİSTEME KARŞI GELEN KADINLAR

        Sofia Exarchou ise “Park”la (2016) Yunan Yeni Dalgası’ndan ayrıksı bir kadın yönetmeni duyuruyor. Az diyalogla vurucu olabilen bir yetenek bu. Rahatsız edici cinsellik kullanımını bir ‘park’a sıkıştırma konusunda ‘eşsiz’ değil belki film. Ama çok acayip bir ‘yaşam tarzı’ yaratıyor.

        “Parabellum” (2015) ile tanıyıp bağrımıza bastığımız Lucas Valenta Rinner “A Decent Woman” (“Los Decentes”) ile çıplaklar kampının yükünü çeken masum bir kadının mücadelesine ‘minimalist komedi’ damarından bakmış. İlk filminden bambaşka bir noktaya açılırken biraz meseleye teğet geçerek ‘yarım bir başarı’yla yetinmiş. Ama reji olarak kendini geliştirmiş.

        “Lady Macbeth” ile çıkış yapan William Oldroyd, sabit açılarla bir şiirsellik peşinde. Dönem portresi olarak biraz Joseph Losey işlerini akla getiriyor. Cinselliği ve kamera kullanma tutarlılığıyla Justin Kurzel’in “Macbeth”ini (2015) alt edebiliyor.

        Mijke de Jong’un “Layla M.”inde Hollanda’da arada kalmış 18 yaşındaki Faslı bir kızın öyküsü merkezde. Yönetmen her zamanki ‘kendi cinsinden sıkıntılı bireylere sosyal gerçekçi doku’ ile bakma ezberini sürdürüyor. “The Women’s Balcony”de (“Ismach Hatani”) ise kadınların yaşadığı felakete ‘erkek haham’ dokunuşuyla aslında dinin yol açtığı cinsiyetçiliğe dikkat çekiyor. “Orphan”da Arnaud des Pallières dört kadın karaktere bölünen bir bunalımlı kimlik temsili yaratmış. Bunu içine Adèle Exarchopoulos ve Adèle Haenel da giriyor.

        Bu kadınların ortak özellikleri sanki mücadele etmeyi sevmeleri, erkeklere karşı çıkmaları ve ayaklanma potansiyeline sahip olmaları. Türkiye, Kanada, Hollanda, Fransa, İngiltere fark etmeksizin bir şekilde cinsiyetçiliğe karşı isyanı ‘sinemasal’ yollarla izledik. Buna da büyük oranda yetkin sinemalarla adapte olduk. Bu konuda Yeşim Ustaoğlu’nun “Tereddüt”ü de güçlü bir örnekti.

        TANIDIK İSİMLERDE İŞ VAR

        Tanıdığımız yönetmenlere dönersek Ustaoğlu’na ek olarak Andrzej Wajda, Adrian Sitaru, Bertrand Bonello ve Fien Troch en başarılı filmleri çeken isimler... Sitaru’nun “The Fixer”ı bir seks skandalını Romen Yeni Dalgası’na uygun bir ‘sabitleyici’ karakterle sarıyor. Kaydırmalı kamera kullanımı ve nicesiyle onun etrafı gayet iyi örülüyor. Yönetmenin kumaşı açığa çıkıyor.

        Wajda’nın ressam tasviri yerinde ve bir ‘köklere dönüş’ hamlesi var. Belçika’dan çıkan kadın sinemacı Troch, “Unspoken” (2008) başarısızlığının ardından tam ekranda aslında Avrupa gençliğinin uyanışını ele alıyor. “Home”da seks ve uyuşturucudan beslenen Korine’vari bir portre var. Açıkçası “American Honey” ile akrabalık da kuruyor. Ama o kadar ustalıklı noktalanmıyor.

        GÜNÜMÜZ GENÇLİĞİ GAYET İYİ VURGULANDI

        Bonello ise terörle yatıp kalkan Fransa’nın ruh halini bir filme sıkıştırmış. İsyan etmekten ziyade planlama evresiyle içini döken asi karakterlerin gözünden Hebdo saldırısı öncesinde yaşanan psikolojiyi yansıtıyor. Uzun izleme planlarının ve ekran bölme tekniğinin de devreye girebildiği eser bir ‘2010’lar alt kültürü’ yaratıyor. 68 kuşağına cevap olarak gelen bir gençlik tanımı var.

        Pallières’in “Orphan”ını da katarsak Fransızlardan fena işler çıkmadığını idrak edebiliyoruz. Böylece Cannes yarışmasındaki Fransız filmlerinin pabucu dama atılabiliyor. Her ikisi de bu konuda tartışılsa kimse bir şey demez. Herzog’un “Salt and Fire”ıysa yönetmenin ivmesini tersine çevirmeyip yine beklenen hayal kırıklıklarından oldu. Açıkçası “Nocturama”, “Park” ve “Home”, güncel gençlik portreleri yaratmalarıyla da dikkate değer birer sosyolojik belgeye dönüştüler. Dilleriyle bu konuda fark yaratmayı becerdiler.

        Kerem Akça’ya göre festivalin en iyi 5 Amerikan bağımsızı:

        1-Catfight

        2-Christine

        3-The Autopsy of Jane Doe

        4-All I See Is You

        5-Manchester by the Sea

        Kerem Akça’ya göre festivalde öne çıkan 10 dünya sineması örneği:

        1-Werewolf

        2-Park

        3-Tereddüt

        4-Lady Macbeth

        5-Home

        6-White Sun

        7-Nocturama

        8-Prank

        9-The Fixer

        10-A Decent Woman

        Kerem Akça’ya göre festivalin en büyük 5 hayal kırıklığı:

        1-Lion

        2-Deepwater Horizon

        3-Salt and Fire

        4-American Pastoral

        5-Katie Says Goodbye

        Not: Listelere festivalin geçen hafta ele aldığım korku sineması örnekleri dahil edilmemiştir.

        Diğer Yazılar