Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Karakter draması ile kafayı bozmuş olan katıksız bağımsız yönetmen Darren Aronofsky, burada bu durumu bale konulu hale getirerek gerçek hayat-performans ilişkisi formülü ve body-horror, psycho-noir, karakter draması gibi alt türlerle yoğurma olanağı buluyor. Böylece karşımıza daha önce görmediğimiz bir şey çıkarırken kimlik bunalımını postmodern bir yolla anlatmış ve uç noktalara gitmiş oluyor. Özellikle halüsinasyonların ölçülü hali ve kurgunun dengesinin de bu tonlamayı desteklediği söylenebilir.. Amerika prömiyeri Toronto Film Festivali’nde yapılan “Black Swan”ın sezonun en iyileri arasına şimdiden girmesi garanti gibi…

        Darren Aronofsky, alanın atası olan John Cassavetes’in karakter draması geleneklerini çok seven bir bağımsız sinema aşığı. Ancak yeri geldiğinde “Kaynak” (“The Fountain”, 2006) gibi devrimci bilimkurgu denemelerine de imza atıyor kendisi. Buna karşın “Black Swan” (2010) ile bir kez daha belli ediyor ki onun sinemadaki işlevi farklı. Temelde merkezine usta yönetmenin 60’larda sanat dalına sokarak, bağımsız sinema alanında devrim yapmasına yol açan bu alt türü ele alıp ona yeni bir şekil vermeyi amaçlıyor.

        2000’lerin üç önemli karakter draması yenilikçisinden biri

        Yani 2000’lerde Alejandro Gonzalez Innaritu ve Noah Baumbach ile birlikte bu alandaki en öncü üç postmodern yönetmen olarak anılabilirler. Innaritu, bunu çok karakterli bir film modelinin içine fotoğraflama mantığını da yüzde yüz anlamda dahil ederek yerleştirirken, Baumbach işlevsiz aileyle ilgilenip ahlak meselesine girmeyi tercih eder. Aronofsky’nin ise bozarken yapmak istediği birçok alandan beslenen, halüsinasyonları da çokça kullanan bir yapıdır.

        Zaten “Bir Rüya için Ağıt”ın (“Requiem for a Dream”, 2000) “Trainspotting” (1996) ile, “Black Swan”ın (2010) ise “Dövüş Kulübü” (“Fight Club”, 1999) ile akraba olması da boşuna değil. Zira Aronofsky’nin son iki filminde 16 mm ile çalışıp karakter dramasının Cassavetes ekolünü, hiç çekinmeden bütün o ‘grenli’ dokusuyla yüzde yüz anlamda hissettirmesinin yanında “Bir Rüya için Ağıt” (“Requiem for a dream”, 2000) kadar biçimci gözükmemesi de bu saygı duruşunu perçinliyor.

        Ana kaynağı sahne-insan ilişkisi filmlerinin öncüsü “Cennetin Çocukları”

        Lafın özü “Black Swan” için ‘Cassavetes, “Dövüş Kulübü”nü çekerse…’ cümlesini kurabiliriz. Ancak elbette sonundaki üç noktayı da unutmamak lazım. Öyle ki bu referansları bitirmek hiç de kolay değil. Zira Aronofsky, postmodern bir yönetmen olduğu için normal olarak türlerle ve formüllerle oynamayı çok seven bir isim. “Şampiyon” (“The Wrestler”, 2008) bile son derece dingin, hayalsiz bir trajedi olarak akmasına karşın ‘Amerikan güreşi’ gibi bir alandan anti-kahraman seçip, başta şiddet ve sekse birincil rol vermesi olmak üzere daha nice öğeyle bunu yapabilmişti.

        “Black Swan” de özünde bir ‘bale filmi’ olarak anılıyor. Bu da gayet normal. Çünkü bir balerinin başarı hikayesini anlatıyor, ya da daha doğrusu her Aronofsky filminde olduğu gibi ‘çöküş hikayesi’ diyebiliriz buna. Ancak bale bir spor dalı olmadığı için spor filminin alt türü olması şansı da yok.

        Bir sanat türü adı altında anılması ışığında bakınca da, sanat dallarının sinemada türe dönüşmemesi durumuyla yüzleşiyoruz. Aksine formül ya da konu olarak görüldüklerine tanıklık etmek mümkün. Bu sebeple de “Black Swan”ın, Marcel Carné’nin sahnede (ya da oyun veya performansta) gerçekleşen ile gerçek hayatta olanı iç içe geçirip karşılaştıran “Cennetin Çocukları”nın (“Les Enfants du Paradis”, 1942) formülünü ödünç aldığını söyleyebiliriz.

        David Cronenberg ile John Cassavetes bir araya gelip çekmiş gibi

        Bunu David Cronenberg-John Cassavetes kırması bir yönetmenlikle dönüp dolaştırırken, “Dövüş Kulübü” tanımını hak eden kara film hamleleri yapıyor. Uzun lafın kısası gerçek hayat-performans ilişkisi filmi, karakter draması, body-horror (bedenle kurulan şiddet ilişkisi üzerinden yürüyen korku filmi alt türü), psycho-noir (ana karakterin belleğinde alter egosuyla ilerleyen kara film alt türü) gibi alt türlerde dolaşıyor. Ortaya ise kimlik bunalımıyla ilgili yenilikçi, izlemesi keyifli, incelemesi zor bir toplam çıkarıyor.

        Ancak elbette burada bir başka önemli konu Aronofsky’nun kendi anti-süper kahramanını yaratması. Bağımsız sinemada genelde absürd komedi alanına giren bu kavram, “Black Swan” sayesinde bir dramaya transfer oluyor, hem de yenilikçi bir formülle… Bunun da sebebi ana karakter Nina’nın ‘Sonda siyah kuğuya dönüşecek mi, dönüşmeyecek mi?’ sorunsalını izleyen bir psikolojik yolculuğa girmesi…

        Dikkat femme fatale yağabilir

        Aslında bunun cevabını tam olarak vermek doğru olmaz. Aronofsky de öyle istiyor. Ancak karakterin Cronenberg’in “Sinek”indeki (“The Fly”, 1986) gibi ‘body-horror’ motifleriyle bir şekilde hayvana ya da korku türü sözlüğünden bakınca ‘canavar’a dönüşeceği izlenimini alıp, bunun psycho-noir türünün ‘her şey hayal’ dünyasıyla yıkıldığını izliyoruz.

        Bu sırada adeta kara filmin her döneminden femme fatale motifleriyle de sarılmamız bir anda karakter draması ve body-horrorı terketmemize yol açıyor. Natalie Portman, Mila Kunis, Barbara Hershey, Winona Ryder ve bir başka rakip kız, hepsi de aktiften pasife ince çizgilerle üretilmiş femme fatale galerisi sunuyorlar. 40’lardan 2000’lere her türlü formülden besleniyorlar.

        Yani kara film alanında da yenilikçi bir noktaya gilidiyor. Aslında burada da kalınmayıp ‘canavar’ açılımının doğrudan içeri dahil edildiği söylenebilir. Zaten “Black Swan”, ‘her şeyin yıkılıp yeniden üretilmesiyle üzerine bir sinema şöleni’ tanımıyla anlatılabilecek bir yapıt.

        Açılış sekansı filmin özeti

        Açılışta yönetmenin bir plan sekans ile Nina’nın siyah kuğuyla bir platformda vahşice dans etmesini, ardından bu kabustan uyanmasını vermesi de bir ‘özet’ niteliğinde. Bu da zaten Aronofsky’nin sinemaya ne kadar hakim olduğunu ortaya koyuyor. Aslında bunun devamında Nina’nın adeta barbi gibi yaşayan bir kız olduğunu ve gerçek kimliğini aradığını görüyoruz. Onun iyi-kötü arasındaki keskin çizgisinin ise siyah ile beyaz arasındaki farklar kadar derin seyrettiği görülebiliyor. Bunun da sebebi annesi ile beraber yaşaması ve el bebek gül bebek büyütülmesi.

        Yani Nina, tipik bir Amerikan başarı hikayesi kahramanı olarak yerleştirilmiş. Ancak elbette ‘Onun da bir ‘siyah kuğu’ya ihtiyacı var’ diyen yönetmenin dramatik yapının omurgasını oluşturan bu lafıyla birlikte gidişat değişiyor ve sözünü ettiğimiz klişe karakter prototipi yerle bir oluyor.

        Kendisini siyah ve saçı açık, yani ‘doğal’ ve ‘vahşi’ gören karakterimiz, bir de kendi mizacını andıran Mila Kunis’in Lilly tiplemesiyle karşılaşıyor. Yani üç taraftan sarılıyor. Böylece son derece açık bir yoldan “Dövüş Kulübü”nün lezbiyen versiyonuna doğru ilerliyoruz. Lily, orada Helena Bonham Carter’ın Marla Singer’ıyla aynı işlevi görüyor. Ancak elbette bu eğilim ilişkisel bazda değişimler de yaşıyor.

        Ayna yoğunluklu sanat yönetimine birincil rol verilmiş

        Böylesi bir yöne sapılmışken de, karakter draması kendi alanında alışık olmadığı bir şey gördüğü için devrimci noktalara gidiyor. Öyle ki Aronosfky’nin bu dönüşümü sağlarken yakaladığı halüsinatif hava, kimi zaman araya tek plan ile ‘siyah kuğu’ görüntüsü sokarak çarpıcı anlara gebe oluyor. Aynen “Dövüş Kulübü”nde Tyler Durden’ın fotoğrafının birer saniyeliğine belirmesi gibi. Bu doğrultuda da özellikle disko sahnesinin kurgusunun incelenmesi lazım derim! Öyle ki bu tekniği daha ileriye, biçimci bir noktaya götürüyor o kısım.

        Genelde evin içindeki aynaların merkeze yerleştirilmesi ve soyunma odalarındaki aynaların sayısının birden fazla olması da önemli. Bunun yanında özellikle karakterin rolü kapıp yönetmeni ısırdıktan sonraki kısımlarında da bir mitolojik yeniden doğum izlediğimizi söyleyebiliriz. Öyle ki Aronofsky, onu küvete yerleştirerek bu durumu salgılama olanağı yakalıyor. Her şey bir gizem ürünü gibi dursa da “Black Swan”ın sonunu tahmin etmemek için sinemayla hiç ilgilenmemek gerek.

        “Bir Rüya için Ağıt”a geri dönüş filmi

        Ancak zaten Aronofsky’nin amacı da şehir hayatında sıkışmış bir hayatın kimlik bunalımını farklı türler ve formüllerle fazla ele alınmamış bir şekle sokarak değerlendirmek. Evet sinemada bir karakterin iki kimlikli olduğunu gördük daha önce, tiyatro oyunundaki performansın gerçek olduğunu da, ancak psycho-noir ve body-horror gibi alt türlerin birleştirildiğine tanıklık etmemiştik örneğin. Bu doğrultuda da ucundan “Ölü İkizler”i (“Dead Ringers”, 1989) hatırlıyoruz elbette..

        Belli ki “Black Swan”, “Bir Rüya için Ağıt” hayranlarını memnun ederken, Aronofsky’nin diğer eserlerinden aşağıda kaldığı düşünülen “Şampiyon” sonrası da soluk almanızı sağlayacak. Seks, şiddet, cesur dil oyunları ve daha nicesini 16 mm kamerada grenli John Cassavetes dokusuyla canlandırmak başka kimin aklına gelebilirdi ki zaten? Elbette Aronofsky gibi postmodern bir dehanın…Umarız Natalie Portman ve Barbara Hershey, ‘ölümsüz’ performanslarının karşılığını Oscar adaylığıyla alırlar.

        Künye:

        Black Swan

        Yönetmen: Darren Aronofsky

        Oyuncular: Natalie Portman, Vincent Cassell, Mila Kunis, Barbara Hershey, Winona Ryder

        Süre: 110 Dk.

        Yapım Yılı: 2010

        keremakca@haberturk.com

        

        Diğer Yazılar