Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        2 ARALIK FİLMLERİ

        Sinemanın illüzyonunu “Hugo” merceğinden bir sihirle çözmek. İşte Martin Scorsese son filminde bu amaç için yola çıkarken 1930’ların Fransa’sından, sinemanın doğduğu coğrafyadan bir yetim hikayesine odaklanmış. Bu doğrultuda da gerçek anlamda sinema fetişizmi yaparken, kameranın keşfi, sessiz dönem, sesli dönem ve üç boyut teknolojisi gibi kilit devreler üzerinden yedinci sanatın gerçeklerini yorumlamış. George Méliès’nin uğrak ve fantastik öğesine dönüştüğü bu ‘Oliver Twist-Pinokyo’ kırması eser, görsel anlamda sessiz dönemin üslubuyla harmanlanmış. Scorsese iyi bir film çekmekle kalmamış aynı zamanda büyüleyici bir sinema mirası da bırakmış. Aile filmini bozarken türsel karmaşadan sinema aşkı üzerinden yürüyen, çarpıcı, derinlikli ve hüzünlü bir yapıt çıkarmış. Fantastik tadı sinemanın büyüsü olan “Hugo” da esasen bu sayede kalıcı olacaktır.

        Temelinde bir aile filmi gibi gözükse de işin özü biraz daha farklı. “Hugo”yu (“Hugo”, 2011) kazıyıp derinine inince ‘Pinokyo’vari bir edebiyat uyarlaması çıkıyor. Ama elbette Scorsese boş durmamış, bu ‘fantezi’ katkılı macera eğilimli romandan kendine özgü kişisel bir süreç oluşturmayı başarmış. Böylece Spielberg’in “Tenten’in Maceraları” (“The Adventures of Tintin: The Secret of the Unicorn”, 2011) ile yapamadığını perdede canlandırmayı becermiş. Modern ve çok yönlü bir kahraman yaratmakta sıkıntı çekmemiş.

        Sinemanın illüzyon ve icat olduğu gerçeği üzerine...

        Peki bunun sebebi ne? Elbette ikisi arasında bakış açısı olarak büyük uçurumlar olması. Zira “Hugo”, bir yetimin 1930’lar Fransa’sındaki bir tren garının etrafında şekillenen hikayesi. Beylik mesajlarla yürüyen didaktik bir çocuk filmi olması oldukça kolay bir süreç aslında. Bunun aksine yönetmen, karakterin babasını kaybettiği andan itibaren ciddi anlamda süreci farklılaştırmış. Bir anda devreye sinema sanatının kökenleriyle ilgili bir başarısızlık ya da ihtişam hikayesi sokmuş. Sinemanın ilk yıllarına saygı duruşunda bulunmuş.

        Bu yan öyküye bağlanarak yol alan yapının da, gerçek anlamda ‘bir illüzyon’un ya da filmin proje aşamasındaki isminde (The Invention of Hugo Cabret) gördüğümüz ‘icat’ın doğuşunu, üç boyutlu ve 1.85:1 formatında inşa ederek parlaması şaşırtıcı değil. Bu noktada halihazırdaki eserin, Scorsese’nin yapıbozucu işlevine yaraşır bir üsluba sahip olduğu söylenebilir. 1930’ların türsel karmaşasının içindeki ‘bilimsel deney’, ‘aile filmi’, ‘macera türü’, ‘fantastik’ gibi konseptleri bulundururken, evreni açısından Jean-Pierre Jeunet’nin farklılaştırabileceği bir mizansen görüyoruz.

        Sinema arayışı üzerinden yürüyen sinefil yüreklere göre bir fantastik serüven

        Zira açılıştaki ve kapanıştaki görkemli plan sekanslarla algılayabildiğimiz, inşa edilen dünyanın ‘peri masalı filmi’ kıvamına sokulabileceği gerçeği. Ancak süreç ilerledikçe Scorsese’nin amacının bu olmadığı ortaya çıkıyor. Onun hedefi ‘sinema arayışı’ üzerine bir serüven olgusu yaratmak. Bunu yaparken de sinema fetişizmini devreye sokarak sayısız detay ve alt metinsel referans ile sarıyor etrafımızı kendisi. Bunun devamında adeta oyuncağıyla oynayan bir sinefil edasıyla filmin kıvrımlarında yol alıyoruz.

        Rahatlıkla peri masalı filmi olarak anılıp ‘Harry Potter’ ile yan yana konulabilecek hikaye yapısı ‘Pinokyo-Oliver Twist’ karışımı bir yöne doğru gidiyor. Tren garındaki saatin tepesinden filizlenen fantastik çocuk portföyünü yaratırken de didaktik mesajlardan arınıp yan karakterler ve mitik öğelerle yürüyor. Adeta mitolojik bir göreve soyunan Hugo, ismine yaraşır bir şekilde sinema gerçeğinin peşine düşüyor. Kurulmayı bekleyen saat kıvamındaki ergenlik yolculuğunu yedinci sanatın büyüsüyle kavrıyor.

        Bir değil iki tane!

        Onun arkadaşının babasının Georges Méliès olduğunu ortaya çıkarması, sessiz dönemin doğasına dair sessiz dönemin bittiği devreden bir sinema bakışı sergiliyor. Film belli ‘sinema ağıtı’ bölümleri içerse de, Scorsese’nin esaslı amacı yedinci sanatın her devrinde münferit bir teknoloji ile yeniden doğmaya ihtiyaç duyan bir ‘illüzyon’ olduğu gerçeğine odaklanmak.

        Sinema bilimle kurulan bağlarla yoluyla da fena halde robot, android, cyborg gibi motiflerle ya da icatlarla benzeştiriliyor. Aslen geçmişte ‘tamircilik’ ya da ‘zanaat’ işi olarak doğan bu sanat dalının, sürecin içinde ‘üç boyutlu teknoloji’ye kadar uzanan dönüşümüne odaklanıyoruz. Bu eğilimde aslında araştırmanın konusu olan Méliès’nin etrafına yerleştirilen metinler dikkat çekici. Zira filmin ikinci yarısında gerçekleştirilen bu durum, adeta Cinematographe’dan başlayan zaman diliminde ‘zanaatkar’ sıfatının tanımını yapan yönetmenin işlevlerine uzanmış.

        Bu çerçevede şahsen senelerdir perdede gerçeğini tatmak istediğim Lumiere Kardeşler’in “Trenin Gara Girişi” (“L'arrivée d'un train à La Ciotat”, 1896) filminin seyircide yarattığı tedirgin edici etkiyi, tam tamına iki ayrı sahnede görmek mümkün olabiliyor. Bu tüylerimizi diken diken eden detay bile filmin antolojilere bir miras bırakmasına yol açabilir. Ancak iş bunun sınırla kalmıyor ve Harold Lloyd, Buster Keaton, Charlie Chaplin, Douglas Fairbanks gibi dönemin oyuncuları adeta zaman zaman başrolü ellerine alıyorlar. Sacha Baron Cohen’in ‘gar sorumlusu karakteri’ne de işlev yüklüyorlar.

        En az kameranın keşfi olarak önemli bir dönüm noktası

        Bunun yanında René Tabard’ın ‘Film Kütüphanesi’nde bulunan sinema kitabının içinden adeta fışkıran, uyum kesmesi ile siyah-beyaz görüntü akışını dengeleyen hayali serüven algısı fazlasıyla tutuyor. Hatta filmin ruhunu birebir yansıtıp adeta yedinci sanatın detaylarıyla örülü tema parkını açığa çıkarıyor. Zaten bir süre sonra Méliès’nin hikayesine kendisinin, çocukların ya da tanıdıklarının gözünden flashbacklerle bakıyoruz. Pelikül, anı ve ses parçalarıyla da perdenin etrafı onun düşünceleriyle sarılıyor.

        Bu bağlamda 1. Dünya Savaşı’nda sinemanın darbe almasına uzanan yönetmenin hikayesi ile 1930’da sesli dönemin başlamasıyla paralel ilerleyen Hugo’nun öyküsü yoluyla illüzyonun ‘önemli aşamalar’ına odaklanmış Scorsese. Bu esaslı hedefi doğrultusunda üç boyut teknolojisini ilk kez ve “Avatar” (2009) ile “Transformers: Ay’ın Karanlık Yüzü” (“Transformers: Dark Side of the Moon”, 2011) kadar etkili kullanırken derinlik algısıyla 1.85:1’de iz bırakmış.

        Bu boyuttaki serüveni sinemanın ‘başlangıç’, ‘1. Dünya Savaşı’ ve ‘sesli dönem’ gibi şart süreçlerinden biri olarak gören yönetmenin bir daha bu teknolojiyle çalışıp çalışmayacağı şüpheli. Fakat buna saygı duyduğu da kesin. En önemlisi ise elbette ‘blockbuster’ algısının dışında bir ‘ödül sezonu’ filmine, bir edebiyat uyarlamasına bunu yerleştirerek bu konuda şanına yaraşır bir yol bulması.

        ‘Lumière Kardeşler mi, Méliès mi?’ sorusunun cevabını vermiş

        Ancak kendi kamerasını kendi yapan Méliès’nin bu ‘tamirci’ durumundan tutun Lumière Kardeşler-Méliès çekişmesindeki açılımlara kadar derin bir fikir jimnastiği de akıyor arka planda. Her şey ise yedinci sanatın gerçeklerini inceleyip süreçleri doğru bir süzgeçten geçirmek için. Scorsese belli ki ‘belgeselci’ Lumière Kardeşler’in minimalist sinemaya kaynaklık ettiği düşünülen eserleri hakkında aynı görüşte. Méliès’nin pelikülü boyaması ve büyük stüdyolarda çalışmasıyla ürettiği fantastik, bilimkurgu ya da korkuya dahil olan tür sineması örneklerinin devamı olarak görüyor kendisini.

        Yönetmenin bunlardan ikincisini ‘yönetmenlik sanatı’nın gerçeği olarak düşündüğü kesin. Film de zaten sinemayı, Ben Kingsley’nin Méliès görüntüsünün izinde gösteri sanatçılarının ya da sihirbazların bir ‘illüzyon’ olarak başlattığı özel bir sihir konumuna yerleştiriyor. Bu doğrultuda Méliès’nin Lumière Kardeşler’den sonra sazı eline almasının devamında star sisteminin öne çıkması da ‘savaş arası’nın etkileri olarak yorumlanabilir..

        Günümüz sinemasının ise 11 Eylül ve Irak Savaşı sonrasında ‘üç boyut’ fışkırmasıyla şart bir sürece uzandığı gözüküyor. Teknolojik gelişmelerle ilişkide olan sinema, her daim bir keşif aracıyla yol alıyor zira. O zamanın güme giden 70 mm ve çeşitli renkli pelikül denemelerini hiç göstermeyen Scorsese ise belli ki yeni üç boyut teknolojisini sinemanın geleceği olarak görüyor.

        Sessiz döneme uygun bir görsel yapı

        Nihayetinde yönetmen “New York Çeteleri”nde (“Gangs of New York”, 2002) New York, “Göklerin Hakimi”nde (“The Aviator”, 2004) Hollywood gerçeklerine kişisel bakış attıktan sonra “Hugo”da sinema ve yeni gelişmeleri noktasında fantastik bir aile filmi çıkarmış karşımıza. Otomaton kılığındaki ana karakterin yaptıklarının ve Sacha Baron Cohen’in Harold Lloyd cüssesinde dolaşan isimsiz karakterinin yanı sıra birçok yan karakteriyle de siyah-beyaz dönemin dışa dönük performanslarını dünyasına dahil etmiş.

        Scorsese’nin starlık sisteminin yanında görüntü yönetiminde sessiz dönemin renge duyarlı peliküllerine istinaden mavi, sarı gibi filtreleri zaman zaman ‘sinema büyüsü’ öne çıkınca kullanması sürpriz değil. Ancak elbette bu ürünün en kalıcı anları Méliès’nin flashbacklerindeki pelikül boyama, set ziyareti gibi anlar. Kısacası “Cennet Sineması”ndan (“Nuovo Cinema Paradiso”, 1988) daha iyi bir sinema fetişizmi filmi ya da sinema aşkı üzerine sanat eseri ile yüzleşiyoruz. Yönetmen belli ki kendi ruhunu kaybedip kişisel bir ağıt öyküsü anlatırken günümüz teknolojilerinin es geçilmemesi gerektiğinin da altını çizmiş. Ne diyelim üstad öyle diyorsa bize başka şey söylemek düşmez!

        FİLMİN NOTU: 7.3

        Künye:

        Hugo

        Yönetmen: Martin Scorsese

        Oyuncular: Asa Butterfield, Chloë Grace Moretz, Sacha Baron Cohen, Ben Kingsley, Christopher Lee, Jude Law, Emily Mortimer, Ray Winstone

        Süre: 127 dk.

        Yapım Yılı: 2011

        NE ‘ENTEL’İ VAR, NE ‘EFE’Sİ...

        Ülkemizde ‘kültür farkları komedisi’ aşılamaya uygun bir malzeme var orası kesin. “Dondurmam Gaymak”taki ‘sosyal komedi’ eğilimiyle Avrupa sineması tadı bırakan Yüksel Aksu ise ikinci filminde şehirli-köylü çekişmesini ele alan popüler bir işe imza atmak istemiş. Ancak bu sıfatın içinde kendine sivrilecek bir alan bulamayan “Entelköy Efeköy’e Karşı”, ne yazık ki ne bir yönetmenlik anlayışı, ne bir senaryo gücü, ne de gerçek oyunculuklar içeriyor. Üstüne üstlük köy halkına ayrımcı yaklaşımıyla söylemsel dengesini dahi tutturamıyor. Nihayetinde son dönemdeki yerel portreye baktığımızda alt türün içinde “Ay Lav Yu”nun ilerisinde, “Şans Kapıyı Kırınca”nın gerisinde bir filmle yüzleşiyoruz.

        ‘Köy efsanesi’ kıvamında başlayan bir film “Entelköy Efeköy’e Karşı” (2011). Hatta sözü geçen eserin ilk kısmını izlerseniz rahatlıkla ‘egosu tavanda bir yönetmenin son şaheseri’ ile yüzleşeceğinizi düşünebilirsiniz. Aksu, film boyunca ‘köy insanları’nı sersemletecek derecede ‘şapşal’ yerine koyduğu düzenine de oradan start vermiş: ‘Yönetmen çölvari bir yerde entel dantel konuşmalar yaparak yürür ve yanındaki şirin görünümlü köylü teyzeye sorular sorar. Onun cahil yerine konmasına ve aşağılanmasına alan açan cevaplar bu mizanseni-skeci tamamlar.’

        Köy halkı ile aktivist şehirliler arasındaki çatışma ana mesele

        Aslında filmin bütünü de bu tabana bel bağlamış. Yönetmen, sözde “Kızılırmak- Karakoyun” (1967) ile başlayan Anadolu Efsanesi estetiğinden bir tutam köy komedisi tüttürmek istemiş. Ancak üç bölümlü epizodik anlatının araya girişlerle doldurulduğu tonlama bir türlü tutmamış. Zira kendisi böylesi bir hikaye anlatma güdüsünü kaldırabilecek ‘yönetmen kalibresi’ne sahip değil maalesef. Ercan Yılmaz ve Levent Çelebi gibi bu konuda erbap iki ismin teknik ekibin ana çatısını oluşturmasına karşın üstelik...

        Aksu’nun ‘köy halkı’ ile ‘entelektüel tabanlı, çevreci-aktivist şehirliler’ arasındaki Termik Santral üretimine ve milletvekillerine varan mücadelede bir alaycı duruş var. Ancak bu dokunun yönelimi ‘kültür farkları komedisi’ olunca olay orada patlak vermiş. Zira Şahin Irmak’ın hiç de köylü cübbesi giyemeyen karakterinin izindeki ‘komüne ait kesim’in ‘inandırıcı’ olmayan halinden çok ‘şapşal-cahil’ çizilmesi mizahın ana çatısını oluşturuyor.

        “Dondurmam Gaymak”ın sahiciliği ‘yapma prodüksiyon’ ile doldurulmuş

        Lafın özü yönetmen, kolaycılık yaparak ‘köydeki yüksek popülasyon’ ile dalga geçmek için fazlasıyla yan motif olan yan karakterlerin deyişlerine, yüz ifadelerine ve nokta atışlarına yönelmiş. Onların “Dondurmam Gaymak”taki (2006) kadar sahici durmamaları ve makyaj yapılmış yapay prodüksiyon ürünü gibi görünmeleri bir bakıma bu tavrı açığa çıkarmaya yaramış.

        Temelde çevrecisinin de köylüsünün de ‘doğa’ yanlısı bir ideolojisi olması noktasından üreyen mizah, tam olarak omurgasını oluşturamamış. Zira Aksu, ilk filmindeki Jiri Menzel’den kaynak aldığı sosyal komedinin ‘mesafeli’ anlatısını burada popüler bir dokunuşla doldurmuş ya da doldurmak istemiş. Hatta Abdullah Oğuz’un kurgucusunu tutup 1.85:1 oranında böylesi bir anlatı için yanıp tutuşmuş. Ancak bu noktada ne diyalog, ne oyunculuk, ne de görsel yeti ile komedi aşılayabilmiş.

        Oyuncular kadrajların köşesine sıkıştırılıp işlevsiz hale getirilmişler

        Bu konuda yönetmenin yaşadığı en büyük sıkıntı Şahin Irmak’ın ‘köydeki Kemal Sunal’ı ya da ‘Davaro’vari bir tiplemeyi canlandırma sevdasında ne bir aksan, ne bir karakter, ne de kişisel bir güldürü malzemesi sunabilmesi.

        Zira Aksu, komedinin popüler alanına hakim bir isim değil. Burada da ‘vinç’i prodüksiyon kalitesi için, sıçramalı kurguyu da ‘gösteriş’ olsun diye kullanan, ‘paramız var diye araya bir dekupaj sıkıştırdık’ hedefli omurga akıyor. Bu da elbette kadrajların ve çerçevelerin köşelerinde sıkışıp işlevsiz hale gelen karakterlerle ve kurulmamış mizansenlerle yürüyor.

        Çevre ve doğa meseleleri için Rüya Arzu Köksal belgesellerini öneririm

        Köylü halkın ırkçı bir tavırla ötekileştirilmesinin, ‘entelköy’ işlevini kaldıracak Batılı kesmin ise hiç de bizim bildiğimiz gibi olmadan ‘ders verir’ işleve bürünmesi enteresan. Hatta bu noktada Ayşe Bosse’nin ‘yabancı aksanlı entel’ düşüncesi hiç de Türkiye’nin yapısının alegorik karşılığını verememiş.

        Belli ki Aksu, kültür farkları komedisi alanında da kurmaca alanında da kafa patlatmamış bir isim. Zira benzer meseleleri Rüya Arzu Köksal gibi inceleyen sivri ve profesyonel belgeselciler varken burada yaptığını açıklamak mümkün mü? Elbette hayır. Karşımıza çıkanın tuluat tiyatrosu, köşe-kapmaca ya da dizi olduğunu düşününce dahi kafamızdaki parçalar yerli yerine oturmuyor nedense...

        FİLMİN NOTU: 2.9

        Künye:

        Entelköy Efeköy’e Karşı

        Yönetmen: Yüksel Aksu

        Oyuncular: Şahin Irmak, Ayşe Bosse, Recep Yener, Emin Gürsoy, Ayla Arslancan, Ümit Olcay

        Süre: 110 dk.

        Yapım Yılı: 2011

        AÇ TAVŞAN ZIPLAR MI?

        İnsanlık, sağduyu ve taciz kavramları ışığında yürüyen, suç oranının artmasıyla oluşan ‘sinsi çete’ düşüncesiyle ışıldayan bir Hitchcockyen gerilim. Roger Donaldson’ın yüksek tür zekasıyla heyecanını, tansiyonunu, merak duygusunu ve temposunu yitirmeyen “İntikamın Bedeli”, ‘vigilante film’ (intikam filmi) dediğimiz ve gittikçe Tanrıcı, ahlakçı ve şiddet yanlısı hale gelen oluşuma da adeta dersini vermiş. Belli ki yönetmen ve senarist ekibi, bu konudaki dertlerini ‘adalet sistemi’ni daha zekice irdeleyen bir dramatik omurgayla yansıtmak istemiş. Bu arzularında da büyük oranda başarıya ulaşıp sürükleyici bir Hollywood seyirliği sunmuşlar.

        Avustralya çıkışlı Roger Donaldson, Peter Weir gibi Amerika’nın karnından tür filmleri üreten bir yönetmen. 20 seneyi aşkın süredir bu duruşunu sürdüren şahıs için, ‘yedinci sanata hakim’ yorumu yapılabilir. Bu doğrultuda da “İntikamın Bedeli”nin (“Seeking Justice”, 2011) onun kariyerinin ‘Hitchcockyen gerilim’ halkası olduğunu iddia edebiliriz. Bu da filmin ruhuna sinen kimi eksiklerine karşın oluşturduğu omurganın ilginç bir şekilde yürümesine olanak tanımış.

        İçinde bulunduğu alanın klişelerinden sıyrılmış

        Zira burada ‘tecavüz ve intikam filmi’ (‘rape and revenge film’) adlı istismar filmi alt türünün müridi bir eser var. Ancak ne “Köpekler” (“Straw Dogs”, 1971), “Kurtuluş” (“Deliverance”, 1972), “Ölüm Arzusu” (“Death Wish”, 1974), “Taksi Şoförü” (“Taxi Driver”, 1976) gibi bu alanda ‘dinginlik’iyle dikkat çekip ‘vigilante film’i başlatan yapıtlardan, ne “I Spit on Your Grave” (1978) gibi çöp klasiklerinden, ne de son dönemin “İçindeki Yabancı” (“The Brave One”, 2007) ve “Kaçış Planı” (“The Next Three Days”, 2011) gibi ahlakçı örneklerinden biriyle yüzleşiyoruz.

        Aksine “İntikamın Bedeli”, senarist Robert Tannen’ın zekasıyla ‘tecavüz’ün ardından şekillenen farklı bir gerilim yetisiyle ilerliyor. “Ölüm Emri” (“Death Sentence”, 2007), “Adalet Peşinde” (“Law Abiding Citizen”, 2009) gibi alanı allak bullak edip halihazırdaki ‘dramatik süzgeç’i devre dışı bırakan güncel işleri akla getiriyor.

        Kurduğu cinayet çetesinin özgünlüğüyle oyalıyor

        Belki tecavüz sahnesi için ‘profesyonel’ veya ‘çarpıcı’ yorumu yapmak mümkün değil. Ancak Donaldson’ın filminin ‘Hungry Rabbit Jump’ sözüyle iş bitişi alan ‘Seeking Justice’ adlı ‘sinsi cinayet çetesi’nin izini sürmesiyle bir çekicilik aşıladığı şüphesiz.

        Bu durum da ‘intikam’ı filmin başına yerleştirirken o noktadan itibaren Nicolas Cage önderliğinde “Gizli Teşkilat”vari (“North by Northwest”, 1959) bir koşuşturmaca izlememizi sağlıyor. Aksiyon ile gerilim dengesini iyi ayarlayan Donaldson’ın sıkmadan şüphesini (suspense) de temposunu da içine yedirdiği, mantık boşluklarını geri plana iten bir yol inşa ettiği kesin. Aksiyon sahneleri için keskin bir gerçekçilik göremesek de bu açmazın üstü temposal pansumanla kapatılıyor.

        Adalet sistemi ve cinsel taciz üzerinden oluşturulan bir dramatik omurga

        Bu doğrultuda filmin yaptıklarına ulaşırken ‘cinsel taciz’, ‘basın özgürlüğü’ ve ‘adalet sistemi’ üzerinden ‘münferit grup’ yoluyla bir analiz sunduğu görülebiliyor. Günümüz dünyasında tecavüzlerin ve suçların artmasını hicveden bu oluşumun, öncesinde ‘cinsel’ düsturunu ardından basın çerçevesindeki açılımını iyi belirlediği kesin.

        “İntikamın Bedeli”nin de hedefi ayakları üzerinde duramayan evlilik tablosunu, eğitim sistemini ve polis teşkilatını topa tutmak olmuş. Bunun için ‘masum insanların suç işlemesi’ni sağlayan çetemsi grubun adalet sisteminin bir anti-tezini oluşturduğu görülebiliyor. Yönetmenin de bu arka plan üzerinden inşa ettiği dramatik yapı, görsel yapının üzerinde bir işlev veriyor. Sürükleyici bir Hollywood tür filmi sunmaya kadar gidiyor.

        FİLMİN NOTU: 6

        Künye:

        İntikamın Bedeli (Seeking Justice)

        Yönetmen: Roger Donaldson

        Oyuncular: Nicolas Cage, January Jones, Guy Pearce, Xander Berkeley, Jennifer Carpenter

        Süre: 105 dk.

        Yapım yılı: 2011

        TATSIZ VE ANTİPATİK

        İnsan karakterlerle ilerleyen noel konulu bir bilgisayar animasyonu. Alanda eşeği sağlam kazığa bağlamayan Sony Pictures Animation çıkışlı “Hediye Operasyonu”, bu sebeple ‘insan modellemesi’ sıkıntısına ve ‘arka plan’ boyutsuzluğuna takılmış. Bu durum da eldeki ürünün tatsız, tutsuz ve antipatik bir seyir süreci sunmasına yol açmış.

        ‘Noel filmi’ kavramının belki de gereğinden fazla etrafta dolaştığı açık. Hollywood’un türsel ve hikayesel bir gelişim yaşamadığı ilk döneminde bu durum ‘anlaşılır’ gözükebilir belki. Ancak günümüz için pek de ‘akıl karı’ değil. Öyle ya da böyle bu formülün açıldığı alanlar konusunda ‘teknik’ anlamda bir süreçten söz edebiliriz. Her ihtimalde kendi içinde ya duygusal bir baba-oğul ilişkisine, ya fantastik bir umut yolculuğuna ya da didaktik bir aile filmine ev sahipliği yaptığı şüphesiz. İşte tam olarak bu durum, o alanı kendini geliştirmeden yerinde sayar hale getiriyor.

        Defolar insan modellemesinin ‘tek boyutlu’ hatlarından başlamış

        Bu durumun son karşılığı “Hediye Operasyonu” (“Arthur Christmas”, 2011) Kuzey Kutbu’ndaki ‘…ıncı noel baba’ üzerinden yürüyen bir bilgisayar animasyonu. Esprili tarafları, casusluk hikayesi omurgasına meyleden çıkış noktasına yükleniyor. Ancak bunları anlatıya yerleştirip o yukarıdaki görüntünün ötesine geçmek isterken ‘yuvarlak burun’, ‘çöp gibi bacaklar’ ve ‘büyük gövde’den oluşan çöp adam kıvamındaki insan modellemesi sıkıntısına kapılmış gibi.

        Buna arka planların boyutsuzluğu da eklenince Sarah Smith gibi bir TV memurunun işlevsiz kaldığı tatsız tutsuz bir beyaz perde ürünüyle yüzleşiyoruz. Ne sempatiklik ne de eğlence aşılayan karakterleri ile düşünme ya da kahkaha atma imkanı veremeyen animasyonun, Sony Pictures Animation şirketinin ‘köksüzlük’ünü anlattığı söylenebilir. Bu durum da birazcık çocuklara uygun, ama büyükler için neresinden tutsanız elinizde kalacak bir ürünle yüzleşmemizi sağlıyor.

        Robert Zemeckis’in eğilimi izlenmeli

        “Hediye Operasyonu”, baba-oğul hikayesi üzerinden anti-kahraman belirlemek isterken kendisinden daha yaratıcı duran, meselenin kurmaca temsilcisi “Noel Baba 3”ün (“Santa Clause 3: The Escape Clause”, 2006) yaratıcı fikirlerinin bile gerisinde kalmış. Niye animasyon olduğunu anlayamayadığımız eserin ‘Buz Devri’ serisi, “Ejderhanı Nasıl Eğitirsin” (“How to Train Your Dragon”, 2010) gibi eserlerin ‘insan prototipi’ sıkıntısını birebir taşıdığını görmemek zor.

        Bu da Robert Zemeckis’in insan modelleme odaklı motion capture (hareket yakalama) teknolojisinin böylesi eğilimlerde şart olduğunu bir kez hatırlatıyor. Yoksa bu ve bunun gibi örnekler sayesinde sayısı artan boyutsuz animasyonlar, bir çöp kovasını doldurup oradan bile taşabilir zamanla!

        FİLMİN NOTU: 3.8

        Künye:

        Hediye Operasyonu (Arthur Christmas)

        Yönetmen: Sarah Smith

        Seslendirenler: James McAvoy, Hugh Laurie, Bill Nighy, Laura Linney, Eva Longoria

        Süre: 97 Dk.

        Yapım Yılı: 2011

        AŞK PANSİYONU

        Yazlık beldede şehrin kapitalist düzeninden kaçış mekanı olarak kullanılan “Mavi Pansiyon”un ‘aşk oteli’ işlevi görmesine sırtını yaslayan modern bir aşk filmi. Mekan, adeta bir mıknatıs gibi ilişkiler konusunda rahatını da, tutucusunu da, tutkuyu tercih edenini de, duygusallık arayanını da, ilgi alanına tutulanını da kendine doğru çekiyor. Yunus Güner ile Fadik Sevin Atasoy’un canlandırdığı ‘aşık olma arifesindeki çift’ ise tüm bu soyut ya da somut kavramların arasında ilişkisel kimliklerini sorguluyorlar. Nezih Ünen’in ilk kurmaca filminde Hollywood anlatısına hakim yönetmenliğiyle dikkat çeken eserin, aşk-seks ikilemine Türkiye mozaiği üzerinden bakarken bunu görsel bir beceriyle taçlandırdığı kesin. Film de zaten bu yetisiyle öne çıkarak kolay yola sapıp ‘ölümcül hastalık’ın sömürücülüğünü seçen ulusal aşk filmlerinin arasından sıyrılıyor. Oyunculuklar ve diyaloglar konusunda belli sıkıntılar çeken yapıt, ilişkilerde ‘aşk mı, yoksa tutku mu geçerlidir?’ sorusunu sorarak bunun altından çok yönlü ve tartışılası cevaplar çıkarıyor.

        “Mavi Pansiyon”un vizyonundan bir gün önce, dün yazdığım yazısına şu linkten ulaşabilirsiniz:

        AŞK PANSİYONU

        FİLMİN NOTU: 5

        Künye:

        Mavi Pansiyon

        Yönetmen: Nezih Ünen

        Oyuncular: Yunus Güner, Fadik Sevin Atasoy, Özlem Tekin, Tan Sağtürk, Pelin Acar, Zeynep Beşerler, Nail Kırmızıgül, Nathalie Griffin

        Süre: 97 Dk.

        Yapım Yılı: 2011

        KEREM AKÇA’NIN VİZYON FİLMLERİ İÇİN YILDIZ TABLOSU

        Alacarakaranlık Efsanesi: Şafak Vakti Bölüm 1 (The Twilight Saga: Breaking Dawn – Part I): 7.1

        Allah’ın Sadık Kulu: Barla: 3.5

        Almanya’ya Hoşgeldiniz... (Almanya – Wilkommen in Deutschland): 5.5

        Anadolu Kartalları: 2.2

        Arabalar 2 (Cars 2): 5.5

        Babamın Penguenleri (Mr. Popper’s Penguins): 4.8

        Behzat Ç. Seni Kalbime Gömdüm: 3

        Beni Unutma: 4

        Bendeyar: 1.8

        Bir Gün (One Day): 6.3

        Bir Tutam Cennet (A Little Bit of Heaven). 3.3

        Bir Zamanlar Anadolu’da: 7.7

        Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi: 7.5

        Conan (Conan the Barbarian): 4.9

        Çelik Yumruklar (Real Steel): 2.8

        Çılgın Aptal Aşk (Crazy, Stupid, Love.): 6.1

        Dedemin İnsanları: 5.5

        Eylül: 3.6

        Gelecek Uzun Sürer: 5.5

        Goethe’nin İlk Aşkı (Goethe!): 3.4

        Görünmeyen: 5.5

        Hayat Ağacı (The Tree of Life): 9.7

        Hayat Sana Güzel (The Change-up): 3.8

        İkili Oyun (The Double): 4.1

        İstanbul (Isztamboul): 4.2

        Johnny English’in Dönüşü (Johnny English Reborn): 4

        Karadedeler Olayı: 5.4

        Killer Elite: 3.9

        Korku Evi (Dream House): 2.3

        Korku Gecesi (Fright Night): 3.5

        Kovboylar ve Uzaylılar (Cowboys and Aliens): 4

        Kötü Öğretmen (Bad Teacher): 5.2

        Kule Soygunu (Tower Heist): 4.3

        Mühürlü Köşk: 0.7

        Oğul: 4.2

        Oyunun Sonu (Margin Call): 3.5

        Ölümsüzler: Tanrıların Savaşı (Immortals): 6.5

        Paranormal Activity 3: 5

        Paris’te Gece Yarısı (Midnight in Paris): 5.8

        Saç: 7.8

        Salgın (Contagion): 7.4

        Son Durak 5 (Final Destination 5): 4.8

        Şangay (Shanghai): 5.5

        Şey (The Thing): 3

        Şeytanın İkizi (The Devil’s Double): 2.6

        Şeytanın İni (Red State): 5.5

        Tehlikeli İlişki (A Dangerous Method): 5.5

        Tenten’in Maceraları (The Adventues of Tintin): 5

        Üç Silahşörler (The Three Musketeers): 4.1

        Zamana Karşı (In Time): 6.9

        Zirveye Giden Yol (The Ides of March): 6.3

        Not: Yıldızlar, 10 üzerinden verilmektedir.

        keremakca@haberturk.com

        Diğer Yazılar