Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Sinemada Hollywood üzerine hikayeler fazlaca ele alınmıştır. “Artist” de Stanley Donen-Gene Kelly ikilisinin imzasını taşıyan “Yağmurda Şarkı”da gördüğümüz ‘sessiz dönemden sesli döneme geçiş’ gibi sanat dalının kilit dönemlerinden birine odaklanan bir başarı öyküsüne odaklanmış. Douglas Fairbanks alıntılarıyla örülmüş ‘Valentin’ soyadlı bir karakterin izinden inşa edilen örgü, Mary Pickford’a benzer kimlikte bir kadınla da ‘sinefiller için kaçınılmaz derecede albenili’ hale getirilmiş. Hazanavicius’un kendisinin de bundan zevk aldığı ortada. Zira tam ekran, siyah-beyaz ve sessiz bir sinema filmi üretirken bir saygı duruşunda bulunmayı kafasına koymuş. Ancak bu ‘retro model’ son 10 yılda “Brand Upon the Brain!”, “Dr. Plonk” ve “Anten” gibi daha iddialı filmlerde karşımıza Guy Maddin, Rolf de Heer gibi ‘her şeyin üzerine koyan’ yönetmenler tarafından çıkarıldığı için nihai toplam çok da çekici gelmiyor. Aksine “Artist”, bu eserlerin değerini arttırma işlevi görüyor. Yine de sinefilleri ve yedinci sanatın ‘teknolojik gelişmeler’i ile ilgili yorumları merak edenleri doyuracak cinsten bir eser karşımızdaki.

        Michel Hazanavicius’ın filmi bir bakıma sinema mirasına saygı duruşu eseri ya da Amerikalılar’ın dediği gibi ‘homage’ adıyla anılabilir. Öyle ki Stanley Donen-Gene Kelly ikilisinin imzasıyla yükselen “Yağmurda Şarkı”da (“Singin’ in the Rain”, 1952) ele alındığını gördüğümüz ‘sessiz sinema-sesli sinema geçişindeki sorunlar’, burada daha ‘gönderme’ odaklı bir damar üzerinden canlandırılmış. Uzun lafın kısası “Artist” (“The Artist”, 2011) George Valentin’in başarı basamaklarındaki ivmelerine dikkat çekerek yürüyen bir 1920’ler portresi çizmiş. Buna istinaden yapımcısı, yükselen aktrisi, başroldeki aktörü ve daha nicesi derken bir sektörel analiz çıkarmış. Bunda da başarılı olmuş, kabul edelim.

        Sesli sinema korkusu üzerine

        Filmde “Sunset Bulvarı”nda (“Sunset Blvd.”, 1950) Gloria Swanson’ın oyuncu kimliğine cuk oturan yitmeye yüz tutmuş Norma Desmond tiplemesine benzer bir ‘yıkılma’ görebiliyoruz. Bu durum da ‘fiziksel ve sessiz çekiciliği’ dönemsel değişimle kaybetmeye mahkum bırakılan bu karakterin sektöre soktuğu Peppy Miller tarafından bir kenara itilmesi de ayrı bir yürek egzersizini beraberinde getirmiş. Tespitler ve metnin omurgasının akışı ise köpek dostluğu ile yaver karakterlerin çerçevesinde dokunaklı bir yapıya kavuşturulmuş.

        Hazanavicius’un 1927’de emekleme adımlarını bu eşiksel dönemdeki portrelemeye uzanırken (ki sesli sinemanın işlevlerine 1929’da start verdiği bilinir) karşımıza çıkardığını tam ekran (1.33:1), sessiz ve siyah-beyaz bir dokuyla sunması da ayrı bir yönetmen zekası gerektiriyor. Sese geçişte ‘ufak ses efektleri’ ile etrafımızı saran ‘tedirgin edicilik’ ise filmin amacını belli etmiş. Zaten “Artist” esasen sesli sinema korkusuna ve bunun sektöre getirdiklerine Vitagraph Stüdyoları üzerinden bakış atmak için yola çıkmış.

        Gregg Toland’ın mezarında kemikleri sızlıyor mudur?

        Uzun senelik kontratlar, kölecilik sistemi derken gerçek bir kıyımı, insansızlığı ya da diktatörlüğü ele almış. Bu doğrultuda da eleştirel yapısı yerinde bir işçilik sunmuş. Yönetmenin görsel üslup denemesinin fikir bazında gittiği noktalar ilginç. Görüntü bindirme, pan hareketi, erime gibi teknikler ile yürüyen görsel yapının ara yazılarla dengelenmesi önemli bir döneme uygunluk getirmiş. Ancak yönetmenin henüz ‘derin odak’ (karenin her alanının net görülmesini sağlayan teknik) keşfedilmemiş, sadece ‘dark odak’ (karenin sadece önünde veya arkasında duran kişilerin-objelerin net durmasını sağlayan teknik) hakimken alan derinliğini o varmış gibi birçok yerde genişletmesi hanesine eksi puan olarak yazılmış.

        Bu tekniği 1930’ların sonunda keşfeden görüntü yönetmeni Gregg Toland’ın mezarında kemikleri sızlamış mıdır orasını bilemeyeceğiz. Fakat üstadın bu devrim sonrası bir Akademi Ödülü kazanmasının yanında “Yurttaş Kane”in (“Citizen Kane”, 1941) sinema tarihine kazınmasını sağlayan işçiliğindeki imzasıyla da zaten mükafatını çoktan aldığı açıktır. Bu durum en doğru yoldan Hazanavicius’un belli oranda ‘sessiz sinema dekupajı bilinçsizliği’ çektiğini kanıtlıyor aslında.

        Son 10 yılda aynı modeli kullanan en az üç film var

        Zaten ortada “Brand Upon the Brain!” (2006), “Dr. Plonk” (2007), “Anten” (“La Antena”, 2007) gibi filmlerde yapılmış, birinde biyografi, birinde slapstick komedi, birinde Alman dışavurumculuğu üzerinden yürüyerek üzerinden sonuçlar alınmış bir film modeli var. Hadi Guy Maddin, Rolf de Heer gibi son 20 senenin dünya sinemasında iz bırakmış isimlerini bir kenara bırakalım dedik. O zaman da bu modelin vasıflarından bir veya ikisini uygulayıp daha başarılı olan “Deli Dolu” (“Silent Movie”, 1976), “İyi Alman” (“The Good German”, 2006), “Ölü Adamlar Ekose Giymez” (“Dead Man Don’t Wear Plaid”, 1982) ve “Juha” (1999) gibi örnekler çıkıyor karşımıza.

        Bunların ötesinde “Artist”in Hollywood odaklı, başarı ve azim hikayesine bağlanan dokusu tutuyor tutmasına. Ancak Hazanavicius’un sonlarda çektiği ‘ses’ numarası üzerinden efektsel dokuyu o yöne kaydırması daha çarpıcı bir ‘bütün’ün yolunu açabilirdi diye de düşünmüyor değiliz.

        Yapmak istediğini yapıyor belki, ama bunun üzerine koyma noktasında tıkanıyor

        Bu noktada Dujardin’in tek İngilizce lafını aksanlı söylemesi de eklenince bir yapaylık hissiyatı oluşmuş. Tamam ‘gerçek sanatçı kim?’ gibi söylemlerle günümüzün teknolojik açılımını, HD ve üç boyut meselelerini eleştiren bir zemini de var filmin. Bunu tuvalin üzerine bindirilen puntolarla yapması da şaşırtıcı derecede başarılı.

        Ancak hem daha önce gördüğümüz bir şey devreye sokulmuş, hem ufak tefek görsel zedelenmelere mahkum olunmuş, hem klasik başarı hikayesi omurgası kullanılmış, hem de yeni bir şey oturtulmamış. Her şey Maddin’in “Brand Upon Your Brain!”inin o dönemin bütün görsel dokularını arkasına alan gücünü arttırma yolunda yürümüş gibi.

        Her sinefili tatmin edecektir

        Dujardin’in sessiz sinemaya uygun bıyıklı, çekici ve yüz ifadesi keskin kimliğinden çıkan içe dönük performansı ile Bérénice Bojo’nun da aynı duruşu sergilemesi bunlara eklenebilir. Birinin Douglas Fairbanks, diğerinin Mary Pickford (sessiz dönemde kadın Charlie Chaplin olarak anılan Fairbanks’in eşi) güzellemesi sunması ise sinemaseverlerin damağında nostaljik bir tat bırakıyor. Filmi baştan sona izleyip deneyimleme arzusunu yaşatıyor. Hatta George Valentin isminin soyadıyla ‘Rudolph Valentino’ya gönderme işlevi üstlenmesi, o dönemin iki önemli starını anmamızı da sağlıyor. Bilindiği gibi Douglas Fairbanks, Dr. Tebessüm ve Bay Azim kod adlarıyla markalaşmış hafif alaycı bir şahıstı o zamanlar.

        Elbette sondaki Fred Astaire-Ginger Rogers ikilisini hatırlatan tap dans sahnesiyle slapstick komedi-sahne müzikali arasındaki geçişin de her sinefilin görmesi gereken cinsten olduğu unutmamak lazım. Lafın özü “Artist”, takdir edilesi, dokunaklı ve retrospektif bir iş. Ama ‘yeni’ veya ‘çığır açıcı’ laflarını kullanmak zor bu eser için. Üstelik sondaki vinç kullanımı başta olmak üzere bir yerde de keşfedilmemiş bir kameranın sahneyi esir aldığını düşünürsek...

        FİLMİN NOTU: 6

        Künye:

        Artist (The Artist)

        Yönetmen: Michel Hazanavicius

        Oyuncular: Jean Dujardin, Bérénice Bojo, John Goodman, James Cromwell, Penelope Ann Miller

        Süre: 100 Dk.

        Yapım Yılı: 2011

        keremakca@haberturk.com

        Diğer Yazılar