Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        1997 ve 2002 tarihlerinde iki filme açılan ‘Siyah Giyen Adamlar’ serisi, takvimlerimiz 2012’yi gösterirken birtakım yeniliklerle geri dönüyor. Parodi evrenine de zaman yolculuğundan parapsikolojik öğelere, seri katil motifinden 1969 temsiline kadar uzanan nice zekilikler ekliyor. Bu da “Siyah Giyen Adamlar 3”ü bütün o belirgin ‘coşku’ ve ‘lezzet’ eksikliğine karşın, ufak ekip ve omurga değişiklikleriyle alanında keyifli bir işe çeviriyor. Bu vesileyle yıllar geçtikçe eskimeyen birinci ve ikinci bölümü izleyip K ve J dışında sürekli değişen kadronun vukuatlarına göz atmakta fayda var. Özellikle de günümüzde emperyalist ve milliyetçi uzaylı istilası filmlerinin sayısı artmışken...

        Uzaylıları tespit edip insanlara çaktırmadan yok etmeye yarayan, tanıdık bir birim. Bundan 15 yıl önce tanıştığımız ‘Siyah Giyen Adamlar’ın, ‘ikili’ kıstasının izini sürmesi bir anlamda eğlenceli anları garantili hale getiriyordu. Bunun ışığında o markanın can verdiği filmlerin hasılat rakamlarının tekil olarak 200 milyon doları geçmesi de tesadüf değildi. Zira son derece zeki bir ‘inşa süreci’ne tabi tutulmuştu proje.

        ‘Cehennem Silahı’ uzaylılara karşı

        Öncelikle ‘uzaylı istilası filmi’ tabanında o zamana kadar var olan uzaylı modellerinin hemen hemen tamamı ele alındı. Yaratıklık, içe girme, zihin okuma gibi özellikler çıkarıldı. Bunların üzerine ‘iki kafadar filmi’ (buddy-movie) olarak bildiğimiz ‘Cehennem Silahı’ (‘Lethal Weapon’) serisi ile o zamanlar parlayan bir aksiyon-komedi formülü yerleştirildi. Will Smith ile Tommy Lee Jones arasındaki usta-çırak ilişkisi de böylece mizah kat sayısını ikiyle çarpmış oluyordu.

        Zira Mel Brooks imzalı “Uzay Topları” (“Spaceballs”, 1987) gibi esaslı bilimkurgu parodilerinden öte bir görüş, birikim, detaycılık ve vizyon vardı burada. Barry Sonnenfeld’in ‘kara komedi’lerinden çıkıp projeye katılması, oyuncu yönetimi ve espri yakalama görgüsünü serinin atardamarına yerleştirdi. Şimdi takvimlerimiz 2012’yi gösterirken geri dönen ‘Siyah Giyen Adamlar’ markası ise halen Lowell Cunningham’ın çizgi romanının meyvesini yeme peşinde.

        Yeni fikirler serinin ezberine çoğu zaman katkıda bulunuyor

        Aslında büyük ölçüde başarı sağlanmış. Kabul etmeliyiz ki burada ‘zaman yolculuğu’ ile 1969’a gitme, ilk uzaylı seri katil motivasyonunu kullanma ve parapsikolojik güçlere sahip bir uzaylı medyumun izini sürme fikirleri işlemiş. Bu da eğlenceli bir serüveni beraberinde getiriyor. Will Smith de, Emma Thomspon’ın patron Ajan O’su da aksamıyor.

        Ajan K’nin gençlik hali Josh Brolin’e verdiği ‘ses tonu’ ise bütün filmi dolduramamasa da zaman zaman ironik bir duruşa alan açıyor. Serinin kökeninin Vietnam Savaşı’nın bittiği tarihe yerleştirilmesi, ‘öteki-insan’ ilişkisi mizanseni adına 2000’ler geleneğini eleştiren bir dokuyu da gözden geçirmemizi sağlıyor.

        Michael Stuhlbarg ile Jemaine Clement’a dikkat!

        Ancak en önemlisi “Ciddi Bir Adam”la (“A Serious Man”, 2009) parlayan Michael Stuhlbarg ve “Kartal Köpekbalığı’na Karşı” (“Eagle Vs. Shark”, 2007) ile çıkış yapan Yeni Zelandalı Jemaine Clement’ın ekstra katkıları olmuş. Zira J ile K arasındaki ‘zaman yolculuğu’ babındaki tesadüfler ve nesiller odaklı espriler ‘Geleceğe Dönüş’ dönemi kokarken, son 10 yılda karşımıza çıkan mizahi denemeleri aklımıza getirip damağımızda ekşi bir tat bırakıyor.

        Fakat Griffin’e çok kalıcı bir imza koyan Stuhlbarg’ın pörtlek gözleri, sinsiliği ve medyumsal vizyonu, doyumsuz bir karakter armağan ediyor sinemaya. Clement’ın Hayvan Boris adlı mahkum uzaylı tiplemesinin ise ‘gözsüz’ haliyle bir coşkuyu peşimize taktığı söylenebilir. Absürt komedide kendilerini kanıtlamış bu iki ismin gerçek Hollywood semalarında yeri hazır gibi...

        İlk iki filmin heyecanı ve coşkusu eksik

        Zira burada üzerine gidilen ‘yenilik’ düşüncesini en çok onlar desteklemiş. Aksiyon, yeni model arabalar ve teknoloji ise bir detaya dönüşmüş. “Siyah Giyen Adamlar 3” (“Men in Black III”, 2012), ilk iki filmin coşkusunu tam olarak yansıtmasa da bu eklemeler ve her şeye rağmen akan ‘birimsel zeka’ ile izlenen bir film. Kendi evrenini kabul ettiren bir parodi kültünün temsilini yeniden kulağımıza fısıldıyor. Andy Warhol gibi ‘o da bir ajandı’ değişimlerini işin içine dahil etmesiyle ise bunun cevaplarını da alabiliyor.

        Bunu yaparken Smith-Jones ikilisinden beslenen ‘heyecan’ı geçmişte veya zamansal dolaşımda biraz geride bırakması bu filmin en büyük sıkıntısı kanımca. Bütün bütçe ihtişamına rağmen serinin ilk iki halkasının yanında bu ürünü yaralayan da bu zaten.

        FİLMİN NOTU: 5.5

        Künye:

        Siyah Giyen Adamlar 3 (Men in Black III)

        Yönetmen: Barry Sonnenfeld

        Oyuncular: Will Smith, Tommy Lee Jones, Josh Brolin, Emma Thompson, Michael Stuhlbarg, Jemaine Clement, Bill Hader, Alice Eve

        Süre: 105 dk.

        Yapım yılı: 2012

        YAPIŞTIRA YAPIŞTIRA İZLE

        Kurmaca bir adada 12 yaşındaki iki çocuğun ‘saf’ olmayan aşkını özgünce çerçeveleyen bir eser. Wes Anderson’ın “Tenenbaum Ailesi” ile başlattığı alternatif çizgi roman estetiği dokusunun çatısına başta ‘technicolor’, ‘Brechtiyen yaklaşım’ ve ‘görsel anlatıcı kullanımı’ olmak üzere fazlaca tuğla yerleştiren bir yapıttan bahsediyoruz. “Moonrise Kingdom”, daha gün ışığını tersine çeviren isminden itibaren bir Amerikan anti-masalının adresine dönüşmekle kalmıyor. Aynı zamanda eleştiri oklarını ebeveynlerin çocuklarda bıraktığı etkiye yöneltirken, ‘katil aşıklar-felaket-işlevsiz aile’ tonlu olağandışı bir absürt-deadpan komedi tabanı da sunuyor. Adeta Luis Bunuel’in “Stromboli”yi çektiğini hissettiren bir modern sinema temsilini, postmodern ‘post-it’lerle onarıp yeniden gözden geçiriyor. Wes Anderson'ın ütopyası olarak anılabilecek "Moonrise Kingdom", kısa sürede başyapıta dönüşürse şaşırmamak lazım.

        Haftanın ve şimdilik yılın en iyisi “Moonrise Kingdom”ın dün yazdığım yazısı için şu linke tıklayın:

        FİLMİN NOTU: 8.7

        Künye:

        Moonrise Kingdom

        Yönetmen: Wes Anderson

        Oyuncular: Jared Gilman, Kara Hayward, Bruce Willis, Edward Norton, Bill Murray, Frances McDormand, Harvey Keitel, Tilda Swinton, Jason Shwartzman, Bob Balaban

        Süre: 94 dk.

        Yapım yılı: 2012

        GOTİK MANZARALI SUB-NOIR

        “Kuzey Faresi” ile Fransız sinemasının David Lynch’i olma işlevini üstlenen Dominik Moll, birkaç senaryoyla geçen altı yılın ardından “Şeytanın Yüzü”nde bu imzasını sürdürme derdinde. Film, manastıra bırakılan bir bebeğin zoraki rahiplik ve vaizlik serüvenini belleksel bir süzgeçten geçiriyor. Bu da gotik manzaralı bir sub-noir temsiliyle dini hiyerarşiyi eleştiren bir yapıtla yüzleşmemizi sağlıyor.

        Sinemada rahip, keşiş ya da papaz hikayeleri denince dipsiz bir kuyunun içine girersiniz. Hıristiyanlık, mezhepler, dini aydınlanma ve mistisizm ile donatılırsınız. Ancak bu konuda Carl Theodor Dreyer, Luis Bunuel ve Roberto Rossellini’nin kimi yaklaşımları dikkat çekici boyutta dini dayatmaları yıkar niteliktedir. Matthew Lewis’in ‘The Monk’ adlı romanı ise böylesi bir yaklaşımı korku/gerilim/gizem türlerinin arasında bir egzersize dönüştüyor.

        Demode perili ev filmi malzemesi sub-noir geleneğine kaydırılmış

        18. yüzyılda yaşamış ve bir manastırın kapısına konarak ‘doğmadan kendini kaptırmış’ bir karakterin kimlik bunalımını ele alıyor. Cassel’in dolgunluğuyla desteklenen bu durum Ambrosio adlı bir karakter yaratmış. ‘Şeytan’dan korkan ve sanrısal bir rahatsızlık çeken bu tipleme, psikolojik benliğiyle filmin merkezine yerleşiyor. Lewis’in romanı ise ‘perili ev filmi’ mimarisini dönüştüren bir ‘gotik manastır’ yaratma peşinde.

        Son dönemde izlediğimiz “Siyahlı Kadın” (“The Woman in Black”, 2012) ve “Öbür Dünyadan” (“The Awakening”, 2011) gibi demode işlerin antitezi kıvamındaki metnin, bu noktada Dominik Moll’ün elinde kaydığı yer farklılaşıyor. Böylece femme fataleler, suçlar ve bellek odaklı, David Lynch’de gördüğümüz ‘sub-noir’ (bellekte dolaşan kara film türü) geleneğinden bir açılımla yüzleşiyoruz.

        Dini aydınlanma ve psikolojik karalma bir arada

        Bunun sebebi ‘yüzü maskeli hayali rahip’ten de anlaşılacağı üzere bir kimlik bunalımını devreye sokmak. Ambrosio, daha baştan şeytandan korktuğunu ve günah çıkardığını gördüğümüz, dini sisteme ayak uyduran bir isim. Ancak bunu isteyerek yapmaması onun ‘bastırılmışlık’ını cinsellik, suç ve özgür söz noktasında açığa çıkarıyor. Gerçek bir Katolik Kilisesi mahkumu olan karakterin de dışavurumu bu eğilimle vuku buluyor.

        “Şeytanın Yüzü”, hayal-gerçek arasında gidip gelirken ‘gizem’ algısını derinleştirip gotik sulara sapmıyor. Mimariyi de o yöne kaydırmıyor. Aydınlanma meselesini hicveden bir dış mekan beyazlığı ile kara filmi anlatan iç mekan karanlığıyla dolu bir evrenin temsilini ‘öznel’ çıkarımla yapıyor. Bu durum dini hiyerarşiyi ve varoluşu tehdit eden sistemi eleştirirken, karşımıza kalıcı bir kilise temsili de çıkarıyor.

        “Kuzey Faresi” (“Lemming”, 2005) kadar olmasa da Dominik Moll’ün ‘auteur’lüğe uzanan yolculuğunda kayda değer ve bütünleyici seyirliklerden biri karşımızdaki. Belli ki yönetmenin basmakalıplaşan iş hayatının ardından Katolik Kilisesi’ni hedef alması, ilerleyen dönemde de süzgecini genişleteceğini gösteriyor.

        FİLMİN NOTU: 6.2

        Künye:

        Şeytanın Yüzü (La Moine)

        Yönetmen: Dominik Moll

        Oyuncular: Vincent Cassel, Déborah François, Joséphine Sappy, Sergi López, Catherine Mouchet, Geraldine Chaplin

        Süre: 98 dk.

        Yapım yılı: 2011

        CİNSEL SUÇLARA BOSNA SAVAŞI’NDAN BAKIŞ

        Sinemada “Yağmurdan Önce”, “Tarafsız Bölge” ve “Barut Fıçısı”yla hatırladığımız bir siyasi olay... Bosna Savaşı dönemini ele alan Angelina Jolie’nin ilk yönetmenlik denemesi “Kan ve Aşk”, kimi acemiliklerine ve basit sömürü numaralarına karşın belli sinemasal anlarıyla seyirciyi düşündürmeyi beceriyor. Bu da zamanı geçmiş bir meseleyi ele alıyor gibi gözüken filmi, ‘tutku-tecavüz’ arasında gidip gelen ‘sosyopolitik cinsel algı’nın etrafında şekillenen doğru bir yola sokuyor.

        Sinema perdesinde ‘savaş’ gerçeklerinin zamansal dizgiyi takiben ele alındığı görülür. Bu durum kimi dönemlerde çok büyük etki yaratır, kimi dönemlerde ise 10 senede etkisini yitirir. Bosna-Hersek’teki Hıristiyan Sırplar ile Müslüman Boşnaklar arasındaki mücadeleyi öne çıkaran 1993 tarihli Bosna Savaşı da bu süreçten geçmiştir. Birkaç yönetmen doğurmasının yanında, birbirini tamamlayan ‘doğru’ gözüken filmler üretilmesine de alan açmıştır. Sırp-Boşnak ya da Hıristiyan-Müslüman çatışmasındaki kıyımı perdeye hakkıyla yansıtmıştır.

        Balkan sinemasına yönetmenler armağan etmiş bir alan

        Bu alan, “Barut Fıçısı”ndan (“Bure Baruta”, 1998) “Düşman Hattı”na (“Behind Enemy Lines”, 2001), “Güzel İnsanlar”dan (“Beautiful People”, 2000) “Sarajevo’ya Hoşgeldiniz”e (“Welcome to Sarajevo”, 1997), “Tarafsız Bölge”den (“No Man’s Land”, 2001) “Grbavica: Esma’nın Sırrı”na (“Grbavica”, 2006), “Kusursuz Çember”den (“Savrseni krug”, 1997) “Av Partisi”ne (“The Hunting Party”, 2007) uzanan bir çerçevede değerlendirilebilir. Bunların kimisinde Amerikan bakış açısıyla ‘savaş’ dehlizlerine açılsa da, genelde insani bir yaklaşımla Sırp askerinin etnik karmaşa ve metaforik tecavüze uzanan psikolojisine ya da Bosnalıların masumiyetine odaklanmıştır.

        Gazeteci hikayesinden kesişen hayatlar filmine, cephe savaşından ruhsal etki bırakan sosyal gerçekçi öykülere kadar gerçek bir sinema haritası oluşturmuştur. Makedon Milcho Manchevski, Sırp Goran Paskaljevic, Bosnalı Danis Tanovic ile Jasmila Zbanic’i yedinci sanata armağan etmiştir. “Kan ve Aşk” (“In The Land of Blood and Honey”, 2011) ise meselenin cinsel suç tarafını eline alırken, bunu ‘imkansız bir aşk’ öyküsünün orta yerini tensel temasla dolduran bir dille bütünlüyor.

        Savaşın içinden doğru bir dramatik damar bulmuş

        Bosnalı Zana Marjanovic (Ayla) ile Sırp Goran Kostic’in (Danijel) güç verdiği karakterlerin tutkulu ilişkisi, Avrupa sinemasının cüretkarlığıyla perdeyi esir alıyor. Angelina Jolie’nin ilk yönetmenlik denemesinde ikilinin arasında geçen şehvetli sahneleri doğru planlar, müzikler ve kurgu algısıyla yakaladığı söylenebilir. Bu durum da filmi bir ‘etkileşim’ ile izlememizi ve buradan çıkılan ‘tecavüz-tutku’ arasındaki ince çizgiyle yaralanmamızı sağlıyor.

        Geçmiş ile bağlanan uyum kesmesi anlarında da zaman zaman yönetmenin imzasını görebiliyoruz. Amerikan hikaye anlatma sinemasının geleneklerinden en azından ‘bir şeyler’ kaptığını sezinlemek mümkün. Ancak bu durumun genele yayılmaktan ziyade “Yokmuşum Gibi”de (“As if I’m Not There”, 2010) Juanita Wilson’ın yaptığı gibi ‘cinsel istismar sömürüsü’ne yayıldığı sayısız anla yıkıldığı da kesin. Zira askerler ile mahkumlar arasındaki tecavüz sahnelerinin büyük bir kısmının fazlasıyla Atıf Yılmaz filmlerinden kopma bir ‘demode’likle yansıtıldığı söylenebilir.

        2.35:1’de zaman zaman ‘sinema dili’nden kopan Jolie, böylesi bir sıkıntıyla yüzleşirken filminin inadına uzayan süresini ‘destansı aşk’ açmazına teslim etmemesine karşın yaralıyor. Bu da bizim ‘yarım bir film’ ile yüzleşmemizi sağlıyor. Ama her şeye rağmen “Kan ve Aşk”ın doğru bir ‘tutkusal süzgeç’ ile bu etnik ve dünyaya tesir etmiş savaşı belgelerken bizi etkileyecek bir dramatik damar bulması kabul edilmeli. Zira açılış ve kapanış sekansını en azından çekmeyi bilen bir yönetmenin ‘koşulsuz kıyım’a yaklaşımı açısından bizleri düşünmeye sevk ettiğini söylemeliyiz.

        FİLMİN NOTU: 5

        Künye:

        Kan ve Aşk (In the Land of Blood and Honey)

        Yönetmen: Angelina Jolie

        Oyuncular: Zana Marjanovic, Goran Kostic, Rade Serbedzija, Nicola Djuricko

        Süre: 127 dk.

        Yapım yılı: 2011

        BİRAZ DAHA CESARET

        Ülkemizde bilimkurgu üretiminin dar alan, minimal efektler ve sosyolojik bir tasvir ile yapılacağını öngören bir eser. “Canavarlar Sofrası”, bu yolda ilerleyip “Devrimden Sonra” ile akrabalık kuruyor. Ancak tiyatro estetiğini uzun metraja yayamama ve fütüristik açılımla ilgili yorumuna karar verememenin sıkıntısını çekiyor.

        Distopik bir gelecekteyiz. İnsanların kibirleri kontrol altına alınmakta, vampirizm doruklara çıkmakta, sapkınlıklar devreye girmekte ve çocuğa uygulanan şiddet de yanıbaşımıza oturmaya başlar. Ramin Matin, böylesi bir gelecek portresinin izini sürmek istemiş. Bunu Bergman, Fassbinder gibi yönetmenlerde gördüğümüz tiyatro estetiği ile bütünlemiş.

        Görsel anlamda yetkin ama bunu süresine yayamıyor

        Yüksek tekinsizlik sunan müzik çalışmasının yanında görüntü yönetiminin kübist/dışavurumcu arası hali adeta bir tech-noir atmosferini beraberinde getirmiş. Burjuvazinin “Açlık”a (“The Hunger”, 1983) benzer portföyünde dört kişinin isimsiz halleriyle ‘kokuşmuş’ bir portreye kapılmaları ise ana odak noktasına dönüşüyor. “Canavarlar Sofrası” da buradan zihnine bir sınıfsal eleştiriyi yerleştiriyor.

        Fazlasıyla iyi oyunculuklar, doğru diyaloglar, nokta atışı kurgu teknikleri ve zamanla daha da karanlıklaşan sinematografiyle ‘tutarlılık’ı kabul edilebilecek bir tasvir var. Ancak Matin, sanki nasıl bir gelecek portresi çizeceğine karar vermemiş ve cinsellik-vampirizm odaklı ırksal meseleyi kafasında halledememiş gibi.

        Bu da filmi gerçek anlamda 85 dakikada içini doldurulmaz bir boşluklara silsilesinden mustarip hale getiriyor. Tansiyon bir yere kadar tutarken yakın ile orta ölçekli planlardan oluşan estetik bir süre sonra etkisini yitiriyor. Mesele sonuç almak olunca Linklater’ın “Waking Life”ında (2001) olduğu gibi bir süreç harekete geçiyor ve diyalog odaklı omurga işlemiyor.

        FİLMİN NOTU: 4.5

        Künye:

        Canavarlar Sofrası (The Monster’s Dinner)

        Yönetmen: Ramin Matin

        Oyuncular: İbrahim Selim, Gizem Erdem, Pınar Töre, Tuğrul Tülek

        Süre: 86 dk.

        Yapım yılı: 2011

        80’LER DOKUSUNU TAŞIYOR

        Gençlik filmlerinin çıkış yaptığı döneme, 1980’lere grenli bir doku ve nostaljik müzikler eşliğinde uzanan “Edepsiz Kız”, oradan ahlaki boyutu tartışmalı bir hikaye de bulmuş. Bu doğrultuda karşımıza okulun en ezik erkeği ile en popüler-seksi kızını içeren bir ‘aşk-dostluk hikayesi’ çıkarıyor. Ancak filmin oradan cüretkar yollar açmaktan ziyade görsel dokusunun işlevini çoğu zaman yitirmesi ve ‘romantik-komedi’ iskeletini hakim hale getirmesi amaçlarına ulaşamamasını sağlıyor.

        80’lerin gençlik filmlerine hayranlığını saklamayan bir yönetmen Abe Sylvia. “Edepsiz Kız” (“Dirty Girl”, 2010) da onun bu tutkusunu sinemaskop oranında (2.35:1) açığa çıkaran bir yapıt. 16 mm dokuyla o dönemin renklerini iyi gözlemlemeyi ya da işlemeyi beceren yönetmenin, Steve Gainer’ın sinematografi becerisinden beslendiği açık. Film de bu doğrultuda ilerleyip yönünü belirlemeye çabalıyor.

        Karakterlerde ve atmosferde fazla sıkıntı yok

        Eserin esaslı hedefi, anti-kahramanlar, müzikler ve diyaloglar üzerine kurulu, bağımsız ruhlu bir gençlik komedisi üretmek. Buna ulaşırken Juno Temple’ın ‘okulun en popüleri, sarışın seksi kızı’ ve Jeremy Dozier’nin ‘okulun en ezik, iri ve köşeye itilmiş erkeği’ tipleri yerli yerine oturtuluyor. Karakter yaratımında ve atmosferde fazla sıkıntı yok.

        Sadece açılış ve kapanış jeneriği dışında üzerine basılan renkler ve kitschlik (bayağılık estetiği), ‘karakter draması’ dehlizlerine biraz hapsoluyor. Hafif doğallaşan renklerin ‘nihai hedef’ten sapmasının devamında, ‘özel eğitim’e tabi tutulan ikilinin çıktıkları yolda ‘romantik-komedi’den öte işlev vermeyen bir aşk serüveniyle eklemlendiği söylenebilir.

        Böylece Wes Anderson, Alexander Payne gibi özgün yönetmenlerin dokusunu yakalamak bir kenara bunların ‘ilişki’sel yaklaşımına da cüret edemeyen bir film açığa çıkıyor. Bir süre sonra sadece anneler, üvey anneler ve yan karakterlerle bir ‘sıkılma’ veya ‘daralma’ durumunun üzerine gider hale geliyor. Sinemaskop oranı da bir süre sonra bunları kaldıramadan, düzcinsellik-eşcinsellik karmaşasını ‘kartonca’ incelemeye soyunuyor. Bu durum ister istemez filmin, orijinal ismine de tekabül eden ‘edepsiz kız’ isminin iddiasını taşımayan bir bütünle karşımızdan ayrılmasını sağlıyor.

        FİLMİN NOTU: 4

        Künye:

        Edepsiz Bir Kız (Dirty Girl)

        Yönetmen: Abe Sylvia

        Oyuncular: Juno Temple, Jeremy Dozier, Milla Jovovich, William H. Macy, Mary Steenburgen, Jonathan Slavin

        Süre: 90 dk.

        Yapım Yılı: 2010

        KEREM AKÇA’NIN VİZYON FİLMLERİ İÇİN YILDIZ TABLOSU

        Açlık Oyunları (The Hunger Games): 4

        Amerikan Pastası: Buluşma (American Reunion): 6

        Aşk ve Para (One for the Money): 2.8

        Aşk Yemini (The Vow): 5.8

        Aşkın Renkleri (La Délicatesse): 5

        Ateşin Düştüğü Yer: 4.4

        Battleship: 3.5

        Can: 4

        Can Dostum (Intouchables / The Intouchables): 3

        Çapraz Ateş (Haywire): 6

        Çifte Soygun (Flypaper): 2.9

        Dehşet Kapanı (The Cabin in the Woods): 4.8

        Dikkat Bebek Var! (What to Expect When You’re Expecting): 5.5

        Diktatör (The Dictator): 6.7

        Doğaüstü (Chronicle): 4.3

        Ekümenopolis: Ucu Olmayan Şehir: 6.8

        El Yazısı: 3.4

        Film: 3.9

        Kaos: Örümcek Ağı: 1.1

        Karanlıklar Ülkesi: Uyanış (Underworld: Awakening): 5.4

        Korsanlar! (Pirates! Band of Misfits): 6

        Koruyucu (Safe): 3.5

        Kuzgun (The Raven): 6

        Mar: 6

        Marigold Oteli’nde Hayatımın Tatili (The Best Exotic Marigold Hotel): 4

        Mevsim Çiçek Açtı: 1.4

        Öbür Dünyadan (The Awakening): 3.2

        Ölümün Sesi (Babycall): 2.7

        Öz Hakiki Karakol: 1.7

        Paris’te Çılgın Canavar (Un Monstre a Paris): 6.7

        Patlak Sokaklar: Gerzomat: 6.5

        Pazarları Hiç Sevmem: 4

        Sağ Salim: 2.9

        Şahane Misafir (Magnifica Presenza): 6.1

        Şansa Bak (50/50): 5.7

        Titanların Öfkesi (Wrath of the Titans): 5

        Yakıcı Bir Yaz (Un été brulant): 4

        Yenilmezler (The Avengers): 5.8

        Yeraltı: 4.9

        Not: Yıldızlar, 10 üzerinden verilmektedir.

        keremakca@haberturk.com

        Diğer Yazılar