Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        KEREM AKÇA / keremakca@haberturk.com

        7 EYLÜL FİLMLERİ

        Kadın yönetmenlerimizin sayısı zamanla daha da artarken bunların arasına bileğinin hakkıyla Çiğdem Vitrinel de katılıyor. Yönetmen, “Geriye Kalan”la orta sınıf evliliklerdeki sadakat, aldatma, konformizm ve sınıfsal değişim üzerine ‘kesik kesik’ giden bir hayat portresinin tanımını yapıyor burada. Böylece Bergman ile Antonioni ekolünden “Ara” ve “İki Çizgi”den sonra bir başka ‘yeni nesil’ filmi, olabildiğince derin felsefesiyle ve sinema yetisiyle karşımıza dikiliyor. İlk yönetmenlik denemelerinde çokça gördüğümüz son dönemeçte duygusallaşma ve soğukkanlılığı kaybetme sıkıntısına karşın, özellikle Şebnem Hassanisoughi ve Devin Özgür Çınar’ın yetkin performansları ile ülkemizde ötekileştirilen kadın kimliği adına katmanlı analizler sunmayı beceriyor. Buna paralel olarak mat renk dokusu ve yabancılaştırma adına araya parçalar bırakan kurgusuyla anlam kazanan, ilişkilerde yaşam odağının ve tutkunun kayboluşuna dair gözlemleriyle de Vitrinel’in imzasını bırakıyor.

        Özellikle orta sınıf ya da üst-orta sınıfın konformist ilişki yumağını ele almak geçmişte Ingmar Bergman ve Michelangelo Antonioni’ye kısmet olmuştur. Bunlar Carl Theodor Dreyer ve Luchino Visconti’nin işlerini de arkalarına alarak belli modellerin kaynağına dönüşmüşlerdir. Genelde bu duruma ‘modern’ yaklaşım ‘soyut’luğuna ve ‘dilsel’ motivasyonlarına göre ivmesini belirler.

        Şablonunun klasik örgüsünü reddederken ‘kadın kimliği’ne yöneliyor

        Sonrasında da kadın yönetmen-erkek yönetmen farkı göz etmeksizin bu durumu eline alıp yoğuran, kendi kültürel dünyasına uyarlanan eserler üretilmiştir. Liv Ullman’ından Chantal Akerman’ına uzanan bir skalada da ‘kadın’ kaynağından böylesi çıkışlar izleriz. Çiğdem Vitrinel de belli ki bunu bizim kültürel evrenimize uyarlamaya çabalıyor. Bu hedef doğrultusunda da “Ara” (2008) ve “İki Çizgi” (2008) ile bildiğimiz alanı ‘inanılır’ kılan bir şablonla hareket ediyor.

        Ümit Ünal’ın yüzde yüz bir esin kaynağı belirlememesi, Selim Evci’nin ise genç kuşaktan bir Antonioni benliği yaratma arzusunu öne çıkarmasının devamında Vitrinel ‘ötekileştirilen kadın’ bireyi üzerine bir özgünlük salgılıyor. Onun özellikle iki kadın karakterin sorunlarını ele alan bir yasak ilişki şablonu belirlediği, bu yolda da tersine bir deformasyon aşıladığı söylenebilir. Özellikle ‘erkek’in veya kadınlardan birinin eşini aldatmasının üzerinden ilerleyen “Geriye Kalan”, birincisine yakın duruyor. Ancak beklendiği gibi klasik bir örgü izlemiyor. Aksine Sevda ile Zuhal’in yaşadıklarını anlatmak istiyor.

        İlişkilerin kopukluğu açılış sekansından start alıyor

        Onların yabancılaşmasını, hayattan kopmalarını, bunun sonucunda da en ufak bir kıvılcım ile hareketlenmek istemelerini veya ruhsal yaralarını sergilemeye soyunuyor. Belki Cezmi karakterinin sekiz yıllık evliliğinde eşini aldatması ana akışı oluşturuyor. Ancak onun günahkarlığı veya kendini sorgulaması yönetmeni hiç ilgilendirmiyor. Aksine kadın kimliğinin bu durum karşısındaki konumu, sınıfsal duruşu önemli bir yere yerleşiyor. Sınıfsal atlama arzusunun ya da o konumda kalmak için yapılan mücadelenin üzerine gidiyor Vitrinel.

        İkisi de ayakları yere basan, çocuk sahibi kadınlar yaratan yönetmen, büyük oranda bu duruşla tanımlıyor onları. Açılış sekansında Sevda-Cezmi arasındaki ilk seks sahnesi büyük oranda bunu anlatmaya yarıyor. Perdenin yarı yakın planının devamında açılmış kapıların ardında banyoda duran bir adamı gözetliyoruz. Bunun peşine ise onun eşiyle ‘rastgele cinsel ilişki’ anı ekleniyor. Sevda ile Cezmi sevişirken, Sevda’nın bakış açısı kamerasıyla yerdeki bir eşyaya, ipe gözünün kayması bir anlamda bu ilişkinin film boyunca göreceğimiz ‘kopuk’luğunun girizgahını yapmaya yarıyor.

        Sevda’nın yüksek detaycılığı ve Zuhal’in konsantrasyon sıkıntısı ön planda

        Zira Cezmi ile Sevda ne zaman böylesi bir yakınlaşmayla ilişkiye girse, karşımızda ‘detay plan’ ile bir objeyi buluyoruz. Sevda’nın yüksek detaycılığı veya tutkudan kopuşu olarak adlandırılabilecek bu durum aslında karakterin tam plan-çok yakın plan arasındaki çekim ölçekleriyle de yansıtılıyor. Vitrinel, görüntü yönetmeni İlker Berke’den büyük oranda mat renkleri, son dönemde Avusturya-Alman sinemasında iletişimsizliği anlatmaya yarayan beyazın tonlarını istemiş. Detay planlar ya da flashback niyetine ara planlar girdiğinde ise bu doku biraz ‘sersemliyor’.

        Böylece doğal renkler, gri ton ya da sarı palet hakim hale gelebiliyor. Büyük oranda klasik müzik ya da piyano ezgisiyle yükselen ilişki anları da aslında bu noktada bir ‘ince dokunuş’a yarıyor. Devin Özgür Çınar’ın Zuhal’i ise çok farklı değil. Kocasıyla ayrıldıntan sonra onu sadece çocuğuyla konuşurken skype’tan görmesi, karakterimizi belli ki bir ‘hayatsal netsizleşme’ye yönlendirmiş. Bu durum da yönetmenin, büyük oranda başlangıçta öpüşürken ‘bilgisayarın arkasındaki duvarda bir tarafta çocuk, bir tarafta yasak aşk’ tanımını yapma amacını ortaya koyuyor.

        Garip tepkilerin kaynağında yaşam odağını kaybetmek var

        Ancak bu karakter evde yalnız yatarken bile hayata dair ‘odak’ını kaybediyor. Yönetmen de büyük oranda onun hikayeye girdiği anlarda ‘netsizlik’ ya da ‘odak kaydırma’ araçlarıyla planları kurgulamış. Yataktaki Cezmi ile ilk sevişmede onun ensesine yakın plan alınıp konuşmasını kesilmesi de bir anlamda bu ruh halini ortaya koyuyor. Yani bir tarafta evliliğin fazla rahatlığından körelmiş, hayattan kopmuş, bir tarafta ise boşanıp çocuğuyla yalnız kalmasıyla yaşam odağını kaybetmiş bir karakter var.

        Her ikisinin de ‘garip tepkiler’ göstermesi aslında filmin son bölümünü açıklıyor. Zira sürprizleri vermeden söylemek gerekirse ‘dramatik anlamda’ yüklü ve özdeşleşmeyi doruğa çıkaran finale yaklaşırken her ikisinin de ilişkilerinde ‘ipleri almak’ için bir yol belirledikleri ortaya çıkıyor. Ancak bunu ‘bir tuş’ ile yapıyorlar. Zaten yönetmen bu bakış açısına göre ilerleyen düzende orta ölçekli planlara, teleobjektiflere, mat renklere amorsu da bolca ekleyerek bu durumu hissettiriyor.

        Son dönemeç fazla saldırgan, duygusal ve kişisel

        Yönetmenin esasen ise ‘hareketten kesme’ tekniğini ‘sıçramalı kurgu’dan daha fazla kullanarak ilişkilerin veya etkileşimlerin arasına ‘kesik’ler atması, bir anlamda evliliklerde durumun hiç de düz çizgi gibi olmadığını anlatmaya yarıyor. Büyük oranda da orta sınıftaki evliliklerin böylesi bir süreçte lime lime edildiği devreye sokulmuş oluyor büyük oranda. Böylece evlilikle kurulan ‘muhafazakar’ bağların çok da kalın olmadığı dile getiriliyor.

        Ama bu amaç ışığında Vitrinel’in finaldeki ‘ahlaki çatışma’ açısından soğukkanlılığını kaybedip çok kolaycı ve saldırgan davranmasının, ‘saldır saldır kadınım!’ yumruğu adına eleştirilecek noktaları var. Ancak genel anlamda “Geriye Kalan”, belki de sürekli kocası kendisini aldatan ve bu duruma garip tepkiler veren, sosyolojik yükselme çabasındaki bir orta sınıf bireyinin psikolojisinin öyküsü. Onun hafif balık gözü objektifle gösterildiği anlar ile banyoda duş yaparken dışarıdan flu anlarını gösteren ‘görüntü’leri düşünürsek bir portre ortaya çıkıyor. Zaten Şebnem Hassanisoughi’nin yüksek katmanlı karakter kavrama gücünü arkasına alan tipleme de büyük oranda ‘gerilim’i ve ‘sınıfsal kaos’u gözler önüne seriyor. Fazla rahatlığın çok can yakacağı bir sosyolojik görüntüyü bizlere armağan ediyor.

        Film belki John Curran ve David MacKenzie gibi 2000’ler dünya sinemasının ‘yasak ilişki filmi’ne zekice ve ultra soyut yaklaşan isimlerin işlerinin seviyesinde değil. Ancak bizim sinemamızda ‘küçük burjuvazi’, ‘şehir hayatı’ ve ‘modern temalar’ üzerine olmayan bir şeylerin sözünü veriyor orası kesin. Vitrinel de belli eksiklerinden kurtulup duygusallığını ve saldırganlığını bertaraf edebilirse buradaki kıvılcımlarla iyi bir yönetmen olacaktır.

        FİLMİN NOTU: 5.7

        Künye:

        Geriye Kalan

        Yönetmen: Çiğdem Vitrinel

        Oyuncular: Şebnem Hassanisoughi, Devin Özgün Çınar, Erkan Bektaş, Burak Tamdoğan

        Süre: 99 dk.

        Yapım Yılı: 2011

        MODERNİZE EDİLMİŞ PERİLİ EV, BİLİNÇLİ YÖNETMENLİK

        M. Night Shyamalan’ın ‘minimalist’ atmosfer gelenekli korku filmlerinin görsel yapılarını akla getiren “Ruh”, buradan modern bir perili ev filmi çıkarıyor. Kimi motifleri kullanma becerisi ve uzun süre soğukkanlılığını korumasıyla ‘bir kadın iradesi öyküsü’ne dönüşmeyi de beceriyor. Ancak filmin son düzlükte aldığı ‘alt türsel harita’nın yolu hiç de bu ‘görsel’ profesyonelliği yansıtacak cinsten değil.

        Son dönemin korku gelenekleriyle harmanlanan “Ruh” (“The Pact”, 2012), daha ziyade Nicolas McCarthy’nin yönetmenlik duruşu açısından takdir edilesi duruyor. Zira burada inadına orta ölçekli planlar ve teleobjektife yakın lenslerle, arka plan derinliğini dolduran bir süreç var. Bu görsel yapı da dinginliğini ve soğukkanlılığını kaybetmeden uzun planlarla yol alıyor.

        Minimalize edilmiş efektler, baskın ve psikolojik atmosfer

        M. Night Shyamalan ve Hideo Nakata’nın 90’ların sonunda devreye soktuğu ‘minimalize edilmiş efektler, baskın atmosfer’ duruşunun bir yenisi de böylece etrafımızı sarıyor. McCarthy, büyük oranda bu duruşu korurken alt türler arasındaki yolculuğunu da bu yönde yapıyor. Çok yakın plan ile açılışın ardından gelen ‘psikolojik’ yolculuk da bir anlamda zigzaglı bir düşüncenin ürününe dönüşüyor.

        Ancak sıkma pahasına 1.85:1’de asla ‘ce yapmayan’, ‘ses efektlerine yüklenmeyen’ bir bakış açısı hakim. Bu duruş da “Karabasan” (“Entity”, 1981) gibi başlayıp “Ruhlar Bölgesi”ne (“Insidious”, 2010) meyleden, ardından modern zamanlı bir perili ev filmine dönüşen eseri bir yere kadar kalkındırıyor. Adeta minimalist atmosfer filmi sürecinin keskin temsillerinden birine dönüştürüyor. Piyano ezgilerine yakın müzikler de bu duruşu taçlandırıp, hikaye dışı sesi dışlayan inşa sürecinin lehine işliyor.

        Son 30 dakika iyi planlanamamış

        “Ruh”, buradan yola çıksa da paranormal korku filmi, ruh filmi ile hayalet filmi/perili ev filmi arasında gidip gelirken, ‘yan oda’, ‘bodrum katı’ gibi motifleri hakkıyla kullanıyor. Ancak finişteki virajı alırken ‘kan dozajını yükseltme’ adına sanki klişe hamleler yapıyor. Bu da dar alanda perili ev filmi adına ‘çağ dışı perili ev filmleri’ artmışken “Ruhlar Oteli”nden (“The Innkeepers”, 2011) daha olgun bir iş sunuyor belki. Çekim ölçekleri de büyük oranda etkili oluyor.

        Ancak yapılan geçişin ‘görünmez güç’ten ‘ruh’ ve ‘hayalet’ tanımlarına girerken fazlaca ‘somut’laştırılma süreci ve konulan esaslı noktanın ‘devam filmi’ adına ticari bir hamleden ibaret olması filmin dramatik yapısını zedeliyor. Zaten daha ziyade McCarthy’nin işçiliğiyle anılması gerek bir ‘kadın iradesi’ filmi karşımızdaki. Ama maalesef alışık olduğumuz gibi ‘gizem omurgası’nın devamında ‘geçmişten gelen tehdit’ ya da ‘ailenin sırları’ gibi çok klişe bir noktaya bağlanırken soğukkanlılığını yitirmesiyle birazcık ‘kaçırılmış fırsatlar’ hanesine adını yazdırıyor.

        FİLMİN NOTU: 5.5

        Künye:

        Ruh (The Pact)

        Yönetmen: Nicolas McCarthy

        Oyuncular: Caity Loyt, Casper Van Dien, Mark Steger, Agnes Bruckner, Kathleen Rose Perkins

        Süre: 89 Dk.

        Yapım Yılı: 2012

        İNADINA BİR KADIN PORTRESİ

        Lola adlı bir kadının New York’ta yaşadığı ‘seks hayatındaki varoluş’ sorunsalını ele alan “Şimdi Gel ve Gör Beni”, yer yer entelektüel yer yer eğlenceli olmayı beceriyor. Yüksek bir ‘bağımsız ruh’la donatılan eserin, tonlamasında görsel ve dramatik sıkıntıları olsa da diyalog ve espri adına artıları var. Özellikle de Greta Gerwig’in ‘ayakları üzerinde duran kadın’ prototipine uyumu ve bu gelgitli süreci abartmadan yansıtması büyük oranda filmin lehine yansıyor.

        Sinema tarihini dolaşınca bir kadının varoluşsal yolculuğunu anlatmak için kullanılan ‘Lola’lara rastlarız. Bunların en önde gelenleri şüphesiz; Jacques Demy’nin “Lola”sı (1961), Fassbinder’in “Lola”sı (1981), Bigas Luna’nın “Lola”sı (1986) ve Tinto Brass’ın ülkemizde “Lola” olarak bilinen “Monella”sıdır (1997). Burada ise Daryl Wein, ikinci yönetmenlik denemesinde belli ki ABD’ye uygun bir ‘Lola’ tasarlamış.

        Hafifmeşrep karakterin cinsel arayışı ruhsal bir tabloya oturtuluyor

        Hafifmeşrep bir karakteri, entelektüel bir dokunuş ve ucundan rahat izlenir bir üslupla saran “Şimdi Gel de Gör Beni” (“Lola Versus”, 2012) bu kaynaktan besleniyor. Özellikle Greta Gerwig’in Zooey Deschanel ile birlikte ‘bağımsız sinema’da temsil ettiği ‘düşünen kız modeli’ de gerçek bir hedef doğrultusunda ilerliyor. Zira burada evlenme arifesinde sevgilisinde ayrılan bir kadının cinsel arayışı ‘acı tatlı’ bir yolculukla perdeye aktarılıyor.

        Başı ters dönmüş Lola’nın dış sesi ile start alan anlatı ise zaman zaman bu noktada ‘orta plan’ ve ‘arka plan fluluğu’yla sarılıyor. Bunun devamında bazı metotlar devreye giriyor. Büyük oranda da bu konseptin ‘minimalist çerçeveler’le sarılıp montaj sekansla yıkıldığı da mevcutlar dahilinde. Zira Wein, öyle ya da böyle bu kadının ruh halini anlatmak istiyor. Bunu yaparken de modern sinema geleneklerini kendine örnek alıyor.

        Seks komedisi tutuyor, ama erkek karakterler iyi yazılmamış

        Noah Baumbach, Woody Allen gibi yönetmenlerle özdeşleştirilebilecek anlatı da bazı anlarda sıkıntılara gebe oluyor belki. Özellikle montaj sekansı ‘kendini kurtarma’ adına kullanmak pek de akıl karı değil. Sofia Coppola, Alexander Payne, Jason Reitman gibi ‘gerçek yönetmen’leri mumla aratıyor bu durum. Dram-komedi dengesine de zarar veriyor.

        Bunun yanında film, ‘cinsel arayış hikayesi’nin içinde ‘seks komedisi’ne kayarken ‘one-liner’larla (tek cümlelik replik) ‘erkek bireyler’e yüklendiğinde mizahi açıdan işliyor. Ancak senaryoda o karakterlerin amatör birer tipe dönüşmesi gözlerden kaçmıyor. Karakter adına sadece ‘Lola’nın var olması da birazcık meselesini zedeliyor filmin. “Şimdi Gel ve Gör Beni”, ‘her şeye rağmen hayat devam ediyor’ ve ‘kadın dediğin kendi kendine sorunlarını çözebilir’ bağlantılarıyla ‘ilişkisel’ ve ‘feminist’ cümleler kuruyor kurmasına. Ama Wein, sanki Chantal Akerman gibi yönetmenlerin deyişleri kadar derine inmekten ziyade ‘eğlence’yle sınav vermeyi seçiyor gibi.

        FİLMİN NOTU: 4.9

        Künye:

        Şimdi Gel de Gör Beni (Lola Versus)

        Yönetmen: Daryl Wein

        Oyuncular: Greta Gerwig, Zoe Lister Jones, Hamish Linklater, Bill Pullman, Debra Winger

        Süre: 87 Dk.

        Yapım Yılı: 2012

        YAŞLILIKTA AHLAK, TERCİHLER, VİCDAN VE SUÇ

        İlk filminde baba-oğul ilişkisi, ikinci filminde yasak ilişki gibi ‘evlilik’ ve ‘aile’nin içinden kavramlara bakış atan Zvyaginstev, bu sefer de yaşlılıkla gelebilecek ölümün çevresindeki günahları incelemeye alıyor. Yarı hipnotik bir minimalist sinema yetkinliği sunan “Elena”, belli bir yaş grubunun ahlak ve vicdan muhasebesini ‘çaresizlik’ kavramının süzgecinden geçirirken, ‘yeniden doğum’ların çok olduğu bir ‘evrim süreci’nden söz ediyor. Bunu yaparken de modern Rus toplumundaki evliliklerde yaşanan kadın ayrımını ve yabancılaşmayı keskin bir ‘röntgen’le masaya yatırıyor. Durumun 19. yüzyıldan fazla farkı olmadığını anlatmak istiyor.

        ‘Modern Rus ailesi’nin katmanlarına bakmayı kafasına takan Andrey Zvyagintsev, “Dönüş” (“Vozvrashchenie”, 2003) ve “Sürgün”den (“Izgnanie”, 2007) sonra “Elena”yla (2011) sanki bir üçlemeyi tamamlıyor. İlk filmde baba ile oğlun gel-gitli, vicdani sevgi bağını devreye sokan yönetmenin, ikincisinde ‘orta yaşlı evlilik’teki ahlaki bir yasak ilişki çatışmasını ele aldığını görmüştük. Burada ise merceğini yaşlılık dönemine gelmiş bir çiftin etrafına yerleştirdiğini gözlemleyebiliyoruz.

        Her ailede gerçeklere dikkat çekerken ‘Dostoyevski’den feyz almış

        Ne Andreas Dresen’in “Cloud 9”undaki (“Wolke 9”, 2008) iddialı cinsel tabloyu, ne de “Aşkta Her Şey Mümkün” (“Something’s Gotta Give”, 2003) gibi Hollywood ürünlerinin ‘eğlenceli’ çatısını sevmediği çok açık. Aksine aşina olduğu aile, yabancılaşma, sevgisizlik, vicdan ve ahlak muhasebesi üzerinden ‘küçük suç’ları peşine düştüğü söylenebilir. Adeta bizim Zeki Demirkubuz’un işlerini andıran ve Dostoyevski’nin ‘Suç ve Ceza’ romanından fırlamış gibi duran bir yapı hakim burada

        Bu durum açılışta ağaç dallarının arkasında ‘flulaşıp’ kaybolan ev görüntüsünün, kapanışta da aynı ‘yumuşak’lığı göstermesiyle açıklanıyor. Her ailede, evlilikte böylesi yabancılaşma sorunları olabiliyor, kadın-erkek ayrımının devamında da bir ‘felaket’ ya da ‘cana kıyma’ yaşanabiliyor. Bunun muhasebesini yapmak bize düşerken, Zvyaginstev, ‘hayattan bir parça’ sunarak gerçeklere dikkat çekmeyi hedefliyor.

        İkinci filmde kaldığı yerden vicdan muhasebesine devam ediyor

        İlk filminde 1.85:1’de daha uzun planlar ve doğal renklerin üzerine giderken, ‘ada’yı ‘modern’ algıyı öne çıkaran yabancılaştırma platformu olarak kullanan yönetmen, ikinci eserinde 2.35:1’e geçerek sinemasına sınıf atlatmıştı. Daha karanlık bir görsel yapının, keskin renklerle sarılması bir tarafa ormanın ortasındaki evi yabancılaştırma geleneğiyle de ‘soyutluk’ yanlısı bir şölen ortaya çıkmıştı.

        Burada ise onun üzerine ‘şehir’ portresi tabanlı gidiliyor. Elena ile onun kocasıyla iletişimsizliği, ev içindeki röntgenci ve yanı boş çerçevelerle veriliyor. Orta ile geniş ölçekli açılar büyük oranda buradaki dokunuşu anlatmaya yetiyor. Kadıncağızın adeta bir ‘hizmetçi’ gibi evinde yaşaması da bir anlamda ‘vicdani hesaplaşma’nın başladığı noktanın esas sıkışması ya da sosyal konumuna dönüşüyor. “Vavien”vari (2009) bir tabloyu yürürlüğe sokuyor.

        Philip Glass’ın ezgileri yaşlılıktaki çaresizliği hınzırca sarıyor

        “Elena”, büyük oranda yaşlılıkla gelebilecek ölüm, tercihler, çaresizlik ve kaderini belirleme sorunsallarına bakış atarken bunları üst tabakanın iletişimsizliğine yoruyor. Vicdani hesaplaşmayı da ‘her şeyin sonunda bir reenkarnasyon oluyor’ ve ‘hayat devam ediyor’a bağlıyor büyük oranda. Başlangıçta ‘karga sesi’yle bir gerilim yaratmasının ardından finale doğru Philip Glass ezgilerinin böylesi bir ‘ruhsal karmaşa’yı özetler hale gelmesi, ‘mutfağında mutlu ve umutlu’ kadının yetisini ortaya koyuyor.

        Zvyaginstev, biraz Tarkovsky, biraz Ozu, biraz Antonioni bulunduran modern dönemin minimalist yönetmenlerinden biri olma düşüncesini burada da orta ve geniş ölçekli planlar, dinginlik, sessizlik ve daha nice rahatsız edici numarayla süslüyor. Ozu’nun aileye yaklaşımını, Tarkovsky’nin atmosfer yetisiyle ve Antonioni’nin yabancılaştırıcı açılarıyla sarıyor. Böylece ara ara devreye giren müzik odaklı ‘yarı hipnotik’ duruş da onun yaklaşımını belli ediyor. Yaşlılık dönemindeki vicdani hesaplaşma, ahlak muhasebesi gibi konularda ‘ayak çukurdayken’ yapılanlar ise Dostoyevski zemininden bir etkileşim incelemesine, evlilik taşlamasına açılıyor.

        FİLMİN NOTU: 6.7

        Künye:

        Elena

        Yönetmen: Andrey Zvyagintsev

        Oyuncular: Elena Lyadova, Nadezhda Markina, Aleksey Rozin, Andrey Smirnov

        Süre: 109 Dk.

        Yapım Yılı: 2011

        PRENSES VE AYI AİLESİ

        Pixar’ın kendi ‘Şrek’ini yaratmak için yola çıktığı “Cesur”, bu durumun büyük oranda hakkını veriyor. Özellikle Guillaume Tell efsanesi ve Rapunzel masalının ışığında inşa edilen omurgasıyla ise postmodern bir yolculuğu tatmamızı sağlıyor. Üç yönetmenli, dört senaristli ekibin de katkısıyla bilgisayar animasyonunda detaycı, zeki, katmanlı ve keyifli bir seyirlik bizi bekliyor. Böylece Pixar farkını ortaya koyup Hollywood’da seri üretime dönüşen animasyon piyasasına profesyonel bir cevap veriyor.

        Çocuklar ile olgun kitle arasındaki ince çizgi adına ‘bilgisayar animasyonu’ yaratımları sunan Pixar, bu profesyonelliğini her zaman kabul ettirmiştir. İki boyutlu animasyondan bilgisayar animasyonuna geçiş de hakim kaynaklardan olmuştur. John Lasseter, Brad Bird, Andrew Stanton gibi yönetmenlerin işleriyle de bir ‘duruş’a sahiptir. DreamWorks Animation ise onun karşısında gerçek bir rakip. Bu sebeple de zamanla ivmelerde değişimler yaşanabiliyor.

        Guillaume Tell’in kadın ana karakterli versiyonu

        Bana kalırsa “Ratatuy” (“Ratatouille”, 2007), “Yukarı Bak” (“Up”, 2009) gibi eserlerdeki ‘burnu büyük’ insan modellemelerinde halen bir eksikliğe sahip Pixar. Bunun yanında DreamWorks’e oranla postmodern, özgün ve olabildiğince etkili animasyonlar veremiyor. Mesaj kaygısına yenik düşüyor. Ancak Guillaume Tell efsanesinin ‘kadın ana kahraman’lı versiyonu olarak anılabilecek “Cesur” (“Brave”, 2012) bu konuda bazı adımlar atıyor.

        Fantastik bir macera olarak anılabilecek eser, böylesi kalıpların meşhur ‘görev’ omurgası ışığında bütün özellikleri taşırken, cinayet aletiydi, büyüsüydü, yarışmasıydı fark etmeksizin her detayıyla etrafımızı sarıyor. Üstüne üstlük bununla yetinmeden tek cümlelik esprilerle iyi yazılmış karakterlerin arasından eğlence aşılamayı da beceriyor. Bu da büyük oranda aslında filmin üç yönetmen ve dört senaristli ekibinin başarısı olarak anılabilir.

        Postmodern öğelerle yoğrulmuş, ‘Şrek’e göz kırpan bir hikaye

        Burada ‘cesur bir kahraman’ var. Hatta fazlasıyla da mükemmel olanı becererek okları birbirinin içinden geçirebiliyor. Ancak onun arkasında birazcık Pixar’ın ‘Şrek’ini (‘Shrek’) yaratma gibi bir dert taşınıyor gibi. Bu konuda ‘Kurbağa Prens’ masalı da bir başka esin kaynağına dönüşürken bilgisayar animasyonunda ‘cesur kahraman ve ayı ailesi’ tadında bir dönüşüm izliyoruz. ‘Kopyala-yapıştır’ düşüncesiyle postmodern bir eser, okumalara ve katmanlara açık bir diyara transfer ediliyor.

        Anti-kahramanın kızıl saçlarıyla ‘Rapunzel’i andırması bir tarafa eski çağlardan kopmuş Vikingvari karakterlerin de büyük oranda ‘toplam’a ayak uydurduğu görülebiliyor. Aksanı anlaşılmayan tiplemeden kargaya, üç peri tabanlı çocuklardan ayılaşan anneye kadar her şey o kadar iyi yazılmış ki hem eğleniyorsunuz, hem de bir kadın mücadelesinin orta yerinde buluyorsunuz kendinizi.

        Büyük oranda ‘postmodern animasyon’ düşüncesi tutarken ‘konuşan oyuncak’ veya ‘konuşan hayvan’ klişesi bir kenara bırakılıp kitle de derinleştiriliyor. Orman kullanımı, şato kullanımı ve birahane kullanımı da bu konuda süreci zenginleştiriyor. Bu da karşımıza bir iktidar mücadelesi hikayesini ‘kadın’ın yaşadığı sorunlar ve feminist bir yaklaşımla çıkarıyor.

        FİLMİN NOTU: 6.6

        Künye:

        Cesur (Brave)

        Yönetmen: Mark Andrews, Brenda Chapman, Steve Purcell

        Süre: 100 Dk.

        Yapım Yılı: 2012

        BOYARKEN KENDİNE HAKİM OL!

        El çizimi ve natürmord içerikli kağıtlardan oluşturulan ilginç bir animasyon tekniğini temsil eden “Mutluluğa Boya Beni”, bu düşüncenin üzerine fazla koyamıyor. Zira resmin içine girip dördüncü duvarı yıkma meselesi hiç de ‘usturuplu’ bir dile oturtmadan dağınık bir ‘resim parçaları’ gösterisine dönüşüyor. Bu da alt metinleri derinleşmeyen bir ‘kısa animasyonlar galerisi’ni seyirciye armağan ediyor.

        Dördüncü uzun metrajlı animasyonunu veren Jean-François Laguionie, belli ki çizgilerle meselesini halletmiş bir isim. Burada da yönetmenin ‘natürmord’, ‘el çizimi’ ile ‘kukla’ları iç içe geçiren geleneğinde bir sıkıntı yok. Hatta “Mutluluğa Boya Beni”yi (“Le Tableau”, 2011) bölüm bölüm izlerseniz ortadaki bütünün kısa parçalarına tapabilirsiniz.

        Wojciech Has etkili bir görsel egzersiz

        Ancak 76 dakika da olsa uzun metraj ayrı bir şey. Bu da filmin ana sorunsalına dönüşüyor. Zira belki Wojciech Has filmlerindeki gibi serbest bir ‘resimler arası yolculuk’ izliyoruz burada. Bunun üzerine resmin içine girme serüvenindeki yaratım, kuşaklar, iktidar gibi meseleler de eklemleniyor. Nice yaratıcı çizim ve varlık da var. Diyaloglar fazla sarkmıyor olabilir.

        Fakat bu serbestlik sondaki ‘gerçek ressam’ın ışığında bir omurgaya yerleştirilmek yerine araya sokulan ‘birkaç resimden dağılan’lara odaklanmayı seçmiş. Bu da “Mutluluğa Boya Beni”yi, yarım boya, eksik renk ile bir yerlere gelmek isterken dağınık bir halet-i ruhiyeye hapsediyor. Çizimleri ve karakterleri alt metinsel bir yerlere götüremiyor. İktidar, yaratıcı-yaratım ilişkisi gibi gibi meseleler açıkta kalıyor. Laguinonie de kısa metraja uygun bir portföyün ötesine geçemiyor.

        FİLMİN NOTU: 4

        Künye:

        Mutluluğa Boya Beni (Le Tableau)

        Yönetmen: Jean-François Laguionie

        Süre: 76 dk.

        Yapım Yılı: 2011

        KEREM AKÇA’NIN VİZYON FİLMLERİ İÇİN YILDIZ TABLOSU

        205: Korku Odası (205 - Zimmer der Angst): 3

        360: 4

        Barbara: 7

        Baskın (Serbian Maut / The Raid): 4

        Bir Mafya Hikayesi (Les Lyonnais): 4.5

        Bu Gece Benimsin (You Instead): 5.5

        Bourne’un Mirası (The Bourne Legacy): 6

        Buz Devri: Kıtalar Ayrılıyor (Ice Age: Continental Drift): 3.5

        Cehennem Melekleri 2 (The Expendables 2): 4

        Cinnet Gecesi (The Incident): 2.4

        Cosmopolis: 7

        D@bbe: Bir Cin Vakası: 3.5

        Esaret (À Moi Seule / Coming Home): 5.3

        Eva: 4

        Gökyüzünde Bir Ayna (Katmandú, Un Espejo En El Cielo / Kathmandu Lullaby): 3.5

        İnanılmaz Örümcek Adam (The Amazing Spider-Man): 4.5

        İsyan (Lockout): 3.5

        Kabus (Fairytale): 3.9

        Kara Şövalye Yükseliyor (The Dark Knight Rises): 6.2

        Kayıp (Gone): 2.5

        Kıyamet Kitabı (Doomsday Book): 5.3

        Lal Gece: 3.5

        Lanetli Ruh (Emergo): 5.5

        Miss Bala: 6.8

        Ne Adam Ama (What a Man): 5

        Olmak İstediğim Yer (This Must be The Place): 6.5

        Ölüm Uykusu (Mientras Duermes / Sleep Tight): 4.2

        Özgür Adamlar (Les Hommes Libres / Free Men): 4

        Paris-Manhattan: 5.3

        Polis (Polisse): 7.5

        Sahte Gelin (The Decoy Bride): 2.2

        Savaşın Çiçekleri (The Flowers of War): 3.5

        Tepedeki Ev (Kokuriko-zaka Kara / From Up on Poppy Hill): 5

        Tımarhane (Graystone Park): 2.5

        Tinker Bell: Gizemli Kanatlar (Secret of the Wings): 3.5

        Uyarısız Şiddet: ATM (ATM): 4

        Vahşiler (Savages): 5.5

        Vampir Avcısı: Abraham Lincoln (Abraham Lincoln: Vampire Hunter): 4.5

        Yasak Aşk (En Kongelig Affære): 3.5

        Yaşam Savaşı (La Guerre est Déclarée): 6.3

        Not: Yıldızlar, 10 üzerinden verilmektedir.

        keremakca@haberturk.com

        VİZYONDAKİ DİĞER FİLMLER

        Diğer Yazılar