Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Son 15 yılda Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Semih Kaplanoğlu ve Tayfun Pirselimoğlu’nun ulusal başarıları bir yana uluslararası anlamda da ‘minimalist’ tabanlı sayılı auteur yönetmenin arasına yerleştikleri bir gerçek. Bunu ödüllerle de taçlandırdılar. Pirselimoğlu’nun “Rıza”, “Pus” ve “Saç”tan oluşan ‘Ölüm Üçlemesi’nin box set’inin geçtiğimiz ay raflara girmesi ise, bu ‘ekol’ün ‘sanatsal miras’ niyetine korunabilecek üçlemelerinin arşiv sürecini tamamladı. Ben de ‘minimalist kara film’ adına Béla Tarr ve Aki Karusmäki başta olmak üzere sayısız ustanın etkisini taşıyan, Bruno Dumont ile akrabalık kurarken, resim algılı, yalnızlık/iletişimsizlik meseleli, edebi derinliği yüksek, sosyolojik gözlem yetkini ve metropol/kapitalizm mağduru insanları özetleyen bu üç filmi masaya yatırdım. Peki ya sinema tarihimizin en önemli üçlemelerinden birinin box set’ini yanı başınızda dururken almamak ‘sinemasever’liğe sığar mı? O zaman şimdi bu fırsatı değerlendirme zamanı!

        1990’larda çıkan yeni jenerasyonumuz, daha önce tek tük isimle ayakta durmaya çalışan ‘sanat sineması’ geleneğini ülkemize kazandırdılar. Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Yeşim Ustaoğlu, Reha Erdem ve Derviş Zaim’in önderlik ettiği bu kuşağın adı ise ‘Yeni Türk Sineması’ olarak tarihin yapraklarına yazıldı. Ama önemli olan bir sanatsal miras bırakmaktı. Evet Zaim de son derece kilit bir üçlemeye imza attı. Erdem de mihenk taşına dönüşen filmler çekti. Ancak bu ekol daha ziyade ‘minimalist sinema’ tamlamasıyla anıldığından bu tabanı esas alarak üretilen dört üçlemeyi öne çıkarmak şart hale geliyor.

        Minimalist kuşak dört üçleme verdi

        Bunlardan Nuri Bilge Ceylan ‘Taşra Üçlemesi’, Zeki Demirkubuz ise ‘Karanlık Üzerine Öyküler Üçlemesi’ ile ‘arşivlik ürünler’ bıraktı. Ceylan’ın ‘fotoğraflama’ anlayışını ‘taşra-şehir yaşamı farkları’ üzerine kurguladığı, buradan da doğal renklerden kurulu çatıyı Rossellini, Bresson ve Tarkovsky’den parçalar alıp ‘atmosfer’ ve ‘sessizlik’le oyduğu kesindi. Demirkubuz ise ‘suç ve ceza’ hikayelerinden Ozu’nun diyalog arzusunu ve Rohmer’in edebi metinle ilişkisini devreye sokuyordu. Ceylan’a göre daha dar ölçekli objektifleri kullanıp ‘pastoral görüntüler’den özellikle uzak duruyordu.

        Bu minimalist geleneğe 2000’lerin başında başarıyla eklenen ‘ikinci jenerasyon’un öncüleri Semih Kaplanoğlu ile Tayfun Pirselimoğlu ise 2010 yılında üçlemelerini tamamladılar. Böylece ‘Taşra Üçlemesi’ ile ‘Karanlık Üzerine Öyküler Üçlemesi’nin yanına ‘Yusuf Üçlemesi’ ve ‘Ölüm Üçlemesi’ dahil oldu. Böylece her bir yönetmenin ‘auteur’ yaklaşımıyla sardığı, farklı özellikleri olan dünyaları arkaya kalıcı miraslar bıraktı.

        Zira minimalist dünya sinemasında da Roberto Rossellini, Andrzej Wajda, Ingmar Bergman, Michelangelo Antonioni, Robert Bresson, Aki Karusmäki gibi ustalaşmış yönetmenlerde gördüğümüz bu ‘arşivlik ürün bırakma’ düşüncesi bizde de bu kuşak için gerçekleşti. Öncesindeki Ömer Lütfi Akad’ın ‘Anadolu Üçlemesi’ veya Metin Erksan’ın ‘Mülkiyet Üçlemesi’ndeki ‘kaygı’yı da göz önünde bulundurunca, bu girişimin nesillerden nesillere aktarılacak Türk sinemasına adına önemli bir sorumluluk üstlenmek anlamına geldiğini belirtmeliyiz.

        Pirselimoğlu’nun üçlemesi Karusmäki ile Antonioni’ninkilerle akraba

        Kaplanoğlu’nun daha ziyade taşra hayatındaki ‘dini yaşam’a el atmasının paralelinde Pirselimoğlu’nun metropoldaki alt sınıf ya da proletarya yaşayışının zeminlerinde bir şeyler araması ‘farkındalık’ algısını güçlendiriyor. Gerçek anlamda önceki devirlerdeki sınıfsal uçurumun devreye girmesi, bu sayede sosyolojik bir araştırmaya, gözleme tabi tutuluyor. Buradan da aslında sinema duygusu açığa çıkıyor. Her ikisinin de ruhsal evrenleriyle Antonioni, Tarkovsky, Bergman gibilerini çağrıştırdıkları iddia edilebilir. Ancak Kaplanoğlu’nun ‘inanç ve din’ odağından Dreyer’in temaları ile Bresson’un sinema duruşuna yakın olduğu söylenebilir. Pirselimoğlu’nun ise ‘sınıfsal suç’ düşüncesinden Kaurismäki’nin ‘Proletarya Üçlemesi’ne yakın durduğu ya da Antonioni’nin yaptığını tersinden uyguladığı iddia edilebilir.

        Modern yaşamla derdi olan yönetmen, bir anlamda metropolün içinde kendi hayatını idame ettiremeyen, gürültüden kaçarak yalnızlığa sığınan ‘hastalıklı’ bireylerin öyküsünü anlatıyor. Kamyon şoförü Rıza’nın soluğu Eminönü’nde bir otelde alıp şehir merkezine ‘kapkaranlık’ bakması, Reşat’ın Altınşehir’in ‘grileşmiş gökyüzü’yle kirlenip hastalanması, Hamdi’nin ise saç telleri arasında bir umut ararken Tarlabaşı’yla merkeze-gürültüye yanaşması önemli notlar.

        Minimalist kara film omurgasını renklerin birincil rolüyle sarıyor

        Bu üçlünün sosyolojik gözlemleri de Pirselimoğlu’nun elinde bir ‘minimalist kara film’ örgüsü canlandırıyor. Bu noktada Aki Kaurismäki ve Béla Tarr’ın dünyaları akla gelip “Kibritçi Kız” (“Tulitikkutehtaan Tyttö”, 1990) ve “Damnation” (“Kárhozat”, 1988) gibi başyapıtları düşünülse de ikinci filmin kleptomani hastalığıyla “Pickpocket” (1959) etkisi ya da ‘anti-felaket filmi’ omurgasıyla “Kızıl Çöl” (“Il Deserto Rosso”, 1964) etkisi içerdiğini iddia edersek yanlış olmaz. Ancak daha ziyade Pirselimoğlu, renklerle etki bırakan bir minimalist.

        Semih Kaplanoğlu’nun metaforlar ya da semboller üzerine gitme anlayışını onda renkler alıyor. Bergman, Fassbinder, Wenders, Kieslowski gibi isimlerde gördüğümüz bu baskın durum böylece Nuri Bilge Ceylan’daki fotoğraf arka planını ‘resim’e taşımaya yarıyor. Bir anlamda da Wojciech Has gibi resimle uğraşıp onlardan daha biçimci yorumlar çıkaran yönetmenlerin de yaklaşımlarının daha minimal bir çerçeveyle akla getiriyor. Karikatürize edilen karakterler de bu çekirdeğe bağlanıyor.

        Her karakterin bir rengi var

        Dostoyevski’nin romanlarından gelen edebi derinliği ya da alt sınıfsal anlamda sosyolojik incelemeyi ise ayrıca ele almak mümkün. Zeki Demirkubuz’un daha doğal örnekler ve yeri geldiğinde monologlarla halledip alt kültürleştirdiği ve kendi benliğine aldığı bu durum dışarıdan bir bakış kazanıyor bu üçlemede. Zira metropol hayatına Antonioni’nin daha hakim sınıflardan bakışı biraz daha köşeye itilmiş ‘toplumsal sınıf’ damgasıyla sarılıyor. Bir anlamda da “Macera”nın (“L’Avventura”, 1960), “Gece”nin (“La Notte”, 1961) ve “Tutulma”nın (“L’Eclisse”, 1962) tersine yorumlarını, boşluk bırakma düşüncelerini izliyoruz. Kapitalizmin yarattığı yalnızlık ve iletişimsizlik sorunsalı ise hastalıklı bireyler üzerinden canlanıyor.

        “Rıza”da (2008) yeşil renk tonu oda ışığından itibaren devreye girerken, çok baskın gözükmüyor. “Pus”ta (2009) grinin tonları bir anlamda bütün karakterlere bir ‘kir ve pus’ ekleyen metropol hayatının pisliklerini temizleme derdine, soyutluğuna düşüyor. “Saç”ta (2011) ise bir perukçunun saçlarla yaşadıklarını tutkusal bir yorumdan öte gürültüden kaçıp sessizce sokakta yatma adına yorumlayan bir tipleme izliyoruz. Onun dünyaya bakışı yeşil, sarı, mavi gibi renkler ışığında ‘karanlık’a kaçışı resmetme adına canlanıyor. En ruhsal ve üst seviyeye ulaşan bu son bölümün sinemaskop oranında çekilmesi Nuri Bilge Ceylan’ın daha önce HD ile yaptığını (Bkz. “Üç Maymun”, “Bir Zamanlar Anadolu’da”), burada özgüveni yüksek ve iddialı bir 35 mm aktarımına taşıyor. Minimalist Türk sinemasının da en önemli örneklerinden birinin üremesine ve Pirselimoğlu’nun ‘usta kategorisi’ne ulaşmasına olanak tanıyor.

        2000’lerin ilk 10 yılının ikinci yarısına damga vuran iki üçleme

        Üçleme, çekirdeğine baktığımızda büyük oranda metropol yaşamının, sanayileşmenin ve kapitalizmin orta yerinde olup bitenleri varoşlardan insanların nasıl yorumladığını masaya yatırmak istiyor. Dardenne Kardeşler’in natüralist sosyal gerçekçi hikayelerini, Bruno Dumont’un suç-vicdan algısıyla bütünleyip, Kornél Mundruczó’yla da akrabalık kursa da Karusmäki kadar soğutucu bir atmosferin temsilinin habercisi üstelik. Renklerin önemi de bu konuda bir ekleme yapınca aslında bir üslup şekilleniyor. Elbette “Rıza”daki bazı hareketli planlar ve ana çerçeveyi bozan yan temaları eleştirebileceğimiz gibi yükselen süreç ve uzaklaşılan yan öğelerden uzak kalmayı da takdir edip gelişime kulak vermeliyiz.

        Nasıl 90’lar jenerasyonu ekol oluşturduysa Kaplanoğlu ile Pirselimoğlu da 2000’lerin ilk 10 yılının ikinci yarısına damga vurdu orası kesin. Bir anlamda onların ‘yan jenerasyonu’ olarak bir profesyonellik, kalite ve detaycılık sundular. Şimdilerde onların izinde yürüyen çaylak minimalist yönetmenlerin ne halde olduğu ise ayrı bir tartışma konusu. Bu da zaten sözü geçen ustalaşmış isimleri dünya sinemasındaki rekabetçileriyle aynı paragraflarda anmamızı sağlıyor.

        Kerem Akça’nın Önerdiği 15 DVD:

        1-Örümcek Kadının Öpücüğü (Kiss of the Spider Woman)

        2-Tayfun Pirselimoğlu Box Set

        3-Çapkın Damat (Alfredo Alfredo)

        4-Acil Teslimat (Premium Rush)

        5-Arıza Aşk (Bellflower)

        6-Azrail’i Beklerken (Poulet Aux Prunes)

        7-Uyuyan Güzel (Sleeping Beauty)

        8-Barbara

        9-Prometheus

        10-Aşk Perisi (La Fée)

        11-Holiday Inn

        12-Ruh Eşim (Café de Flore)

        13-Şansa Bak (50/50)

        14-Yenilmezler (The Avengers)

        15-Karanlık Gölgeler (Dark Shadows)

        Not: Liste, son iki ayda çıkan DVD’lerden oluşturulmuştur. Her hafta güncellenecektir.

        keremakca@haberturk.com

        Diğer Yazılar