Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        KEREM AKÇA / keremakca@haberturk.com

        11 OCAK FİLMLERİ

        Bu yılın başlarında Türk sinemasının tarihi film belleğindeki türlerin ve kalıpların “Fetih 1453” ile A sınıfına transfer edildiğini gördük. Ancak Suat Yalaz’ın çizgi romanından uyarlanan “Karaoğlan”, 1960’lardaki yedi filmlik serinin ‘yeni sürüm’ü olmaya çalışırken çizgi roman kaynaklı ‘muzip’ yaklaşımı ‘gülünçlük’le karıştırıyor. Bu da büyük oranda bizde her yıl 10 civarı üretilen çöp örneklerden biriyle yüzleşmemizi sağlıyor. Tabii ki poz vererek sahne işini tamamlayan oyuncuların fotoğrafını çekmek, ana akışa uymayarak araya sıkıştırılan ‘ara plan’ların eğlencesini sürmek ya da ‘camp’ estetiğin avantürün içindeki yerini inceleyip arkadaşlarına anlatmak isteyenler için “Karaoğlan” nasıl bir etki yaratır bilemeyiz. Ancak Kudret Sabancı’nın dizi alışkanlığının üzerine birbiriyle uyuşamayan görüntü yönetmeni ve kurgucu ikilileri de eklenince, neredeyse filmin bir deneme tahtasına dönüşüp görsel ve dramatik yapı kavramlarının en esaslı kurallarını bile uygulayamaz hale gelmesi kaçınılmaz oluyor. Böylece ‘nostaljik tat’, çaylak oyuncuların da katkısıyla ‘yapma ve plastik bir ambalaj’a dönüşmekle kalıyor. Bu da parodi üreten birçok yaratıcımızın ağzını sulandıran bir bütünle yüzleşmemizi sağlıyor.

        Elbette bizim sektörümüzün genişlemesiyle birlikte film sayısının artmasının hem olumlu hem de olumsuz yönleri var. Örneğin Amerikan sinemasının da kendini sorgulayıp ayaklandığı yıllarda bir taraftan kaliteli gişe filmlerinin ve klasik hikaye anlatma sinemasının orta damarından çıkan örneklerin üretildiğini, bir diğer taraftan da ‘çöp ve B sınıf’ oranının arttığını gözlemlemek mümkün. Bu durum da genelde ‘tür filmleri’nin o zamanki konumuna göre şekillenir. Peki ‘bunun sonuçları nerelere varıyordu?’ diye soracak olursanız, cevabımız ne olur? Elbette ‘nicelik, niteliği arttırır’ tümcesi...

        Prodüksiyon kalitesini birazcık yükseltmek her şey demek değil

        İşte “Karaoğlan” (2012) da yedi filmlik bir seri olarak 60’larda yerli avantür geleneğine eklenen, çizgi roman bazlı bir kahraman hikayesinin ‘yeni sürüm’ünü canlandırıyor perdede. Ancak ilgilisi için uyarımızı yapalım: 2000’lerde bunu yapmaya çalışan ‘Maskeli Beşler’ serisinin ilk filmi gibi kaliteli bir iş yok ortada. Daha ziyade Malkoçoğlu, Tarkan gibi Yeşilçam yitikliğini üzerine alan kült kahraman filmlerinin günümüzde canlanmış, prodüksiyon kıstası birazcık yükseltilmiş haliyle yüzleşiyoruz. Zira 1.85:1’de tür filmi çekmek ne kadar akıl karı, orası tartışma konusu.

        Tam da bu noktadan başlayarak Kudret Sabancı’nın 2013 mamulü ‘Karaoğlan’ eserine neredesinden bakarsanız bakın hiçbir şekilde ‘işler’ bir taraf bulamıyorsunuz. “Karaoğlan”ın açılış sekansında çizgi roman yapraklarının tadında bir ‘omurilik’ sunup ‘inşaat süreci’ adına ‘umut’ aşılamasını geride bırakınca ise büyük oranda kolay unutulacak bir ‘filmimsi’ ile yüzleşiyoruz. Üstüne üstlük “Dünyayı Kurtaran Adam’ın Oğlu” (2006) gibi ‘çöp bellek’i prodüksiyonla yükseltmek isteyip ‘kitsch’ (bayağılık estetiği) yerine ‘camp’ (bilinçli bayağılık estetiği) duran bir örneğin düştüğü durum ortadayken, nasıl böylesi bir ‘üretim’ olabilir, buna inanmak mümkün değil.

        Bu filmin amacını çözebilen varsa bize de anlatsın

        Filmin her karesini ayrı ayrı izlediğinizde de bu duyguyu hissedebiliyorsunuz. Neredeyse Z sınıf tarihi filmlerimizin 2000’de ti’ye alındığı “Kahpe Bizans” adlı bir parodi örneği mevcutken veya Cem Yılmaz, Batesmotelpro gibileri böylesi ‘kültürel benlik’leri masaya yatırmayı alışkanlık haline getirmişken bu kadar ‘plastik’ duran bir filmin amacı nedir? Bunu çözebilen varsa, bana da anlatsın. Zira “Fetih 1453”ün (2012) bu konuda yaptığı A sınıf atılımı bile köklerine geri döndüren, onun döneminden en az 50 sene ‘geri adım’ atan bir eserle yüzleşiyoruz burada.

        Bu konu büyük oranda Kudret Sabancı’nın dizi alışkanlığına kayması bir tarafa “Laleli’de Bir Azize”de (1999) de bütün sorumluluğu metnin omuzlarına yüklemesinden kaynaklanıyor. Yani gerçek anlamda bir yönetmen olmayınca, memur veya zanaatkarın varlığıyla gelebilecek bir ‘hakimiyet’ de göremiyoruz normal olarak. Bu durum iki kişilik kurgu ve sinematografi ekiplerinin ‘dışarıya güzel/özenli/kaliteli gözükmek için doldurulmuş’ izlenimi yaratmasına yol açıyor. Öyle ki buradaki teknik donanım o kadar ‘garip’ ki kendimizi olmadık yerlerde hissedebiliyoruz çoğu zaman.

        Ne de olsa uyumsuzluk yapaylıktan güç alır demişler

        Öncelikle eski dönemin sonradan dublaj yapılıp senkron uyuşmazlığı içeren ses skalası, filmin tamamını etkisi altına alıyor. Bunların altına üç yaşındaki çocukların seviyesindeki diyaloglar, karaktersiz aşk motivasyonları ile bilgisayar oyunu demosundan kopma kuşatma sahnesi de ‘döşenince’ sonuç kaçınılmaz oluyor. Çünkü gerçekleşenler içinde ‘sinema’ unsurunu ayıklayıp çıkarmaya kalkınca kocaman bir ‘hiçlik’le karşılaşıyoruz. Zira Kudret Sabancı’dan mı, plansız yaratıcı yapımcılıktan mı, yoksa çizgi roman estetiğinin bir aceminin eline geçmesinden mi bilemeyeceğiz, ama üst üste bağlanmış karelerin neredeyse tamamında devamlılık hatası var.

        Bunun sonucunda büyük oranda Teoman’ın “Mumya Firarda”daki (2002) ya da Özcan Deniz’in “Evim Sensin”deki (2012) trajik yüz ifadelerini ve mimiklerini akla getiren, nereye doğru konuştuğunu bilmeyen karakterimsiler izliyoruz. Karaoğlan’ın bunlara ‘güzel/karizmatik göz rengi’ ile ufukları seyrederek destek vermesi de eklenince, bir anlamda uyumsuzluk yapaylıktan güç alır hale geliyor. Eloğlu bu uyumsuz kurguyu şok kesme ve cutaway gibi tekniklerle yaparken, burada iki kişilik kurgu ekibi tek bir çölde geçen projenin malzemelerinin altından kalkamamış. Göstermelik yavaş çekim hileleri buna eklenip “300”ün (“300 Spartans”, 2006) yeşil ekran teknolojisiyle yaptığına ‘150’de biri bütçe’yle kalkışınca ise ‘çayırlarda koşup eğlenen kılıçlı, sandaletli insanlar’ misali bir görüntü ortaya çıkıyor.

        Efektler 100 sene öncesinin teknolojisini akla getiriyor

        Bu durum büyük oranda yakın ve orta planlardan mizansenin içinde olmadığı gözüken tiplemelerin dağılmasına ve omurgasızlık yaratmasına sebep oluyor. Böylece karton avantür, o konudaki samimiyeti de yıkıp ‘bağlantısız, devamlılık sıkıntılarından mustarip görsel yapı’ya mağdur bırakılıyor. Bu noktada ‘ay ışığı efektleri’, ‘patlama efektleri’ gibi bütçe isteyen özelliklerin, George Méliès’nin 20. yüzyılın başında yaptığı ‘pelikülü boyama’ ile devreye girdiği hissediliyor büyük oranda.

        Böylece son kısımdaki baskın sahnesi de boşa giderken, sadece yukarıdan kuşbakışı master çekim sayesinde biraz akılda kalıyor. Ama o da Hollywood’da gördüğümüz ‘money shot’ adlı ihtişamlı vurgu tekniğini devreye sokamıyor. Hatta 100’ün üzerinde bir ordudan sadece yedi kişinin bayıldığını görmemiz, bir hayli ilginç dururken Mel Brooks parodilerini akla getiriyor. Filmin elindeki malzeme o kadar parodiye uygun ki bizde bunu seven oyuncuların ve yaratıcıların ağızları sulanabilir. Zira saray modellemeleri de üçüncü sınıf animasyonlardan kopmuş gibi gözüküyor. Yıllar sonra ‘Korkunç Bir Film: Türk Macerası’ adlı bir eser izlersek şaşırmayalım.

        Böyle giderse 2100 yılında A sınıf bir çizgi roman uyarlamamız olabilir

        Bu noktada Tamer Çıray’ın ezgileri birazcık kulağımızın pasını silerken Kudret Sabancı’nın dizi bütününe bile ulaşmayan ‘sinema filmi inşaası’nı, alışkanlıkları sebebiyle dışarıda bırakması bir hayli garip. Diyaloglarla gülmek, efektlerin egosantrik yaklaşımıyla çöp eğlencesine kapılmak ya da oyuncuların poz verir hallerinin fotoğrafını çekmek isteyenler elbette “Karaoğlan”dan hoşlanabilirler. Ancak nihayetinde 2013, ilk yerli çöp örneğini erkenden veriyor burada orası kesin. Bu konuda da hiç ayağını korkak alıştırmadan eserin, kendini fazla ciddiye alarak ‘avantür’ bütününün demodeliği içindeki yapaylıkları bir araca dönüştürdüğü söylenebilir.

        Suat Yalaz’ın “Son Osmanlı Yandım Ali” (2007) adlı modern uyarlamasındaki estetik doku ise burada canlanmıyor. Bu demode doku, “Superman”den (1978) aşağıda kalmış efektlerinin ‘arka plan bütünlüğü’nü bozmasıyla bir ‘camp görsellik’e saplanıp kalıyor. Çölün renk paleti de kendini bir üç boyutlu sürece taşıyamıyor. Anlayacağınız Hollywood’un 35 sene önce çizgi romanda yaşadığı yapaylık sıkıntısı bizde 2013 yılında daha geride kalmış haliyle canlanıyor. Böyle gidersek 2100 yılında profesyonel bir çizgi roman estetiğiyle üretilmiş ‘gişe/kahraman/süper kahraman filmi’ görebiliriz. “Büşra” (2010) gibi estetik bütünlük adına bu konuda ‘aşmış’ duran eserler ise ‘deli işi’ olarak anılır böylece...

        FİLMİN NOTU: 1.2

        Künye:

        Karaoğlan

        Yönetmen: Kudret Sabancı

        Oyuncular: Volkan Keskin, Müge Boz, Hasan Yalnızoğlu, Özlem Yılmaz, Hakan Karahan

        Süre: 117 dk.

        Yapım yılı: 2012

        BUNALIM ORTAMINDA İÇKİ KAÇAKÇILIĞI

        Suçluların arasına sızarak bunu bir ‘tür meselesi’ haline getiren John Hillcoat, özellikle “Yol”daki çığır açıcı kıyamet sonrası bilimkurgu vizyonuyla dikkat çeken bir isim. “Kanunsuzlar”da ise çok sevdiği bir alana el atarken anti-western coğrafyasından geleneksel bir gangster filmi çıkarmaya çabalıyor. Büyük Bunalım döneminin göbeğindeki içki kaçakçılığı da, günümüzde kan gölüne dönen modern şehir hayatından farklı gözükmüyor. Bu durumdan bir sosyopolitik benlik çıkaran film, gerçek hikayeye bağlı olmak için çok uğraşınca dramatik hasarlar alıyor. Böylece 30’ların gangster karakterlerini, 70’lerin atmosferinde canlandırma arzusunun ‘kan uyuşmazlığı’na takılıp, yeni milenyumda “Halk Düşmanları” gibi yenilikler yapan gangster filmlerini aratıyor.

        Avustralya’nın derinliklerinden yükselen hapishane filmi “Ghosts of the Civil Dead”in (1988) şanı ile bilinen John Hillcoat, son iki filminde ‘Hollywood’un surlarında bir şeyler yapmaya çabalıyor. Yaratırıcı, hiççi, melankolik ve hipnotik kıyamet sonrası bilimkurgu başyapıtı Cormac McCarthy uyarlaması “Yol”un (“The Road”, 2009) ardından bu kez yine soluğu ‘edebi eser’ bazlı bir projede alıyor. “Kanunsuzlar” (“Lawless”, 2012), iyi çekilmiş ve ince ince örülmüş bir klasik Amerikan sineması seyirliği...

        İçki kaçakçılığı için oluşan bir kardeş çetesi

        Ancak filmin bunun üzerine ne kadar koyabildiği tartışılır. Zira Hillcoat, “Teklif”teki (“The Proposition”, 2005) ‘20. yüzyıl’ arifesinde canlanan coğrafyayı Büyük Buhran döneminin göbeğine yerleştiriyor burada. Neredeyse bir kan davasından fışkıran süreç de büyük oranda içki ticaretinin orta yerinden bir şeyleri alevlendirmeye yarıyor. Yaşamak için suç işleyen sıradan insanların gangsterleşme sürecinde yaşadıklarını mercek altına alıyor. Buna paralel olarak Benoît Delhomme’un görüntü yönetmeni koltuğunda sarıdan maviye uzanan renk paletini dolgun bir ana renk skalası adına kullanması, özellikle genel planlara yüksek bir arka plan derinliği katıyor.

        Bu da yönetmenin Tarkovsky zeminine ulaştığı önceki filmini bir kenara itip hikayeye odaklanmamızı arzuladığını kanıtlıyor. Shia LaBeouf, Tom Hardy ile Jason Clarke’tan kurulu Bondurant ailesi, doğrusunu söylemek gerekirse içki kaçakçılığını gerçek bir ‘kurumsal mücadele’ ve ‘toprak ticareti’ne dökünce büyük oranda ‘mafya çetesi’ne dönüşüp, polislere ve gangsterlere savaş açıyorlar.

        Coğrafyanın mimarisi sadeleştirilmiş anti-westernlerden transfer olan 70’ler dokulu derinliğinin yerini ise birazcık 1930’lar dokulu bir gangster filmi alıyor. Düello sahnelerinden karizmatik karakterlere, çatışmalardan yerini yurdunu korumaya kadar her şey ‘Sanayi Devrimi görüp yeni yeni medenileşen bireylerin gözü’nden canlanıyor. Hillcoat da büyük oranda bunun altını oyarken, Delhomme’un yol açtığı atmosferin üzerine gitmekten ziyade çok katmanlı hikayesini anlattığını her şartta hissettiriyor.

        McCabe ve Bayan Miller” ile “Yaralı Yüz”ün arasında

        Özellikle Hardy, Pearce ile Chastain’in oyuncu yönetiminin ve makyajın da katkısıyla karakterlerine iyi girdikleri ve iz bıraktıkları kesin. Hardy’nin korkutucu yüz ifadesiyle boynu kesilmesine karşın yılmayan mizacı ya da Chastain’in cesareti de görülmeye değer. Ancak sanki bu gerçek hikaye bazlı senaryo ya da kitap zemini büyük oranda ‘bilinen gerçeklere dokunmayalım’ sadakatiyle gerçekleşmiş. Böylece olunca da ister istemez dramatik açmaz, içki kaçakçılığının arkasında tür sinemasından başka zeminler açıp suçlu hikayesi anlatmayı öne çıkarmayacak Taylor Hackford, Joel Schumacher gibi memur yönetmenlerin ihtiyacını hissettiriyor.

        Bu da Hillcoat’un Hollywood kıvamına tutulmasını sağlarken, “Yol” serbestliğinin yamacından uzaklaşmasını da tetikliyor. 1930’ların geleneksel gangster filmleriyle yüzleşip geri çekilmesini ve Mann’in “Halk Düşmanları” (“Public Enemies”, 2009) ile çatışmasından yenik ayrılmasını sağlıyor. Nihayetinde filmin “McCabe ve Bayan Miller” (“McCabe & Mrs. Miller”, 1971) ile “Yaralı Yüz”ü (“Scarface”, 1932) birleştirir izlenimi yaratan modeliyle ‘iz’ bırakmaktan ziyade gözümüzün pasını aldığı görülebiliyor. Bu noktada anti-western atmosferinin sadeleştirmeyi abartırken ‘minimalist açılar’ bırakma deyişi etkisini fazla hissettiremiyor. Bu yaklaşım sanki filmin içinin boşaltıp 70’lerin atmosferi ile 30’ların karakterlerinin/motivasyonlarının birlikteliğinden doğan ‘kan uyuşmazlığı’ndan çekmesini sağlıyor.

        FİLMİN NOTU: 5.5

        Künye:

        Kanunsuzlar (Lawless)

        Yönetmen: John Hillcoat

        Oyuncular: Shia LaBeouf, Tom Hardy, Guy Pearce, Jason Clarke, Jessica Chastain, Gary Oldman, Mia Wasikowska

        Süre: 116 dk.

        Yapım yılı: 2012

        ESKİ TOPRAKLARDAN KİM KALDI?

        Büyük oranda 1994 tarihli “Kesişme”yi akla getiren, ‘kaza ile hayatın değiştiği, ikiyüzlülüklerin ve gücün sorgulandığı’ bir erotik-gerilim yaratma çabası denebilir. “Entrika”, bu konuda demodeliği, karton karakterleri ve iğreti duran ahlaki geçişleri bir kenara iyi yönetmenlik sunmayı bile seyircisine fazla görüyor. Bu durum video kalitesindeki görsel yapıyı, büyük oranda Tim Roth’un dramatik akışla dalgasını geçmesiyle ‘anlamlı’ kılabiliyor. Böyle olunca biz de Richard Gere ve Susan Sarandon’ın idare eden performanslarıyla tamamlanan bir film bütününü deneyimliyoruz.

        Yatırım fonu kodamanı, gerçek bir güç temsilcisi Robert Miller gibi bir adamın ‘sırlar’ının diz boyu olması şaşırtıcı olmaz aslında. Zira Hollywood böylesi karizmatik karakterleri özellikle 90’larda fazlaca sinemalaştırmıştır. Richard Gere ve Michael Douglas gibi karizmatik, zeki ve seksi erkek kahraman yaratma düşüncesinin raflara kalkmasının üzerinden ise çok zaman geçti. 2000’lerde daha dinamik, daha yaratıcı ve daha çevik karakterleri arzuluyor izleyici artık. Bu konuda Matt Damon ve Tom Cruise isimleri örnek verilebilir.

        Artık 90’ların gerilimlerinin miyadı doldu

        Nicholas Jarecki belli ki “Kesişme” (“Intersection”, 1994) ve “Final Analysis” (1992) gibi erotik içerikli, entrikaya alan açan Richard Gere filmlerini seviyor. “Entrika” (“Arbitrage”, 2012) da o dolguya göre üretilmiş bir eser görünümünde. Filmin kırılgan bir dramatik çatının üzerine yazılmamış karakterlerle süslenmesine kurgu konusundaki özensizliği de eklemesi ise aslında daha ziyade video piyasasını hedefleyen bir film getiriyor beraberinde.

        Belki sinema tarihinde “Hayatın Bağları” (“Les Choses de Vie”, 1970) ile bildiğimiz ‘kazanın sonrasında yükselen ilişkisel üçgen/tansiyon’ burada yok. Fransız sinemasının dolgun alt metinlerini de çok gerilere atılmış bir şekilde bulabiliyoruz. Ancak o kazayla üstü örtülü her şeyin açığa çıktığı, yozlaşmanın, ahlaksızlıkların, riyakarlıkların saklandığı yerden fışkırdığı süreç filmin dramatik yapısının atardamarını oluşturuyor. Ama Jarecki’nin görüntü yönetmeninden dinginlik adına aldığı krem rengi sinematografinin üzerini dolduramadan, kurgusal özensizlik ya da plastik bağlamalarla hareket etmesi hiç ‘iç açıcı’ bir omurga getirmiyor. Böylece ‘kaymak tabaka’daki saygı ya da ahlaki çöküntü yorumları anlamsız bir kartonluğa doğru ilerliyor.

        Yönelimini belirleyemeyen dramatik yapı, Tim Roth’un bile tepkisini çekiyor

        Polis rolündeki Tim Roth’un karakteriyle, mizansenle ve gerilimle dalga geçer hali de aslında filmin durumunu özetler nitelikte. Zira elde gayet güzel bir New York burjuvazisi öyküsü varken oradan bir şeyler çıkarmak daha kolay olmalı. Ama 90’ların şablonundan ne ilişkisel ahlaksızlığın üzerine giden, ne de güç üzerine sorgulama sunan bir eserin tuğlaları bir araya getirilebiliyor.

        Aksine Richard Gere’in karizmasıyla yıkılan seyirciyi ekran başına beklerken Laetitia Casta’nın çığlıklarına ve model görünümüne tahammül etmemizi isteyen bir seyirlik sunuluyor. Bu da Jarecki’nin ne tansiyonu ayarlamayı, ne merak unsurunu ayakta tutmayı, ne de oyuncu yönetmeyi bilmesinden kaynaklanıyor. Yönetmen, belki ileride film çeker ama bu eser video piyasasında yer alabilir ancak. Öyle ki buradaki senaryosal gelgitlerin, katman doldurma adına inandırıcı olmayan ‘karakterler’ ve ‘sürprizler/tesadüfler’le aldığı yol, uçurumdan aşağı yuvarlanmayı kaçınılmaz hale getiriyor.

        FİLMİN NOTU: 3.5

        Künye:

        Entrika (Arbitrage)

        Yönetmen: Nicholas Jarecki

        Oyuncular: Richard Gere, Susan Sarandon, Tim Roth, Laetitia Casta, Nate Parker, Brit Marling

        Süre: 107 dk.

        Yapım yılı: 2012

        ÇOCUKLAR İÇİN FANTASTİK BEŞLİ

        Büyüklerin inandırmasıyla çocukların düşlerinde canlanan masalsı, kutsal veya efsanevi prototipleri biliriz. “Efsane Beşli”, bu ‘gerçek dışılık’ı elinin tersiyle itip ana çocuk karaktere bile ‘süper güç’ yüklemesiyle ‘umacı’, ‘diş perisi’, ‘kum adam’, ‘Noel Baba’ ve ‘Paskalya tavşanı’nın işlevlerini farklılaştırıyor. Bir noel filmi hikayesinin içinde serbest bir şablona transfer ediyor. Bu da ‘koruyucuların yükselişi’ adı altında adeta olağan dışı bir ‘Fantastik Dörtlü’ ya da ‘Yenilmezler’ tanımı izlememizi sağlıyor. Deakins-Ramsey ikilisinin her detaya ilgi gösterip renk cümbüşüne alan açtığı bilgisayar animasyonu katmanları ise bu bütünün doğru adımlar atmasında büyük rol oynuyor.

        Noel filmlerinin geleneklerini biliriz. Noel baba ile küçük çocuklar arasındaki ilişkiyi ‘büyülü kılmak’ adına bazı adımlar attıktan sonra ailenin kutsal olduğuna dair tutucu mesajlarla da finalini bağlarlar. “Efsane Beşli” (“Rise of the Guardians”, 2012) ise James Joyce’un bu konuda ezber bozan duruşunu transfer ediyor. Bunun üzerine kurmaca piyasasından bildiğimiz Roger Deakins’in sinematografisi ile storyboard artisti Peter Ramsey’nin yönetmenliğini ekliyor.

        Çocuklar için Fantastik Dörtlü/Yenilmezler’ denebilir mi?

        Bu açıdan da fantastik bir macera gibi akan eserin, ‘zaman yolculuğu’ motifinden de beslenen bir ‘çocuklar için Fantastik Dörtlü/Yenilmezler’ tanımı yarattığı söylenebilir. Bunu yaparken ise Kuzey Kutbu’nun 300 yıl sonrasına gidip Noel Baba’nın ismini North, Paskalya tavşanının ismini Tavşan, masal kahramanı Sandman’in ismini Sandy ve diş perisininkini ise Diş olarak değiştirerek ‘şirinleştirme/sadeleştirme’ yaptığı görülebiliyor. Dinamik ve dolgun renk cümbüşünün orta yerinde Jack Frost’un hikayesi geleneksel öksüz, yetim çocuklardan farklı ilerliyor.

        Onun dondurulmasıyla ortaya çıkan umacı karakterinin ‘kötü’lük elbisesi giymesi ise ‘insanlığı kurtarma’ düşüncesini açığa çıkarıyor. Böylece “İnanılmaz Aile”yi (“The Incredibles”, 2004) akla getiren süreç biraz da ‘ebatlarıyla oynanan hayali kahramanlar’ın açığa çıkmasına yol açıyor. Bu noktada 1.85:1’de her karesi ince ince işlenmiş bilgisayar animasyonu yetkinliği filme güç verirken, muhafazakar noel mesajları da bertaraf ediliyor.

        Diyalogların ağırkanlılığı hikayenin çekiciliğine zarar veriyor

        Ancak sanki David-Lindsay Abaire’in diyaloglarının fazla ağırkanlılığı bu noktada mizaha engel oluyor gibi. Yan karakterlerin içeriye dahil edilmemesi bir tarafa, gerçek anlamda ana karakterlerin çekici bir derinliğe kavuşturulmadığı da bir gerçek. Bu da “Efsane Beşli”yi görsel bir cümbüşle izleyip çocuk düşü adına büyüleyici görünümüne kapılacağımız bir sinema seyirliğine dönüştürüyor.

        Fakat dramatik açıdan bakınca animasyonun dolgunluğu, hikayeye tutunma düşüncesi adına ‘çekicilik’ taşımasını engelliyor. Her şeye rağmen seslendirme sanatçılarının da katkısıyla keyifli ve profesyonel bir animasyonla yüzleşiyoruz. Üç boyutlu evrenle bu derinliğin tadına varıyoruz.

        FİLMİN NOTU: 5.5

        Künye:

        Efsane Beşli (Rise of the Guardians)

        Yönetmen: Peter Ramsey

        Seslendirenler: Chris Pine, Hugh Jackman, Jude Law, Alec Baldwin, Isla Fisher

        Süre: 97 dk.

        Yapım yılı: 2012

        BİR YAŞAM BİÇİMİ YARATIYOR

        Werner Herzog’un nasıl yaşadığını, konuştuğunu ve tepki verdiğini bilmediğimiz, bambaşka adalarda, yarımadalarda ya da bölgelerde mesken tutan ‘kültürler’i ve ‘yaşam biçimleri’ni ele aldığını biliriz. Benh Zeitlin de burada onun düşünce yapısını bir çocuğun gözünden ‘kapitalist sisteme karşı direniş’ hikayesine dönüştürüyor. Afro-Amerikan sinemasının ‘alternatif kültür’ünü yaratmanın peşine düşüp ‘efsanevi çocuk’ karakterinin dayanılmaz çekiciliğiyle yükseliyor. Büyük oranda da bulduğu tabanla, usturuplu gerçeküstücülüğüyle, gelgitli coğrafi güzellemesiyle ve baba-kız ilişkisindeki mitolojik tatla kalıcı olmayı başarıyor. “Düşler-Diyarı”, Cassavetes’in kamera kullanımı ile De Sica’nın umut yüklü sosyolojik zeminini dinamik bir Werner Herzog’un zihninde buluşturan, heyecan verici bir bağımsız yönetmenin doğuşunu müjdeliyor.

        FİLMİN NOTU: 7.8

        Künye:

        Düşler Diyarı (Beasts of the Southern Wild)

        Yönetmen: Benh Zeitlin

        Oyuncular: Quvenzhané Wallis, Dwight Henry, Levy Easterly, Gina Montana, Lowell Landes

        Süre: 91 dk.

        Yapım yılı: 2012

        KEREM AKÇA’NIN VİZYON FİLMLERİ İÇİN YILDIZ TABLOSU

        Açlığa Doymak: 3.5

        Alacakaranlık Efsanesi: Şafak Vakti – Bölüm 2 (The Twilight Saga: Breaking Dawn – Part 2): 7

        Anna Karenina: 9.9

        Asteriks ve Oburiks: Gizli Görevde (Astérix et Obélix: Au Service de Sa Majesté): 3

        Aşk (Amour): 5.5

        Babamın Sesi: 5.5

        Bana Bir Soygun Yaz!: 1.2

        Bekarlığa Veda (Bachelorette): 5.4

        Bulut Atlası (Cloud Atlas): 8.5

        Cherry’nin Hikayesi (About Cherry): 6

        CM101MMXI Fundamentals: 2

        Çakallarla Dans 2: Hastasıyız Dede: 2.5

        Çalıntı Hayat (The Words): 4

        Dağ: 4.8

        Elveda Katya: 3

        Evim Sensin: 0.9

        Evrenin Askerleri: İntikam Günü (Universal Soldier: Day of Reckoning): 1.8

        F Tipi Film: 4.6

        Frankenweenie: 6.5

        Görünmeyenler: 3.5

        Gözetleme Kulesi: 3.8

        Havana’da 7 Gün (7 Dias en La Habana): 5.8

        Hayalimdeki Aşk (Ruby Sparks): 6.5

        Hobbit: Beklenmedik Yolculuk (The Hobbit: An Unexpected Journey): 6.5

        Htr2b: Dönüşüm: 3.5

        Jack Reacher: 4.8

        Katil Joe (Killer Joe): 3.5

        Kıyamet Günü (The Impossible): 6.5

        Kibarca Öldürmek (Killing Them Softly): 6.5

        Laz Vampir Tirakula: 4.2

        Medyum (Red Lights): 3

        Moskova’nın Şifresi: Temel: 3.4

        Mutluluk Asla Yalnız Gelmez (Un Bonheur N’Arrive Jamais Seul): 4

        Mükemmel Plan (Friends with Kids): 5.5

        Oğlum Bak Git: 2.5

        Operasyon: Argo (Argo): 4

        Otel Transilvanya (Hotel Transylvania): 7

        Paranormal Activity 4: 1.2

        Paranorman: 4.5

        Pi’nin Yaşamı (Life of Pi): 4.5

        Sen Dünyaya Gelmeden (Al Venuto Mondo): 4

        Simurg: 4.7

        Skyfall: 4.5

        Tepenin Ardı: 7.6

        The Master: 7.5

        Uçuş (Flight): 4.9

        Umut Işığım (Silver Linin

        Yakın Tehdit (Trespass): 4.1

        Not: Yıldızlar, 10 üzerinden verilmektedir.

        keremakca@haberturk.com

        Diğer Yazılar