Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        KEREM AKÇA / keremakca@haberturk.com

        15 ŞUBAT FİLMLERİ

        Bilgisayar animasyonunun özellikle “Şrek” ile girdiği yolda, teknolojik dönüşümün yanında başka şeyler de devreye sokuldu. Postmodern dünyalar, anti-kahramanlar ve yetişkinleri hedef alan şablonlar/temalar yavaş yavaş araya sızdı. “Oyunbozan Ralph” da atari oyunlarının âleminden bir kötü adamı alıp onun üzerinden ‘atari makineleri’nin içindeki hayata bakış atıyor. Böylece “TRON”un ‘sanal gerçeklik’ bazlı evrenini “Scott Pilgrim Dünyaya Karşı”nın estetik kaygısıyla birleştirip, interaktif duyarlılığı yüksek bir metafilmin (ya da meta-oyunun) içinde yorumlamış oluyor. Buna capcanlı karakterler ve çok yönlü çizimler ilave ederken, piksellenme oranının anbean değişkenlik gösterdiği kahramanları ve tasarımları ustalıkla detaylandırması da vizyonunu genişletiyor. “Oyunbozan Ralph”, muhtemelen “Şrek”ten beri üretilmiş en önemli ve özgün Amerikan stüdyo animasyonu.

        Animasyon dünyasında özellikle “Şrek” (“Shrek”, 2001) sonrası bir ‘yetişkinlere uygun’luk kıstası devreye girmeye başladı. Bunun da sebebi Pixar ve DreamWorks Animation şirketlerinin ‘bilgisayar animasyonu’ düellosunda kalite oranının artmasıyla ilintili aslında. Bu sayede de yeni milenyumda karşımıza bolca düşünsel damarı ve katmanlı evreniyle dikkat çekerken çocuklara uygun mesajları da unutmayan animasyon örnekleri çıktı.

        Şrek”in modelini “TRON” ve “Scott Pilgrim Dünyaya Karşı” etkisiyle yoğuruyor

        Arıların dünyası, karıncaların dünyası, böceklerin dünyası, farelerin dünyası, penguenlerin dünyası, arabaların dünyası ve balıkların dünyası derken gerçek bir boyutluluk ve postmodern katmanlılık sezebildik. Ancak bunların hiçbiri ‘Şrek’ gibi marka haline gelmedi. “Neşeli Ayaklar” (“Happy Feet”, 2006), “Arabalar” (“Cars”, 2006), “Fare Şehri” (“Flushed Away”, 2006), “Köpekbalığı Hikayesi” (“Shark Tale”, 2004), “Horton” (“Horton Hears a Who”, 2008) gibi kalıcı bilgisayar animasyonlarını da bu noktada unutmadan not düşmeliyiz.

        “Oyunbozan Ralph” (“Wreck-it Ralph”, 2012) ise yaratıcılarının zekasıyla ‘atılım yapma’ derdine ayak uydurabiliyor. Üstüne üstlük Walt Disney Animation stüdyosunun ‘muhafazakar gelenekler’den kopma karşıtı şirket politikalarını ‘cüretkar’ ve ‘tavizsiz’ duruşuyla devre dışı bırakmasıyla takdiri hak ediyor. Bunun devamında “Şrek”in masal dünyasının karakterlerine, kalıplarına ve motiflerine yaptıklarını video/atari oyunlarının evrenine transfer ediyor. Bir bakıma “TRON”un (1982) sanal gerçeklik bilimkurgu modeli ile “Scott Pilgrim Dünyaya Karşı”nın (“Scott Pilgrim vs. the World”, 2010) atari oyunu estetiği devrimini iç içe geçirip kendine göre bir ‘oyun içinde oyun’ evreni dokuyor denebilir.

        Sevdiğiniz atari oyunlarının metafilmi denebilir

        Rich Moore’un özellikle atari salonlarındaki ‘eski model oyunlar-yeni sürüm oyunlar’ ya da video oyunlarındaki ‘atari oyunu-konsol oyunu’ arasındaki çatışmayı göz önünde bulundurup bir detaycılıkla çıkagelmesi, filmin dünyasını daha yoğun hale getiriyor. Bir bakıma 80’lerden bugüne yaşananları bir dramatik çatışma yoluyla ‘rekabet dünyası’na çevirdiği söylenebilir. Bunun orta yerine de Donkey Kong’u hatırlatan Wreck-it Ralph adlı karakterin ötesinde Fix-it Felix Jr., Sugar Rush, Hero’s Duty gibi omurgaları kullanılan ‘oyun alanları’ ile Street Fighter, Super Mario Bros., Sonic ve Pac-man gibi popüler kültür ikonlarının tiplemeleri yerleştiriliyor.

        “Oyunbozan Ralph”, büyük oranda atari makinelerinin içerisinde olup bitenlerle, hain düzenle ilgili bir anti-kahraman hikayesi. Ana karakterinin, “Şrek”te olduğu gibi kötü adamlıktan bıkıp kahraman olma sevdasının izini sürerek de bir anlamda ‘kahramanın yolculuğu’ adına ‘maceramsı adımlar’ atıyor. Kendimizi daha önce Godard’dan Truffaut’ya kadar birçok yönetmende gördüğümüz sinema eserlerinin çekim sürecine odaklanan ‘metafilm’ şablonunun orta yerinde hissederken, her şeyin hazırlık aşamasında olup bitenler de adeta bir ‘resmi geçit’ kıvamında canlanıyor. Bir anlamda ‘meta-oyun’ kavramı devreye giriyor.

        Atari oyunu estetiği, “Scott Pilgrim Dünyaya Karşı”daki kadar devrimci değil

        Yönetmen, büyük oranda içeride ‘Game Central Station’da her oyunun dehlizlerini bir ‘kanalizasyon’ niyetine canlandırıyor. Oyun yaratımlarının ve karakterlerinin demode kalmasından piksellenme sıkıntısına kadar ince elenip sık dokunduğu, inadına ‘yapay’ ya da inadına ‘fazla profesyonel’ bir görünüm verdiği söylenebilir. Böylece Fix-it Felix Jr. adlı oyunun 80’lerden kalmış antika halleri büyük oranda karşımıza ‘daha tek boyutlu tiplemeler’ getirirken Hero’s Duty adlı strateji oyununun karakterleri üç boyutlu bir bilgisayar animasyonu desteği alıyor. Birincisinin karakterleri apatmanlarının içinde parti yaparken 80’lerin disko duygusunun hissedilmesi de, ‘piksellenerek hareket etme tutarlılık’ını devreye sokuyor.

        Spor oyunu Sugar Rush’ın tasarımlarının buna uyum sağlarken “Oz Büyücüsü”nden (“The Wizard of Oz”, 1939) ‘Yıldız Savaşları’na (‘Star Wars’) uzanan bir referans harikasına dönüştürülmesi ise önemli. Mekandan mekana atladığımız interaktif dünya, bir anlamda atari oyunu estetiğini hissettirip ‘kaybolma’, ‘ikinci canıyla yeniden doğma’, ‘aradaki hareketlerin kesilmesi’ gibi kurgusal oynamaları devreye sokuyor.

        Ancak Edgar Wright’ın başyapıtı “Scott Pilgrim Dünyaya Karşı”nın devrimci kurmaca yaklaşımının sanki bir devamı sanal gerçeklik metafilmi içerisinde fantastik serüven algısıyla canlanıyor gibi. Bu da evrenine “Şrek” kadar girmekten zevk aldığımız, animasyon dünyasının çok yönlülüğüyle kalbinizi ısıtırken yan karakterlerin sempatisiyle de keyif veren, yüksek tempolu bir çizgi şöleni beraberinde getiriyor.

        Kaybolan değerlerle ve gelişen grafiklerle dertleri var

        “Oyunbozan Ralph”, video oyunlarının ya da atari oyunlarının dünyasının ‘makine içi’ animasyonu olarak anılacak. DreamWorks Animation’ın üstlendiği sorumluluğu, Disney’in sürekli ‘yaş ortalaması düşürerek net sonuç alamayan’ Pixar’dan farklı bir noktaya taşımasını sağlayacak. Büyük oranda karşımızda; eski değerlere olan saygıyı, onların yavaş yavaş alaşağı edilip ‘yeni grafikler’le devre dışı bırakılmasını ele alan, interaktif piyasanın bir çöp kutusu kıvamındaki ‘faşist’ dönüşümünü eleştiren bir eser var.

        Elbette bu bütünün içindeki Ryu’dan konuşma baloncuklarıyla duygularını ifade eden tiplemeye kadar her şey çok zeki ve yerli yerine oturuyor. Oyunbozan Ralph’ın yalnız kalmaması ve mizahın ana hedef olmaması da bu konuda filmin seviyesini yukarıya çekiyor. Düşünsel derinliğini arttırıyor. Böylece postmodern atari oyunları kahramanları resitali, ‘linkler’den güç alan dahiyane bir şablonla tüketilirken her türlü kitleye uygun oyunlar da unutulmuyor.

        FİLMİN NOTU: 8.6

        Künye:

        Oyunbozan Ralph (Wreck-it Ralph)

        Yönetmen: Rich Moore

        Süre: 108 dk.

        Yapım yılı: 2012

        AİLE BOYU AKSİYON

        Ünlü aksiyon serisi ‘Zor Ölüm’ün beşinci halkası “Zor Ölüm: Ölmek için Güzel Bir Gün”, günümüze ayak uydurma konusunda sıkıntılı, demode bir şovenizmle yol alan bir tür filmi kıvamında. Bu zaafın önüne Bruce Willis’in alaycılığı ve koreografisi iyi yapılmış aksiyon sahneleri birazcık geçebilse de, Hollywood’da hakim 2.35:1 formatının dahi uygulanmaması bu ölü sezon filminin tavrını belli ediyor. Tabiri caizse 2007 tarihli dördüncü filmin yaptığı dinamik, heyecanlı, genç ve abartılı geri dönüşten zerre iz taşımayan bu eser, süresini de zorla 97 dakikaya çeken bir hikayesizlikten mustarip.

        80’lerin sonunda ve 90’larda furyaya dönüşen safkan aksiyonlar arasında belki de ‘Hız Tuzağı’ (‘Speed’) ile birlikte en önemlisi ‘Zor Ölüm’dür (‘Die Hard’). 70’lerin daha minimalize ve el emeği göz nuru efektleriyle sarılmış tür damarına ‘capcanlı’ bir aşı yaparak yol alan bu eserler ‘hız’ algısını da kuvvetlendirmiştir. Ancak 1995’te çekilen John McTiernan imzalı üçüncü filmin ardına 2007’de bir başka devam filmi eklemek ne kadar akıl karıydı orası tartışmalı.

        John Moore, Len Wiseman’ın yerini dahi tutamıyor

        Fakat kabul edelim ki orada ‘Karanlıklar Ülkesi’ (‘Underworld’) serisi ile bağrımıza bastığımız Len Wiseman’ın ‘fantastik’ rötuşlu, interaktif kitleye uygun tempolu ve abartıları öne çıkaran aksiyon damarı tutmuştu. Asker uçaklarıyla çatışır, internet jenerasyonuyla kapışır hale gelen John McClane belli oranda döneme adapte olmuştu. En azından ‘eskimiş’liği üzerine giden bir mizah da vardı. Burada ise John Moore, bir stüdyo memuru olsa da nedense hedeflerini tutturma adına adımlarını atarken ne ‘doğru’ ne de ‘sağlam’ hareket edebiliyor. Bu durumu yönetmenin filmlerinin çok çeşitli olmaktan ziyade ‘birinci sınıf’ bir seyir zevki aşılamamasıyla ilişkilendirebiliriz.

        Öncelikle 97 dakikalık süreyle önceki eserlerin iki saati aşan zaman diliminden, ardından 1.85:1 formatıyla Hollywood’un istisnalar dışında alışılageldik 2.35:1 formatından vazgeçiyor. Bunun arkasına yerleştirdikleri ise Soğuk Savaş döneminde bir nükleer tehditle boğuşan, böylece 80’lerin çağ dışı militarist söylemlerini akla getiren bir politik bakış yüklüyor. Bruce Willis bu duruma ayak uydurma adına ‘alaycı’ adımlar atsa da doğrusunu söylemek gerekirse bunlar fazla geçerli olamıyor.

        Baba-oğul ilişkinin çiğliği aksiyona zarar veriyor

        Rus karakterler öylesine Yeşilçam kötüsü gibi çizilmiş ki onların espri malzemesi olduğu sahnelerde gülemiyoruz bile. Üstüne üstlük kendimizden utanmak ve bu aşağılamaya tepki göstermek durumunda kalıyoruz. Böylece “Ajan Salt” (“Salt”, 2010), “Karanlık Saat” (“The Darkest Hour”, 2011) ve “Çernobil’in Sırları” (“Chernobyl Diaries”, 2012) gibi eserlerden sonra bir başka ‘eski düşman’ temsiliyle daha yüzleşiyoruz. Alman Sebastian Koch’un bu duruma ultra bir ‘kötü adam’ katkı yapması da gözlerden kaçmıyor.

        John Moore’un helikopterleri devreye soktuğu aksiyon koreografileri ise oldu bittiye getirilmekten ziyade baba-oğul ilişkisinin çiğliğine takılıyor. Sanki sinema salonunu Mary Elizabeth Winstead daha çok kullanılmalıymış hissiyatıyla terkediyoruz. Willis ile oğlunun bir aradaki görünümü ‘birinde kas kalmamış, diğeri kas patlaması yaşıyor’ yorumundan öteye geçemiyor. Bu da baba-oğul ilişkisi aksiyonunu B sınıf ve şovenist tavırlarıyla zihinlere yerleştiriyor. Oğul rolündeki Jai Courtney’nin ‘Spartacus: Kan ve Kum’ (‘Spartacus: Blood and Sand’) dizisinde oynayarak ‘spor görmüş kaslı beden’ ile çıkış yaptığını ve önünün açık olmadığını da şimdiden söyleyebiliriz.

        FİLMİN NOTU: 3.7

        Künye:

        Zor Ölüm: Ölmek için Güzel Bir Gün (A Good Day to Die Hard)

        Yönetmen: John Moore

        Oyuncular: Bruce Willis, Jai Courtney, Sebastian Koch, Mary Elizabeth Winstead, Cole Hauser

        Süre: 97 dk.

        Yapım yılı: 2013

        BU İNSANLAR NEREYE BAKIYORLAR?

        Kurtuluş Savaşı’nda Sakarya Muharebesi’nde Kayseri Lisesi’nden 63 öğrencinin şehit düşmesini, bir milliyetçi destana çevirme çabasına girerken, 2007 tarihli “120” ile akrabalık kuran bir eser. “Taş Mektep”, bu duruşunu doğru ve evrensel bir sinemayla taçlandırmaktan ziyade ilkel bir TV dizisi bölümü olmayı seçiyor. Böylece son kısımdaki yapım tasarımı ve kamera kullanımı adına ihtişamlı savaş sahnesi; didaktik diyaloglar, nereye konuştuğu belli olmayan oyunculuklar, garip-tutarsız makyajlar, niye volüm yükselttiğini anlamadığımız müzik ve daha nicesine teslim oluyor. Böylece alışkanlıkları bozmayıp bir başka B sınıf yerli tarihi filmle daha yüzleşiyoruz.

        Tarihi film algımızın “Nene Hatun” (2010), “Kubilay” (2011) ve “Mahpeyker” (2010) gibi ucuz bütçeli B sınıf ürünlere sıkıştırıldığı günlerde “Fetih 1453” (2012) bu konuda bir milat oldu. Ancak onun devamında üreyen eserlerden “Çanakkale 1915” (2012) dışında en azından bu ‘cesaret’i taşıyabilen bir yapıt dahi çıkmadı henüz. “Taş Mektep” (2013) ise 1.85:1 oranında TV filmi/dizisi dekupajıyla çekilerek kolay halledilmiş hissiyatı yaratıyor.

        Son sekanstaki emek takdir edilebilir

        Kurtuluş Savaşı döneminden Sakarya Muharebesi’nde şehit düşen 63 öğrencinin izinde yakılan ağıt adına, 2007’de “120”de gördüğümüz benzer bir ‘milliyetçi motivasyon’ salgılıyor. Bunu son sekansta sanat yönetimi, detay planlar, arka plan tutarlılığı ve kaydırma hareketleriyle güçlü bir savaş sahnesiyle de tanımlıyor. Ancak filmin takdir edilecek ‘görkemli’ sıfatını anlık da olsa tattırması bir yana; oyunculuk, senaryo, yönetmenlik ve kurgunun umursanmadığı ‘ilkel sinema’ yüklü süreci unutturması mümkün olamıyor.

        Zira ‘kurgu yönetmeni’ diye bir meslek olduğunu zanneden bir eserin, karakterlerini dağlara taşlara baktırarak konuşturup mizanseni unutması da normal karşılanabilir. Oyuncuların zombi gibi yürüdüğü bu ‘trajik durumlar’ aslında şaşırtmayıp filmin içine girmenizi, dünyasına adapte olmanızı sağlıyor. Atatürk tanımının boyutsuzca dikkat çeken ela gözleriyle ‘garip’ bir nesneye dönüşmesini ise idrak edemeyenler çıkacaktır.

        TV dizisi bölümü havası, ‘bu insanlar nereye bakıyorlar?’ sorusunu sordurtuyor

        Tüm bunlara son darbeyi didaktik ve editör elinden geçmemiş ‘senaryo’ vuruyor sanki. Çamur gibi renklerle kurulu görsel yapının, sadece bir dönem ele alma adına kendini paralaması çok da dert değil. Zira Altan Dönmez, kullandığı yavaş çekim tekniğinden orkestra müziğinin abartılmasına kadar ‘tek boyut’ hayranı bir isim. Bunu yaparken de utanmadan sıkılmadan sanki bir TV dizisi bölümü izlememizi sağlıyor.

        “Taş Mektep”, hüzünlendirme özelliğiyle milliyetçi duyguları alevlendirecek bir yapıt. Ancak bizim tarihi algımızın gelişme ivmesine ayak uyduramıyor. Filmin deneyimini yaşarken siyasi duruşundan çok sorduğumuz soru ise büyük oranda ‘bu insanlar nereye bakıyorlar?’ oluyor. Son kalemde Zeki Alasya-Metin Akpınar çiftinin 1976 tarihli “Nereye Bakıyor Bu Adamlar” filmini hem yönetmene hem de bu 102 dakikalık süreci atlatmayı başaranlara öneririm.

        FİLMİN NOTU: 2.1

        Künye:

        Taş Mektep

        Yönetmen: Altan Dönmez

        Oyuncular: Ayça Varlıer, Orhan Kılıç, Elit İşcan, Feride Çetin, Bora Akkaş

        Süre: 102 dk.

        Yapım yılı: 2013

        ACI’ ÇEKTİRMENİN YOLLARI

        Boş Ev”, “İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış ve İlkbahar” ve “Yay” gibi filmleriyle yeni milenyumun sanat sinemasına damga vuran Kim Ki-Duk, şüphesiz mesafeli ve minimalist yaklaşımıyla sömürüye açık temaları sinemalaştırmasıyla dikkat çekmiştir. Ancak son döneminde verdiği eserlerin festivaller için ‘seri üretim’e dönüşmesi, “Acı”da bir işkence resitalini, istismar amaçlı bir şiddet gösterisini ve kör kör parmağım gözüne bir aşırılık bulamacını beraberinde getiriyor. Böylece ana-oğul ilişkisi ‘pembe dizi’ boyutsuzluğuna takılırken Ki-Duk da kendi “Bilinmeyen Kod”unu çekip ‘Tanrıcı/egosantrik’ damarını tatmin etme ve hayattan-seyirciden intikam alma şansına kavuşuyor. “Acı”, acının çıkış noktalarını incelemeye kalksa da sanat yapıyor görünümlü video kalitesinde bir istismar filmine dönüşmekten kurtulamıyor.

        Yükselen Güney Kore sinemasının en üretken figürlerinden Kim Ki-Duk’un son 10 yılın sinemasındaki etkisi tartışmasız. Özellikle “Boş Ev”in (“Bin-Jip”, 2004) aşk filmi şablonuyla, “İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış ve İlkbahar”ın (Bom Yeoreum Gaeul Gyeoul Geurigo Bom”, 2003) yabancılaştırıcı mekan kullanımıyla yol açtıklarını görmezden gelmek kolay değil. Bunların yanında da tehlikeli ve sömürmeye açık meseleleri, minimalist, mesafeli ve mat renklerle sarılı/beyaz dokulu anlatılarla ‘sessiz’ gözlemlerden geçirip dramatik yapılarının altını doldurması dikkat çekicidir.

        Rüya”nın ardından krize girmesi sineması için hayırlı oldu

        Ancak senede bazen iki filme çıkıp 1997-2008 arasında 15 film çeken yönetmenin, bir yaratıcılık sancısı yaşaması da kaçınılmazdı. 2008 tarihli “Rüya” (“Bi-mong”) da bu konuda ‘düşülebilecek en dip nokta’ anlamına geliyordu. Artık fantastikle uğraşıp reenkarnasyon gibi zor meselelere girmenin yanında sinemasal yetkinliğini de kaybeden Ki-Duk, bu eserde bana kalırsa beşinci sınıf video kalitesinde bir işe imza atıyordu.

        Böylece Uzakdoğu kültürüyle Avrupa sinemasının gereklerini iç içe geçiren minimalist gelenek kaybolma tehlikesiyle yüzleşiyordu. Bu durumun imdadına neyse ki yönetmenin o filmin setinde yaşadığı bir oyuncunun hazin ölümden dönme olayı yetişti. Bu sebeple krize girmesi de, 2011’de çektiği “Arriang” adlı kişisel belgeseli ‘belge’ adına önem arz eder hale getirdi.

        Bilinmeyen Kod”un seyirciye işkence yapma arzusunun bir benzeri

        Ancak ondan bir yıl sonra karşımıza çıkan ve Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan Ödülü’ne ulaşan “Acı” (“Pieta”, 2012) nedense bu zaaflardan kurtulmasına yetmedi. Zira burada anne-oğul dramıyla kesişen bir üçüncü sınıf yakuza hikayesi akıyor. Birincisinin pembe diziden hallice omurgası ile ikincisinin yapay duruşu iç içe geçince de sonuç kaçınılmaz bir ‘hiçlik’in ‘boyutsuzluk’una transfer ediliyor.

        Bunun devamında yapma duran karakterler, dramatik motivasyonlar ve kamera hareketleri bir anlamda devreden çıkıyor. Anne ile oğlun ilişkisi ise bir süre sonra çarpıklığı ve aşırılığı abartan bir sömürü yumağına dönüşüyor. Böylece Haneke’nin “Bilinmeyen Kod”u (“Code Inconnu: Récits Incomplet de Divers Voyage”, 2000) misali seyirciyi pasif olduğu koltuğundan kaldırmak ve işkenceye maruz bırakmak isteyen bir eserle yüzleşiyoruz. Tabiri caizse yönetmen, birilerine olan kişisel hıncını bizden çıkarıyor.

        Şiddet ve cinsellik üst üste geldikçe de asap bozmaktan ziyade baygınlık ve tekrar üzerine tekrar etkisi yaratmakla kalıyor. Bu sayede formda günlerine geri dönüş şansını kaçırırken, adeta ‘başka zamana’ diyor. Ama açıkçası bu konuda bir ‘umut ışığı’ dahi yakamıyor. Çok yönlü bir ‘acı operası’ ya da ‘acının günümüzdeki halleri durumu’ sunmaya kalkıştığında ise aslında bu riskli sularda boğuluyor diyebiliriz.

        FİLMİN NOTU: 3.1

        Künye:

        Acı (Pieta)

        Yönetmen: Kim Ki-Duk

        Oyuncular: Jo Min-Soo, Kang Eunjin, Kim Jae-Rok, Lee Jeong-Jin

        Süre: 104 dk.

        Yapım yılı: 2012

        ŞİMDİ EVLİLİK ZAMANI

        Türk romantik-komedisinde ilklerin filmi olarak nitelediğim “Romantik Komedi”nin üç yıl sonra gelen devam filmi birazcık ‘ikinci film’ rehavetini taşıyor gibi. Bu da serinin ‘evlilik bölümü’nün Gürgen Öz’e alan açılmasıyla artan kahkaha oranı, Yıldıray Gürgen’in çok yönlü müzik skalası, sanat yönetimi tutarlılığı ve rengarenk karakterler dışında ‘ilişki başlangıcı bölümü’nün gerisinde kalmasına yol açıyor. Böylece “Romantik-Komedi 2: Bekarlığa Veda”, bütün ışıltısına, albenisine ve kendini izlettirme becerisine karşın yönetmen-kurgucu uyumsuzluğunun cezasını çekerek, büyük oranda özündeki ‘reklamcı yönetmen duygulu Hollywood estetiği’nden ‘hızlı tüketime açık TV filmi dekupajı’na meylediyor. Ancak elbette Gürgen Öz’ün Türkiye’nin Owen Wilson’u olma yolunda attığı adımlarla filmin çoğu anında bu durumu bertaraf ettiğini de not düşmeliyiz.

        FİLMİN NOTU: 3.5

        Künye:

        Romantik Komedi 2: Bekarlığa Veda

        Yönetmen: Erol Özlevi

        Oyuncular: Sinem Kobal, Sedef Avcı, Burcu Kara, Gürgen Öz, Engin Altan Düzyatan, Cemal Hünal, Özge Ulusoy

        Süre: 107 dk.

        Yapım yılı: 2013

        KEREM AKÇA’NIN VİZYON FİLMLERİ İÇİN YILDIZ TABLOSU

        Anna Karenina: 9.9

        Aşk (Amour): 5.5

        Bitik Şehir (Broken City): 3.9

        Celal ile Ceren: 4.1

        CM101MMXI Fundamentals: 2

        Çatlak Film (Movie 43): 5.7

        Düşler Diyarı (Beasts of the Southern Wild): 7.8

        Efsane Beşli (Rise of the Guardians): 5.5

        Elveda Katya: 3

        Entrika (Arbitrage): 3.5

        G.D.O. Karakedi: 3

        Görünmeyenler: 3.5

        Hansel ve Gretel: Cadı Avcıları (Hansel & Gretel: Witch Hunters): 6.5

        Hobbit: Beklenmedik Yolculuk (The Hobbit: An Unexpected Journey): 6.5

        Htr2b: Dönüşüm: 3.5

        Hükümet Kadın: 1.4

        Kanunsuzlar (Lawless): 5.5

        Karaoğlan: 1.2

        Lincoln: 4.1

        Kıyamet Günü (The Impossible): 6.5

        Mama: 6.1

        Mutlu Aile Defteri: 6.2

        Mutluluk Asla Yalnız Gelmez (Un Bonheur N’Arrive Jamais Seul): 4

        No: 3

        Parker: 3

        Pi’nin Yaşamı (Life of Pi): 4.5

        Tepelerin Ardında (Dupa Dealuri / Beyond the Hills): 6.8

        Umut Işığım (Silver Linings Playbook): 6.5

        Yakın Tehdit (Trespass): 4.1

        Zero Dark Thirty: 5.5

        Zincirsiz (Django Unchained): 5.5

        Zürafa (Zarafa): 3.5

        Not: Yıldızlar, 10 üzerinden verilmektedir.

        Diğer Yazılar