Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        8 MART FİLMLERİ

        Sinema tarihinin ilk A sınıf ve uzun metrajlı peri masalı filmi olarak bilinen 1939 yapımı “Oz Büyücüsü”, yıllarca sayısız sanat dalında çeşitli uyarlamalarla anıldı. Bir popüler kültür ikonuna dönüştü. Ancak bunlar arasında en önemlileri kuşkusuz Afro-Amerikan müzikali “Büyücü”, sahne müzikali ‘Wicked’ ve bu yıl çekilen “Muhteşem ve Kudretli Oz” olarak anılacak. Sam Raimi’nin 2013 yapımı eseri hikayeye bir önbölüm elbisesi giydirirken, ana karakteri ‘Oz Büyücüsü’ olarak belirleyip dolandırıcı bir tiplemeden masal anti-kahramanı yaratıyor. Bu sayede son dönemin alt tür geleneğine karakter ve öykü bazında yaklaşırken temalarını da yetişkinlerin diyarına transfer etmesiyle dikkat çekiyor. Muhtemelen Victor Fleming’in bile hayal edemeyeceği bu ‘önbölüm’ başarısı, teknik detaycılığı, technicolor/dijital teknoloji karışımı efektleri ve çok yönlü masal evreni ile anılacak. “Muhteşem ve Kudretli Oz”, seri üretimin nasıl yapılması gerektiği konusunda ‘ders’ niyetine izlenip etüt edilmesi gereken bir eser.

        “Oz Büyücüsü” kaynağından çıkan üç önemli eserden biri

        Onlar genelde seri üretim hissiyatı yaratsa da Sidney Lumet’in “Büyücü”sü (“The Wiz”, 1978), 2003’te Broadway’de sahnelenen ‘Wicked’ müzikali ve “Muhteşem ve Kudretli Oz” (“Oz: The Great and Powerful”, 2013) ‘mite yeni şeyler ekleme’ vazifesini fazlasıyla gördüler. Bunlardan birincisi Afro-Amerikan müzikali şablonunu ‘kitsch’lik (bayağılık estetiği) objesine çevirerek yönünü siyahi karakterler üzerinden belirlerken ikincisi iki cadının ‘spin-off’una (seri üretimlerde bildiğimiz hikayenin içindeki bambaşka karakterlerin öyküsüne odaklanma eğilimi) el atmayı hedeflemişti. Konumuz olan üçüncüsü ise hikayeye ‘haşmetli Oz büyücüsü’nün tarafından bakarak bir ‘önbölüm’ kıyafeti giydirmeye çalışıyor.

        Sinema tarihinin ilk A sınıf ve uzun metrajlı peri masalı filmi olarak anılabilecek “Oz Büyücüsü”, aslında o zamanlar Jean Cocteau’nun eserleriyle yarışıyordu. Şimdilerde ise Tim Burton, Terry Gilliam, Guillermo Del Toro, Jean-Pierre Jeunet başta olmak üzere envai çeşit yaratıcı bu koltuğa göz dikmiş durumda. Yapımcılar da kendilerini bu doğrultuda organize ederek klasiğin ruhunu korurken üzerine değerli ilaveler yapmayı hedefliyor.

        “Alis Harikalar Diyarında”nın (“Alice in Wonderland”, 2010) yetişkinleri hedefleyen ‘stüdyo peri masalı filmi’ tümcesinin devamında ince ince örülmüş bir dünya böylece inşa ediliyor. Burton’ın yerine Sam Raimi’nin geçmesi biraz da ‘yönetmen geri çekilmesi’ yaşatınca Oz Diyarı’nı yakından teneffüs etmek için seyirciye alan açılıyor. Böylece açılıştan kapanışa üst düzey bir stüdyo işini izlerken, onun macerasına, efektlerine, temposuna ve ihtişamına kapılıyoruz. 1930’ların sonunda devreye giren üç renk şeritli technicolor’ın etkisi, sanki renkli sinemanın ilk yıllarına ‘yeşil ekran teknolojisi’ni dördüncü şerit olarak ekliyor gibi.

        Esaslı mesele ise aslında burada peri masalı filmi şablonunu dönüştürmeyle gerçekleşmiş. Sahne müzikalinin doğrudan ‘Oz Diyarı’ndaki cadıların öyküsüne ‘gençlik filmi’ kalıplarıyla bakması görüşü, 2013 tarihli filmde farklı bir boyuta transfer oluyor. Oz Büyücüsü’nün bildiğimiz o ‘sahtekar’ haliyle cesaret ve özgüven aşılamaya soyunurken bıraktığımız eser, büyük oranda karşımıza bir başka süreç çıkarıyor.

        Ana karakterin bir öteki ya da bir olgun olduğu alt tür şablonu da kalıpların en eski haline uygulanıyor. James Franco’nun 1905 yılında ‘sihirbazlık’ yaparak panayırlarda hayatını idame ettiren ‘dolandırıcı’ kimliği merkeze yerleştiriliyor. Onun yakın dönemden “Sihirbaz”a (“The Illusionist”, 2006) benzer bir tanımla sunulurken adeta ‘dolandırıcılık filmi’nin derinliklerine inmesi zeki bir rötuşla çerçevelenmiş. Sessiz sinemada ‘Sanayi Devrimi’ sonrası artan panayır eğlencesini hatırlatan bir duyarlılıkla tanımlanmış.

        İlk filmde Dorothy’nin Kansas’tan ‘Oz Diyarı’na girişiyle ortaya çıkan ‘technicolor’ ile çekilmiş renkli doku, burada ‘siyah-beyaz’ ve ‘tam ekran (1.33:1)’ çekilmiş ilk bölümün ardına ‘sinemaskopta (2.35:1) postmodern eğilimli technicolor tekniği’ni ekleyerek canlandırılıyor. Kasırga yine ana motife dönüşürken gökkuşağı bu kez arkada bırakılıyor. Böylece eşcinsel kitle için değer arz eden ‘gökkuşağı sembolü’ kullanılmıyor.

        Postmodern bir Oz Diyarı

        Ancak bu sefer kasırga 80 Günde Devrialem’i hatırlatan bir balonu masal dünyasına çekerken, oranın da ‘technicolor’a yakın bir ‘renk şeritlerini üst üste koyma’ düşüncesine ‘dijital teknoloji’yle taşındığı söylenebilir. Mavi, sarı ve kırmızı çok olmasa da bir aşamadan geçirilmiş. Emeral City’nin yeşili de buna ayak uyduruyor. Böylece ‘renkler’in öne çıkması sağlanıyor. Adeta 40’larda Frank Capra ve Michael Powell-Emeric Pressburger eserlerinde ‘fanteziyi canlandırma’ adına gördüğümüz ‘sanat yönetimi’ne ayak uyduruluyor. Özellikle arka planın hafif ‘yapay yapıştırma’ kokması da bilinçli bir tercih aslında.

        Esasen de “Oz Büyücüsü”nün kitsch dokusunu bozmadan ve ruhuna dokunmadan bir ‘canlılık’ katmak, Burton’ın dünyalarını ileriye götürmeden ‘retro renklerle’ sarmak adına hareketleniyor. Açılışın dışavurumcu bir jenerikle gerçekleşmesi siyah-beyaz dokuya çok şey katarken, 1905’in grameri akla gelmişken vinçli bir plan sekansın devreye girmesi bir anlamda her şeyin bir ‘kopyala-yapıştır’ düşüncesiyle gerçekleştiğini gösteriyor. Araya sıkıştırılan ve ‘orijinal filme gönderme’ gibi duran tek müzikal sahnesi de bu noktada şaşırtıcı olmuyor. Postmodern ‘Oz Diyarı’ algısının altı da böylece derin katmanlarla oyuluyor.

        Tüm bu görsel gücü arkasına alan bu “Oz Büyücüsü” önbölümü; daha ziyade ana karakteri Oscar ya da kısatılmış haliyle Oz’un yolunda çocuk mesajlarını bir çırpıda geride bırakıp monarşik düzenin, sahtekarlığın, kaşiflik zekasının, sinemanın yapabileceklerinin ve daha fazlasının üzerine gidiyor. Bir iktidar mücadelesini öne çıkarıyor. Destansı finali abartmadan da ‘sinemaya saygı duruşunda bulunan final canlandırması’ ile nihayetine eriyor. Her şeyi basit bir zihin oyununda arayıp teknolojinin öne çıktığı günümüzde yönünü ışık-projeksiyon dengesiyle belirliyor. Houdini-Edison arasındaki ana dolandırıcı tipleme de porselen bebek, maymun, mızmız gibi yanına yolda aldığı tipleri onurlandırıyor.

        Cadıların gerçek büyücülük yaparken Oz’un onlara ‘sahte sihir’ ile cevap verebilmesi de aslında zekanın nelere yol açabileceğini anlatıyor. Büyünün bir işe yaramayacağını söyleyip kaçış edebiyatının ötesinde bir kişisel mücadeleyi Roosevelt döneminin içinde canlandırıyor. Raimi’nin uyarlaması ana karakteri, yan karakterleri, okumaları ve hikayeyi değiştirmesi bir tarafa ‘son’ adına da aslında ‘fantastiğe duyulan saygı’yı ispatlayan bir ‘nokta’ koymaktan çekinmiyor.

        Cadıları canlandıran Weisz, Williams ile Kunis’in katkısı da özellikle dönüşüm sekansındaki yeni kötü cadının dışavurumcu gölgesi ve Williams’ın asasıyla girdiği mezarlıktaki gri-mavi arası Burtonesk sahne ile akıllarda kalıyor. Daha önce öne çıkmayan Theodora’nın ablası Evanora karakteri ise aslında ‘miti besleme’ adına işlevsel bir rol oynuyor. Bunların hepsinin uyumu Franco’nun mimik patlaması yapan bireysel performans anlarındaki beceriksizliğiyle biraz olsun bozuluyor. “Alis Harikalar Diyarında”ki öznel tasarımlar ve destansı final canlanmazken daha sadelik yanlısı, zekayı, sinema coşkusunu ve kaşif ruhunu hareketlendiren bir ‘bağlama’ mevcutlar arasına katılıyor. Böylece beyaz perde de Broadway sahnesinde fenomene dönüşen ‘Oz Büyücüsü: Spin-off’u ‘Wicked’dan aşağı kalmayıp fantastik sinema klasiğinin ruhuna yakışan, özellikli bir ‘Oz Büyücüsü: Önbölümü’ mirası bırakıyor.

        FİLMİN NOTU: 6.9

        Künye:

        Muhteşem ve Kudretli Oz (Oz: The Great and Powerful)

        Yönetmen: Sam Raimi

        Oyuncular: James Franco, Michelle Williams, Mila Kunis, Rachel Weisz, Bruce Campbell

        Süre: 131 dk.

        Yapım yılı: 2013

        AVA GİDEN AVLANIR

        Sinematografi, müzik ve ses tasarımının müthiş birlikteliğiyle akan anti-militarist bir atmosfer filmi denebilir. “Eve Dönüş: Sarıkamış 1915”, özellikle bu görsel-işitsel yapıyı hakim hale getirip gerilimi ve savaşın kıyım potansiyelini öne çıkardığında etkileyici anlar yakalayabiliyor. Ancak kapalı alanda ipleri elinden kaçırması ve son bölümde araya ‘somut’luk adına bir-iki sahne atarak süreyi uzatması ilk filmini çeken yönetmen Alphan Eşeli’nin hanesine ‘eksi puan’ olarak yazılıyor. Ama her şeye rağmen ‘kurgu’yu unutmadığı anlarda siyasi duruşu, tedirgin ediciliği ve sinemasal yetileriyle tüketmesi zevk veren bir savaş draması karşımızdaki.

        Türk sinemasında genelde kahramanlık ve başarı ile özdeşleştirilmiş bir ‘savaş ezberi’miz var orası kesin. Kurtuluş Savaşı ve Çanakkale Savaşı dışında tarihi kesitlere de alışık değiliz. Ancak Levent Semerci’nin “Nefes: Vatan Sağolsun”u (2009) sonrası başarısızlığın da bir parçamız olacağı ortaya çıktı. Onun izinde üreyen filmler ise daha psikolojik, karamsar ve dramatik bir yol izliyor.

        Aç karna izlemek emek ve tecrübe istiyor

        “Eve Dönüş: Sarıkamış 1915” (2013), 1. Dünya Savaşı döneminden Osmanlı-Rus çatışmasında mağlubiyete dönüşmüş bir sürecin ‘artakalan insanları’nı ele alıyor. Zorla askere giden tiplemelerden köyün karlar altında kalmasına takılan halka kadar bir Türkiye alegorisi çıkarmanın peşine düşüyor. 2.35:1 sinemaskop formatında da dünya sinemasından referanslarla örülü melankolik bir örgüyü harekete geçiriyor.

        Alphan Eşeli’nin “Avcı”nın (“The Deer Hunter”, 1978) savaşa yaklaşımını canlandırdığı ya da “Son Tren” (“Posledniy Poezd”, 2003) gibi Rus filmlerinin coğrafi dünyasını ve muhalif tavrını akla getirdiği söylenebilir. Burada savaş öyle bir şey olarak tasarlanıyor ki, adeta insanı birbirini yeme noktasına kadar götüren ilkel bir yaşam mücadelesini deneyimliyoruz. Bunu aç karna izlemek ise aslında emek ve tecrübe istiyor.

        Sinematografi, ses tasarımı ve müzik çok iyi kullanılıyor

        Yönetmen belli ki sinematografi, müzik ve ses tasarımı için bir hayli uğraşmış. Karlar altında kalmış ormandan ve köyden bolca faydalanmış. Yaşam mücadelesi maceralarından hallice bir hissiyat uyandırmış. ‘Karlı serüven’ ile ‘savaş draması’ arasında gidip gelen yapıyı da bir gerilimle doldurmuş. Hayk Kirakosyan’ın sinematografisiyle ‘beyazın tonları’nı öne çıkarması, karakterleri de arka planda küçük cüceler/noktalar olarak tasarlaması dikkat çekici.

        Bu yabancılaştırıcı etki bir anlamda doğa-insan ilişkisinin o zamanlar, ulaşım zorken ne hallere geldiğini gözler önüne seriyor. Daha önce tanışmamış insanların zoraki olarak birbirine tutunması, bir ölüm-kalım mücadelesine dönüşüp anti-militarist duruşu taçlandırıyor. Bu bağlamda geniş ölçekli lensler ile geniş açıların, müzik ve ses tasarımının katkısıyla ‘savaş kıyımının rahatsız ediciliği’ni doldurmaya yaradığı hissedilebiliyor. Derin odağın ve odak kaydırmanın atmosfere ağaçların da kullanımıyla ‘birincil’ bir katkı verdiği ve özellikle ilk bölümdeki yalnızlığı vurguladığı da kesin. ‘Mercek’ değişikliklerinde ise ‘derin odak’ın hakimiyeti belirgin hale geliyor.

        Kapalı alan sahneleri açık alandakiler kadar etkili değil

        Bu noktada Béla Tarr’ın bestecisi Mihály Vig sesi yükseltip korkuyu iliklerimize kadar hissetmemizi sağlarken, Burak Topalakçı'nın ses tasarımı becerisi ve Buket Topalakçı Biles'in ortam sesi-diyalog-müzik arasından bulduğu ses kurgusu katmanlılığı yüksek bir kaliteyi geçerli kılıyor. Buna paralel olarak kurgucu Ömer Özyılmazel’in profesyonel yapıya ayak uyduramaması filme zaman zaman zarar veriyor. Özellikle ‘beyazın soğukluk’undan ‘siyahın melankolisi’ne geçişi anlatan iç mekanda diyaloğu fazlaca öne çıkaran anlar atmosfer yetkinliğini düşürüyor.

        Ancak kurgunun açık alandaki orta plan oranı ile kapalı alandaki yakın plan oranı tercihlerini ‘belirgin’leştirdiği görülebiliyor. Yeri geldiğinde ormandaki gerçekçi çatışma sahnesinde kademeli geçişi iyi ayarlaması ve dengeli bir bütünle filmin ruhuna katkıda bulunması da dikkatlerden kaçmıyor.

        Sahnelere kıyamamak yaramamış

        Özyılmazel’in ‘parçalı bulutlu görüntüsü’ biraz kapalı alan sahnelerinde siyahın her şeyi esir altına alıp karakterlerin buluşmasının fazla diyaloğa batırılmasında ‘çaylaklık’ etkisi yapmış gibi. Orada zaten ‘ağırlık’ adına Paul Thomas Anderson, Alan J. Pakula gibi yönetmenlerin temposal duruşunu akla getiren eserin, bu açmazla hikayeyi de elinden kaçırdığı söylenebilir. Geleneksel dramatik motivasyon aşılama arzusu, böylece işe yaramazken ilk bölümde ve finale varırken canlanan ‘üst düzey atmosfer’ zedeleniyor.

        Bu konuda Eşeli’nin aralara sanki sonradan silinmiş sahne sıkıştırmış izlenimi bırakırken (özellikle kapanış sekansı) biraz da ipleri elinden kaçırmış hali var. Uzun lafın kısası eserini 107 dakikaya uzatıp filminin parçalarına kıyamaması ya da şirketlerinin isteklerini geri çevirememesi duyguyu zedeleyip teaserdaki o balta girmemiş savaş kıyımındaki vahşiliğin tedirgin ediciliğini ‘yüzde yüz’e taşımakta sıkıntı çekiyor. Oyuncu kullanımları zaman zaman Yeşilçam’a yaklaşırken, iç mekanın ve diyalogların inandırıcılığı zedelemesi de buna uyum sağlıyor.

        FİLMİN NOTU: 4.6

        Künye:

        Eve Dönüş: Sarıkamış 1915

        Yönetmen: Alphan Eşeli

        Oyuncular: Uğur Polat, Nergis Öztürk, Serdar Orçin

        Süre: 107 dk.

        Yapım yılı: 2013

        KADIN PENCERESİNDEN CİNSEL ARAYIŞ

        İlişkilerde ‘röntgen’den zevk alma meselesi üzerine, bir gazetecinin genç hayat kadınlarının evrenine inip ‘heyecan’ aşılamasını ele alan cesur bir eser. “Kadınlar”, yönetmeni Malgorzata Szumowska’nın üst düzey ‘öznel dünya yaratma’ becerisiyle de yükselirken bir kadının cinsel arayışını biraz yabancılaşmış, biraz halüsinatif, biraz stilize ve fazlasıyla erotik bir dünyada canlandırıyor. Bu da Binoche’un Jeanne Moreau, Brigitte Bardot gibi isimleri daha önce olmadığı kadar hatırlatmasını sağlıyor. Arada onun karakterinin ‘burjuvazinin röntgenci ruhu’nu Gaspar Noé’nin “Destricted” filmindeki kısa bölümüne kaydırması ise ilginç bir detay.

        Kadınların cinsel arayışı ya da seks hayatı sinemada fazlaca ele alınmıştır. Dördüncü filmini Fransa’da veren Polonyalı kadın yönetmen Malgorzata Szumowska ise burada bu ‘kimlik bunalımı’na yol açan kavramı, adeta bir ‘göçmen’ yetkinliği/psikolojisiyle perdeye aktarmış. Özellikle yönetmenlik açısından değer arz eden eserin ‘öznel ruh hali’ temsilini canlandıran görsel yapısıyla tatmin edici anlara açıldığı görülebiliyor. Bu durum da Fransız sinemasının ‘sıkıcı’ tabanının yerle bir edilip ‘bir bilinç’le doldurulmasını sağlamış.

        Evlilikteki iletişimsizliğin dışına çıkıp cinsel hayatını zenginleştirmek isteyen bir kadın

        “Kadınlar” (“Elles”, 2011), lise döneminde hayat kadınlığı yapan iki-üç kızın erkeklerle girdiği ilişkileri dinleyerek buhran evlilik yaşamından kaçan Anne’ın ‘saplantı’ dolu hikayesi olarak anılabilir. Juliette Binoche, sinemaya giriş yıllarındaki ‘cüretkar sahne kimliği’nin üzerine burada ‘tecrübe’ eklemiş. Bu çarpıcı duruma ulaşırken ise Szumowska’nın kadın hikayesi anlatma becerisiyle akılda kalıcı ve iddialı sekansları bizlerle buluşturmuş.

        İnternetin gelmesi, zengin dairelerinin açılı objelerle döşenmesi ve daha nicesinden dolayı evlilik hayatında iletişimsizlik ve sevgisizlik çeken bir bireyin öyküsü de adeta Roger Vadim’in “Ve Tanrı Kadını Yarattı” (“Et Le Dieu... Créa La Femme”, 1956) ya da Louis Malle’ın “Aşıklar”ı (“Les Amants”, 1958) kıvamında bir ‘teslimiyet’e ulaşmış. Bu da Jeanne Moreau ile Brigitte Bardot’yu andıran özgürlükçü bir ruhu harekete geçirmiş. Yönetmenin açılış sekansından kapanış sekansına kadar tek bir Mozart’ın yedinci senfonisinin iki girişiyle idame ettirdiği ‘işitsel yapı’ başta olmak üzere ‘dinginlik ve psikolojik anlayış’ gayesi güttüğü çok açık.

        Sinemasal derinliği olan bir öznel röntgen

        Bu bağlamda keskin plan sekanslarla yansıtılan cesur seks ve fantezi sahnelerinin, ‘röntgenci’ kamera ile karakterin gözündenmiş gibi perdede temsil bulduğu görülebiliyor. Anne’ın gerçek anlamda hayal-gerçek arasında kalmış evrenine giriş ise bir ‘seks sahnesi’ hayali, onun ardından internet başında klavye puntoları ile tuval üstünde canlanan ‘jenerik yazıları’ ve evin içinde koltuklarda yalnız oturmasıyla gerçekleşiyor.

        Bu mizansen, filmin tamamına sinerken gerçek anlamda kendisinin üç yeni yetme kız ile konuştuğu bölümlerde ve onları dinlemekten zevk aldığı anlarda bir el kamerası hareketi ve sıçramalı kurgu vazifesi aktif hale geliyor. Onunla ayrılan kamerasının amors çekimle ‘hayata bakış’ işlevi vermesi de tesadüf değil bu noktada. Filmin herhangi bir cinsel ilişkinin, fantezinin veya cinsiyet farkının üzerine gitmekten öte, üç karakterin fantezilerini üst üste bindirip bir gazetecinin olayına odaklanarak, ‘kuşakların cinsel hayata bakış’ını vurgulaması müthiş bir sinemasal gösteriyi beraberinde getiriyor. Hafif ruhsal ‘arayış’ içerisinde de ‘kent burjuvazisi’nin ‘gözlemleme’ ve ‘röntgen’ zevki böylece açığa çıkıyor.

        Yeni Fransız sinemasında cinsel özgürlükle derdi olan yönetmenler arasına yerleştirebilir miyiz?

        Beyaz dokunun seks sahnelerinde doğal renklere kaymasının yanında Anne’ın ‘flulaşma’ ve ‘plan sekans kaydırması’ ile gerçekleşen halüsinasyon sahneleri de bu keskin ‘atmosfer’ güdüsünü hedefine ulaştırmış. Sinemaskop oranının genişliğinin sınıfsal incelemesi doğru bir ‘yalnızlık’la karşılık bulmuş. Nihayetinde burada gerçek bir cinsel kimlik ya da yabancılaşmadan çıkış, arınma omurgasına dönüşürken Binoche’un başarısı da bir şekilde bu ‘erotik’ ruhu olabildiğince ‘gerekli’ sahnelerin temsili haline getirmiş.

        “Kadınlar” ismiyle gelen bir ‘cinsel tercih çeşitliliği’ de neredeyse son 20 dakikaya kadar görmediğimiz eş ve iki çocuk karakterlerinin unutulmuşluğunu vurgulamak, o sürecin kadının tek önemli-kayda değer anları olduğunu öne çıkarmak için var. Film bütünü de zaten röntgen, internet, evlilik, cinsel arayış, burjuva konformizmi gibi meseleleri bir araya getiren dünyasıyla Fransız Yeni Dalgası’nın cesaretini akla getiriyor. Yönetmenin ise Cédric Kahn ve Anthony Cordier gibilerinin ‘ilişki filmi’nden anladığını daha yetkin bir stille kavramasına yol açıyor. Elbette uzun planlar, ses skalasının takip edilirliği, müziksizlik ve yüksek anlamlı beyaz doku eşliğinde...

        FİLMİN NOTU: 7.5

        Künye:

        Kadınlar (Elles)

        Yönetmen: Malgorzata Szumowska

        Oyuncular: Juliette Binoche, Anaïs Demoustier, Joanna Kulig, Louis-Do de Lencquesaing

        Süre: 99 dk.

        Yapım yılı: 2011

        GÖRÜNTÜ YÖNETMENİ BİLE KURTARAMAMIŞ

        Aile içi şiddet, kadına uygulanan şiddet ve töre cinayetlerini ele alan bir Yeşilçam melodramı. “Gelmeyen Bahar” isminden başlayan didaktizmini doruklara taşıyan 135 dakikada, görüntü yönetmeni Doğan Sarıgüzel’in yönetmen-senarist-besteci Emrah Erdoğan’a (ya da bilinen adıyla Küçük Emrah’a) karşı direnmesiyle yolunu bulmaya çabalıyor. Filmin önüne geçen boyutsuz besteler, aynı fabrikadan çıkmış gibi duran karikatürize karakterler ve kurgu tutarlılığı sağlayamayan bir kurgucu derken demode bir melodramla yüzleşiyoruz. Bu da günümüzde en iyi ihtimalle ‘arabesk kültürü’yle doldurulmuş bir TV dizisine tekabül ediyor ne yazık ki...

        Mahsun Kırmızıgül’ün tek kötü etkisi muhtemelen Özcan Deniz ve Emrah Erdoğan’ı sinemaya sokmak oldu. Emin olduğum bir şey varsa o da, sinemaskop formatında (2.35:1) Hollywood estetiğini, blockbuster gereklilikleriyle Türkiye’ye armağan eden yönetmenin yolunu izleyenlerin kendi meslektaşları olmadığı gerçeği. Özcan Deniz’in ancak ‘üçüncü dünya ülkeleri’nde video klip estetiği olarak anılabilecek bir teknikle iki çöp aşk filmi üretmesinin ardından, Küçük Emrah olarak bildiğimiz Emrah Erdoğan da adeta 80’lerde bayat bir Yeşilçam melodramı çekmiş gibi davranıyor.

        Emrah Erdoğan, sinema sanatını türkülerindeki gibi zannediyor

        135 dakikalık süresiyle her şeyi anlatan “Gelmeyen Bahar”ın (2013) ismine de kulak vermek lazım. Erdoğan’ın ‘kulak’ına ilk fısıldayacağımız konu da bu olmalı: ‘Eğer kör kör parmağım gözüne türkülerde olduğu gibi karakterin adını filmin isminde doğrudan kullanırsan en baştan amacını belli edersin’. Büyük oranda da bu durum sözünü ettiğimiz eserin halet-i ruhiyesini açığa çıkarmaya yetiyor.

        Bu bağlamda Erdoğan’ın bir sahnede sazı eline alıp seslendirdiği şarkıyı ‘aşkı anlatma’ adına yorumlamasına şaşırmıyoruz. Karikatürize karakterler, ağlatma araları, eğitici diyaloglar, yönetmenin kendi bestelerine alan açan işitsel yapı ve daha fazlası derken Yavuz Turgul ile Çağan Irmak’ın doğmadığı dönemden bir kültürel melodramla yüzleşiyoruz.

        Türkiye’nin arabesk kültürünün bayat bir dışavurumu

        1.85:1’de çalışan yönetmenin –ki onun ne olduğunu bildiğinden şüpheliyim- eski değerlerle derdi olduğu açık. Oyunculuk yaptığı dönemin sinemasını daha kaliteli hale getirmek istiyor. Ama kurgucusuna ‘TV’de verilen ‘kurgu yönetmeni’ ibaresini yüklemesi, Emre Aş’ın ‘filmi kurgulamak’tan ziyade ‘parçaları birbirine öylesine birleştirme’sine yaramış belli ki. Bu durum kimi kurgu efektlerini, yavaş çekim tekniğini ve montaj sekansları devreye sokarken nihayetinde ağır tempoyu ‘inat’la vurgulayıp küçük ekran işlerini akla getiren ‘uzun soluklu bir sömürü sineması ürünü’ne yol açıyor.

        Belki bu noktada Erdoğan’ın ailenin çevresindeki töre cinayeti, kadına uygulanan şiddet ve aile içi şiddet meselelerini dört kişinin gözünden anlatması bir ‘deneme’ adına takdir görebilir. “Anne ya da Leyla” (2006) ve “Umut” (2009) gibi çöp melodramların seviyesini yukarı çekmesine yol açabilir. Ancak bu ‘saygı duyulurluk’ bile, klonlanmış gibi duran kadın ve erkek karakterimsilerin katkısıyla oluşan ‘Türkiye’nin arabesk kültürünün bayat dışavurumu’nu engelleyemiyor.

        Doğan Sarıgüzel’in direnişi yeterli olmamış

        Doğan Sarıgüzel tüm bu tek boyutluluklara karşı tek başına mücadele ederken, bu ‘Malkoçoğlu’ tavrı bir yere kadar tutuyor. Direnişi sürdüremeyen ‘özenli görüntü yönetmeni’ birçok yerde iflas bayrağını çekiyor. Ancak flashbackler ve günümüz arasındaki gel-gitlerde grinin tonlarının üzerine kurulu renk paleti alan derinliğine de bakınca hiçbir sekmeye uğramıyor. Öndeki ve arkadaki ışıkla kurulan kadrajlar yüksek bir uyumla canlanıyor.

        Onları birbirine bağlayacak bir kurgucu, sinema zekası bir yönetmen ve ahenk sağlayacak bestelerden ziyade ‘ağlatma hedefli müzik’ olunca ise aslında sonuç kaçınılmaz. “Mutluluk” (2007), “Ateşin Düştüğü Yer” (2011) gibi eserlerde enseste varan aile içi şiddete ve töre sorununa değinme burada tek ‘alkış’ı ‘sinema dilini bakış açılarına göre kurma’ deneyiyle hak ediyor. Şimdilerde dizilerde moda olan bu üslupsal hamle ise karakterlerin altına garip didaktik cümleler koyarak canlanınca “Kalan Hayatının İlk Günü”ndeki (“Le Premier Jour du Reste de Ta Vie”, 2008) kadar iddialı duramıyor. Emrah Erdoğan da ister istemez duygularının ve sahne arkası tecrübesizliğinin kurbanı oluyor. Böylece dizi mantığının çok üzerine geçemeyip demode bir melodram iskeleti servis etmekle kalıyor.

        FİLMİN NOTU: 2.5

        Künye:

        Gelmeyen Bahar

        Yönetmen: Emrah Erdoğan

        Oyuncular: Orhan Alkaya, Turgay Tanülkü, Ayten Uncuoğlu, Ayşe Kökçü, Beyza Şekerci

        Süre: 135 dk.

        Yapım yılı: 2013

        HAFTANIN EN İYİSİ

        “Hayat Ağacı” ile yepyeni bir sürece girdiği söylenebilecek Terrence Malick, Hollywood sisteminin içinde modern sinema yanlısı zorlayıcı bir auteur olarak anılabilir. Bu noktada da onun “Hiroşima Sevgilim”i olma özelliği taşıyan “To the Wonder”, meditatif ve mistik dünyasıyla, göze değil zihne hitap eden hiççi bir süreç ya da sanrısal bir sinema serüveni sunuyor. Amerikan toplumundaki ataerkil düzene ve teolojik eğilimlere ‘arayışçı kamerası’yla bakış atan eserin, bu noktada da eleştirel tutumundan taviz vermemesi sevindirici.

        FİLMİN NOTU: 8.3

        Künye:

        Aşkın İzleri (To the Wonder)

        Yönetmen: Terrence Malick

        Oyuncular: Ben Affleck, Olga Kurylenko, Rachel McAdams, Romina Mondella, Charles Baker

        Süre: 112 dk.

        Yapım yılı: 2012

        KEREM AKÇA’NIN VİZYON FİLMLERİ İÇİN YILDIZ TABLOSU

        Acı (Pieta): 3.1

        Anna Karenina: 9.9

        Aşk (Amour): 5.5

        Aşk Seansları (The Sessions): 6.5

        Bitik Şehir (Broken City): 3.9

        Celal ile Ceren: 4.1

        CM101MMXI Fundamentals: 2

        Çatlak Film (Movie 43): 5.7

        Düşler Diyarı (Beasts of the Southern Wild): 7.8

        Efsane Beşli (Rise of the Guardians): 5.5

        Elveda Katya: 3

        Entrika (Arbitrage): 3.5

        G.D.O. Karakedi: 3

        Görünmeyenler: 3.5

        Hansel ve Gretel: Cadı Avcıları (Hansel & Gretel: Witch Hunters): 6.5

        Hititya: Madalyonun Sırrı: 4.6

        Hobbit: Beklenmedik Yolculuk (The Hobbit: An Unexpected Journey): 6.5

        Htr2b: Dönüşüm: 3.5

        Hükümet Kadın: 1.4

        Kanunsuzlar (Lawless): 5.5

        Karaoğlan: 1.2

        Kelebeğin Rüyası: 5.5

        Lincoln: 4.1

        Kıyamet Günü (The Impossible): 6.5

        Mama: 6.1

        Muhteşem Yaratıkları (Beautiful Creatures): 5.5

        Mutlu Aile Defteri: 6.2

        Mutluluk Asla Yalnız Gelmez (Un Bonheur N’Arrive Jamais Seul): 4

        No: 3

        Oyunbozan Ralph (Wreck-It Ralph): 8.6

        Parker: 3

        Pi’nin Yaşamı (Life of Pi): 4.5

        Romantik Komedi 2: Bekarlığa Veda: 3.5

        Sefiller (Les Misérables): 6

        Suç Çetesi (Gangster Squad): 4

        Taş Mektep: 2.1

        Tepelerin Ardında (Dupa Dealuri / Beyond the Hills): 6.8

        Timothy Green’in Sıradışı Yaşamı (The Odd Life of Timothy Green): 3.5

        Umut Işığım (Silver Linings Playbook): 6.5

        Yakın Tehdit (Trespass): 4.1

        Zero Dark Thirty: 5.5

        Zincirsiz (Django Unchained): 5.5

        Zor Ölüm: Ölmek için Güzel Bir Gün (A Good Day to Die Hard): 3.7

        Zürafa (Zarafa): 3.5

        Not: Yıldızlar, 10 üzerinden verilmektedir.

        Diğer Yazılar