Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        KEREM AKÇA / keremakca@haberturk.com

        29 KASIM FİLMLERİ

        Son 10 senedeki düşüşüyle adından söz ettirse de “Prometheus” ile kariyerinde yeni bir başlangıca imza atan Ridley Scott, burada iyi çekilmiş bir kara film örneğine imza atıyor. “Yol” ve “İhtiyarlara Yer Yok” gibi sinema uyarlamalarıyla bildiğimiz ünlü edebiyatçı Cormac McCarthy’nin senaryosu, fazlasıyla tanıdık motiflerle modern insanın yozlaşmasını merceğine alıyor. Ama Coen Kardeşler tarafından işlenme veya “Trafik”leşme ihtiyacı hissediyor. Her şeye rağmen “Danışman”, oyuncuların fiziksel görünümüne, kalitesine, karizmasına ve sahne ışıltısına odaklanınca Hollywood ihtişamıyla izleniyor.

        Türler arasında dolaştığı kariyeriyle bir kimlik oluşturmuştur Ridley Scott. Reklam yönetmenliği ile ün yaptıktan sonra, şık ve hafif biçimci filmlerin çıkarımına katkıda bulunmuştur. Bunları hikaye anlatma esaslarına göre konumlandırıp kardeşi Tony Scott gibi ‘auteur’ ibaresiyle anılmamıştır. “Ölüm Takibi”nin (“Blade Runner”, 1982) dışavurumcu çizgileri ile “Yaratık”ın (“Alien”, 1979) Post-Vietnam tedirginliğini anlatan neredeyse tek mekan atmosferini unutmak çok mümkün değildir. Zamanla bir memura, yapımcıya, Amerikan milliyetçisine dönüşmesine karşın onun reji kabiliyetini asla reddedemeyiz.

        Cormac McCarthy gerçek bir kara film atmosferi planlıyor

        Burada da zanaatkar ruhuna uygun bir işçilik çıkarıyor. “Danışman” (“The Counselor”, 2013), “Yol” (“The Road”, 2009) ve “İhtiyarlara Yer Yok” (“No Country for Old Men”, 2007) gibi başyapıt seviyesindeki uyarlamalarıyla bilinen ünlü edebiyatçı McCarthy’nin kendi senaryosundan perdeye aktarılıyor. Bunlardan ilkinin kıyamet sonrası bilimkurgu vizyonuna John Hillcoat’un getirdikleri ile ikincisinin western kalıplarına Coen Kardeşler’in kattıklarıyla hatırlanması da gayet doğal.

        McCarthy, “Danışman”da gerçek bir kara film atmosferi planlıyor. Elmas, snuff film, uyuşturucu ticareti, cinsel fantezi ve rehine mizanseni gibi motifleri Meksika yüzeyinde kullanıyor. ‘Meksika westerni’ dolgulu bir ‘neo-noir’ın (renkli kara film) içinde alıyor soluğu. “Kansız”ın (“Blood Simple.”, 1984) kenarına yaklaşsa da aslında Coen Kardeşler’in ‘komedi’ ile harmanladığı tür filmlerinden birine dönüşmenin yamacında kalıyor.

        Performanslar dikkat çekerken prototipler ve entrika çok tanıdık duruyor

        Fassbender, Diaz, Cruz, Bardem ve Pitt’in performans katkısı son derece etkili dururken, bunların ‘karakter’ bazından ulaştığı nokta çekici değil. Metin, fazlasıyla bir geçiş dönemi kara filmi olarak canlanıyor. Sanki 1970’lerde neo-noir’ın ilk yıllarından bir yapıt izliyoruz. “Dönüşü Olmayan Yol”un (“Point Blank”, 1967) renk filtresi kullanma adabıyla sarılırken siyah-beyaz dönemin tiplemelerine odaklanıyoruz. Sinematografi ve kurgu özeni yoluyla hikayeye girsek de entrikaya asla inanamıyoruz. Aksine geleneksel kara film metotlarının sıfır bilinçaltı ile uygulanmasına “Temel İçgüdü” (“Basic Instinct”, 1992) sonrası artan cinsellik oranı destek veriyor.

        Meksika westerni atmosferinden ise uyuşturucu ticareti bazından bir “Trafik” (“Traffic”, 2000) ruhu arıyoruz. Ama McCarthy, geleneksel kara film üçkağıtçıları kullanıyor. Diaz’ın femme fatale prototipi “Vücut Isısı”nın (“Body Heat”, 1981) Kathleen Turner’ına, Sharon Stone’un vamp anlayışına kadar uzanıyor. ‘Neo-noir’ların cinsel konulardaki cüretkârlığını büyük ölçüde devreye sokuyor. Estetik kaygıda ise filtre kullanımı gerçek anlamda muzip karakterlerle doldurulmayı arıyor.

        Steve McQueen göndermesi ve Cameron Diaz’ın flashback sahnesi

        Coen Kardeşler’in elinde “Aramızda Casus Var” (“Burn After Reading”, 2008) gibi bir kıvama ulaşabilecek eserde Javier Bardem duvara çarpıyor. Mizahi öğeler havada uçuşurken, yan unsurlar büyük oranda çekicilik olsun diye araya serpiştirilmiş gibi duruyor. 90’larda gördüğümüz Tarantino’nun suçlu fabrikası anlamına gelen bol diyaloglu sahnelerinin ya da Alex de la Iglesia’nın kara komedi alışkanlığının (misal Bardem’li “Dance with the Devil”ın) gelip kontrolü ele almasını istiyorsunuz zaman zaman. Ayakta kalan ise oyuncuların karizması, şık elbiseler, aksesuarlar ve makyaj tutarlılığı oluyor. Fassbender’in bir sahnede Steve McQueen’li “Macera Gemisi”nin (“The Sand Peebles”, 1966) afişini görmesi de onun veliahtı olarak görülen oyuncu için değerli bence. Diaz’ın cinsel fantezi flashbackindeki akılda kalıcı yorumu ise gayet yerinde.

        Scott’ın açılış sekansındaki vinç planıyla girip seks sahnesine odaklanma inceliğinin yanında filmin tamamında tempoyu iyi ayarlaması da bir seyir vaadi getiriyor. Özellikle bir çıtanın “Katil Doğanlar”ın (“Natural Born Killers”, 1994) akrep figüründen örnek alırmışçasına içerideki vahşiliğe odaklanması bir ihtişam ve bir farkındalık yaratıyor. Sinemasal bir etkileşime yol açıyor.

        Meksika’daki uyuşturucu kartellerine odaklanan Stone’un dinamik “Vahşiler”nin (“The Savages”, 2012) çektiği yeni milenyuma uyumsuzluk sorunu burada da var. Avukat danışmanı tiplemesinin ‘Michael Clayton’ halinden kadın karakterlerin standartlığına kadar bir inandırıcılık göremiyoruz. Scott’ın ruhsal duruma göre bir yapı kuran özenli “Üçkağıtçılar”ını (“The Matchstick Men”, 2003) da arıyoruz belli oranda.

        Ridley Scott becerisi içeren iyi çekilmiş bir film

        Fakat burada görüntü yönetmenini değiştiren Scott’ın sallanan el/omuz kamerasını bırakıp Paul Greengrass gerçekçiliğini terk etmesi sevindirici. Zira ‘Yaratık’ (‘Alien’) ön bölümü “Prometheus”da (2012) bu durumu fark edip kariyerini kurtarması burada da onu zinde olmasa da idare eden bir yönetmen haline getiriyor. RED ile çalışmak, dijital teknolojiye transfer olmak belli ki sinemacıya yaramış. Oradaki Polonyalı görüntü yönetmeni Dariuz Wolski’nin katkısıyla filizlenen yeni başlangıç ivmesi, “Danışman”da da devam ediyor. Kare kare dokunmuş, her saniyesinde bir yönetmen imzasını taşıyan bir sinema filmiyle yüzleşiyoruz.

        Scott zanaatkarlığıyla nasıl olursa olsun izlenen, güzel oyuncuları, karmaşası, motifleriyle ilgi uyandıran bir seyirlik sunuyor. Peckinpah’ı akla getiren kan oranı yüksek sahneler ise gözlerden kaçmıyor. Çatışma sahnesini ve temponun yükseldiği anları hala itinayla çekebilen bir Scott var. “Gladyatör”ün (“Gladiator”, 2000) başarısı sonrası ‘politik’ duyarlılığını arttırması burada bir rahatsız edicilik içermiyor. Onun cumhuriyetçi kimliğinin önüne, sabit kamera açıları ve dengeli bir kurguyla akan iyi çekilmiş bir film geçiyor. Bu da demek oluyor ki Scott, yaşlanınca tamamen politikaya odaklanmamış.

        FİLMİN NOTU: 5.3

        Künye:

        Danışman (The Counselor)

        Yönetmen: Ridley Scott

        Oyuncular: Michael Fassbender, Cameron Diaz, Penélope Cruz, Javier Bardem, Brad Pitt, Bruno Ganz

        Süre: 118 dk.

        Yapım yılı: 2013

        ÇAĞAN IRMAK’A GÖRE UNUTULMAZ AŞK

        Bedensel engelli İhsan ile ayrılık acısı çeken heykeltıraş Temmuz’un etkileşimini ele alan “Tamam Mıyız?”, dostluk mu, aşk mı karar veremediğimiz bir duygusal bağa odaklanıyor. Irmak’ın en kişisel filmi olarak anılıp arşivlerde Türk eşcinsel sineması başlığı altında yer edecek gibi gözüküyor. Yönetmenin çoğu melodramı gibi abartılı durmayıp süreyi haddinde bırakan eserde, özellikle Bora Gökşingöl’ün kurgusu ve Sumru Yavrucuk’un performansı dikkat çekiyor.

        Genelde melodram çeken yönetmenlerin eşcinsel oldukları sektörde üzerinde uzlaşılan konulardandır. Bunun örneklerini Ferzan Özpetek’ten Pedro Almodóvar’a uzanan bir listeyle verebiliriz. Çağan Irmak ise cinsel kimliğini burada ilk kez somut bir şekilde tanımlıyor. Aşk, 12 Eylül, azınlıklar, ölüm derken bu alanda ‘eşcinsel aşk’ ile addedilebilecek bir süreç dokuyor.

        ‘Issız adam’ı akla getiren bir ana karakter

        Yine geçmişle sorunları olan bir karakteri Temmuz’u alıyor eline. Deniz Celiloğlu’nun ona yükledikleri bir bakıma Cemal Hünal’ın “ıssız adam’ı kıvamında. Beyoğlu’nun entel kesiminden olan bu kişilik, sevgilisinden ayrılması sebebiyle huzursuz. Sıçramalı kurgu ile yansıtılacak bir ruh haline sahip. Ancak bu durumdan çıkması için bir ‘kadın’ yeterli değil. Aksine tekerlekli sandalyesindeki bedensel engelli İhsan yardımına koşuyor.

        Onun daha alt sınıftan, varoşlardan gelmesi bir uçurum oluşturuyor. “Can Dostum” (“Intouchables”, 2011) kıvamında bir dostluk hikayesinden ziyade imalarla yürüyen bir aşk izliyoruz. Deniz Celiloğlu-Aras Bulut arasındaki etkileşim ne kadar inandırıcı, samimi tartışılır. Ama sinemaskop oranında kurgu ve sinematografinin büyük oranda tutarlılığı bu duruma hizmet ediyor.

        “İki Genç Kız”ın (2005) lezbiyen ilişki imalarının burada homoseksüel karakterler için canlandığını görebiliyoruz. Böylece Çağan Irmak’ın belki de 10 senedir hayal ettiği film ‘arkadaşlar’ına adadığı bir bütünle karşımıza çıkıyor. “Tamam Mıyız?” (2013), Zuhal Gencer Erkaya ile Sumru Yavrucuk’un anne tiplemelerindeki tecrübesinden de güç alarak bir çeşit ‘Romeo ve Juliet’ hikayesine açılıyor. Hakan Günday’ın ‘Kinyas ve Kayra’ kitabını baz alıyor. Kenar semtlerin aile yapısı ile entel kesimin konformizminin kesiştiği noktada ise Irmak’ın Yeşilçam arzusunu açığa çıkıyor.

        Kurgucu Gökşingöl’ün dokunuşu hissediliyor

        Bora Gökşingöl’ün tempoyu ayarlayıp, montaj sekans, paralel kurgu, sıçramalı kurgu gibi metotları kullanırken detay ve yakın planları yer yer çok iyi yerleştirdiği görülebiliyor. Zamanlamada bir sıkıntı yok. Ama yakın ve orta planların ‘dizi’ olarak addedilebileceği anlar, karton suç mizansenleri filme zarar veriyor. Tiryaki, iki-üç yerde snorricam ile karakterlerin ruh haline giriyor.

        Fakat yönetmenin filmlerinde bu teknik ekiple yükselen kaliteye karakterlerin ve dramatik yapının eşlik edemeden irtifa kaybetmesi, hatta diyalog becerisinin iyiden iyiden düşmesi sıkıntısı burada da var. Bu da “Dedemin İnsanları”nı (2011) bu konudaki zirve noktası olarak anmamızı boşa çıkarmıyor.

        Aras Bulut’un çaylaklığı açığa çıkıyor

        Aras Bulut Iynemli’nin felçli tiplemede liseli genç çocuk gibi bir yüz ifadesine bürünüp ‘abartı’lı hale sokulması ise gözlerden kaçmıyor. Bedensel engelli bir karakteri canlandırmanın dünyanın dışında kalmakla tanımlanması bir garip. Bu da keskin bir tecrübesizlik yüklüyor o ‘tip’e. Halbuki Bulut, geçen sene vizyona giren “Aşk Seansları”nın (“The Sessions”, 2012) John Hawkes’unu gözlemleyebilirmiş rolüne hazırlanmadan önce. Digiflame’in ona ‘rüya sahneleri’nde yüklediği her şeyi beyazlaştırma yanlısı ‘Omo reklamı’ kıvamındaki karton heykel tasarımı ve yüz ifadeleri ise “Prensesin Uykusu”nun (2010) B sınıf hallerini akla getiriyor. Çağan Irmak usulü ‘kült fantastik anlar’a birkaç sahne daha ekliyor.

        Final bölümü ise ağlatmak için bir duvara dönüşüyor. “Tamam Mıyız?”, Irmak’ın sömürücü sinemasında tam gaz bir film olmayıp süresini 90 dakikanın etrafına çekiyor. “Dedemin İnsanları” (2011) ile yükselen teknik kaliteye ulaşamasa da en azından tatmin ediyor. Daha ziyade de yönetmenin en kişisel filmi olarak Türk eşcinsel sinemasının içinde anılacak gibi gözüküyor.

        FİLMİN NOTU: 4

        Künye:

        Tamam Mıyız?

        Yönetmen: Çağan Irmak

        Oyuncular: Deniz Celiloğlu, Aras Bulut Iynemli, Sumru Yavrucuk, Zuhal Gencer, Gürkan Uygun

        Süre: 94 dk.

        Yapım yılı: 2013

        ‘RUHLAR BÖLGESİ’NİN SIRLARI ARALANIYOR

        James Wan imzalı metafiziksel ruh filmi başyapıtı “Ruhlar Bölgesi”, şüphesiz son üç yılda korku sinemasını etkisi altına aldı. ‘Perili ev filmi’ motifini kullanıp onu ‘ruhlar’ üzerinden incelerken atmosfere ve tekinsizliğe yüklenen sayısız eserin üremesine yol açtı. Burada aynı yönetmenle haklı bir devam filmine ulaşan eser, “Ruhlar Bölgesi: Bölüm 2” ile ilk filmdeki ailenin arkasında saklanan sırları aralıyor. Bütçenin üç katından fazla yükselmesi ise, birçok ‘Wan’ anına karşın bu devam filmine aşırı katkı sağlamamış gibi.

        Yeni korku sinemasının William Castle’ı olarak anılabilecek James Wan, tekinsiz şeylerden korku çıkarırken, muzipliği bir ‘atmosfer yetkinliği’ne dönüştürmeyi seven bir isim. Büyük oranda da “Testere” (“Saw”, 2004) ve “Ruhlar Bölgesi”nde (“Insidious”, 2010) bu özelliğinden beslenen fenomenlere imza attı. İlkinde melez bir oyunlu slasher filmine, ikincisinde bir metafiziksel ruh filmine açılıyordu.

        “Ruhlar Bölgesi” ile dönüşüm geçiren, ara döneme meyleden bir kariyer

        Elbette bunlardan birincisinin kaynakları barizken, ikincisinin “Devil Doll” (1964), “Witchboard” (1986) gibi ‘ruh’ motifinin kalıcı olmayan geçmiş örneklerinin ışığında bir ‘profesyonellik’ algılamak olduğu söylenebilir. Bu durum da “Ruhlar Bölgesi”ni özgüveni yüksek astral dünyasından yaylı çalgılara ve piyanoya bel bağlayan müzik ezgilerine kadar tutarlı ve tedirgin edici kılıyordu. Perili ev damarlı bir yaklaşımdan söz edebilsek de bu durum “Paranormal Activity”nin (2007) gerçekçi deformasyonundan çıkıp postmodern bir üslup kazanıyordu.

        “Korku Seansı”nda (“The Conjuring”, 2013) bu arzusunu devam ettiren yönetmenin, 70’lerden iki gerçek paranormal olaylar araştırmacısına odaklanması şaşırtıcı değildi. Wan, orada ‘McGuffin’ külliyatındaki ‘tekinsiz bebekleri’nin yanına yaratıcı bir ‘aynalı müzik kutusu’ ekliyordu. ‘Safkan korku!’ uyarısı yapıp gelenekçi ve ce yapmayı seven perili ev filmlerini hedef alıyordu. ‘Vigilante film’ (intikam filmi) örneklerine yüklendiğine “Ölüm Emri”ne (“Death Sentence”, 2007) benzer bir ‘ara dönem’ ya da ‘soluklanma’ eserine imza attı. Perili ev filmi çizgilerinde okunup şeytan, ruh ve hayalet oranıyla melez de sayılabilirdi o film.

        Devam filminde bütçe yükseltilince stüdyonun bazı müdahaleleri de olmuş gibi

        Aynı yıl içinde Wan, “Ruhlar Bölgesi”nin üç katı bütçesi arttırılmış devam filmi ile çıkageliyor. “Ruhlar Bölgesi: Bölüm 2” (“Insidious: Chapter 2”, 2013), aslında gördüğümüz ailenin astral dünyayla ilişkisindeki bilinmeyen gerçekleri aralıyor. Bir anlamda belgesel araştırması vazifesi görüyor. Ama bunu buluntu film şablonuyla yapmıyor. Baba karakterinin 1980’lerdeki çocukluk yıllarından başlayıp imgelerden besleniyor. Özellikle gotik kıyafetli, geçmişten kopup gelen ruh tiplemesinin arka plan coşkusu filme ‘Wan’ duygusu katıyor.

        Burada bütçenin yükselmesi aslında tamamen mata kayan, öte dünyada farklılaşan renk skalasını daha çeşitli hale getirmiş. Sessizlikten beslenmeyi sürdürürken bağımsız ruhunu biraz kaybetmiş. Bunun yanında bir araştırmacı yaşlı erkek karakter de sanki ‘aksiyon’ ve ‘klişe’ katma adına içeri sokulmuş. Esas araştırma ekibindeki tiplemelere eklenmiş. Wan, reji açısından becerikli dursa da “Korku Seansı”ndaki ‘haddini bildirme’ anlayışına giremiyor. Aksine ilkinin boşluklarını kapatırken süreyi 106 dakikaya uzatmanın zararını görüyor. Balık gözü objektifin yerine gelen zoom kullanımları görsel yapıyı etkisi altına alırken, çarpık ve alt açının işlevsel müdahalesi de gözlerden kaçmıyor. Üçüncü film için planlanan final doğal dururken, ikinci ‘Ruhlar Bölgesi’ güncel korku filmlerinin birçoğunun üzerine konumlanmayı beceriyor.

        FİLMİN NOTU: 5.8

        Künye:

        Ruhlar Bölgesi: Bölüm 2 (Insidious: Chapter 2)

        Yönetmen: James Wan

        Oyuncular: Patrick Wilson, Rose Bryne, Barbara Hershey, Leigh Whannell, Garrett Ryan

        Süre: 106 dk.

        Yapım yılı: 2013

        AĞIRBAŞLI VE SAFKAN BİR VAMPİR FİLMİ

        Gotik mimarisi, lineer olmayan hikaye kurgusu ve yer yer yükselen temposuyla iki kadın vampirin arasına sızan bir eser aslında çok çekici değil. Zira “Açlık”tan 70’lerin İspanyol vampir filmlerine kadar bu konuda işlev veren eserler var. Ama “Bir Vampir Hikayesi”nde Jordan’ın bu durumu ‘anne-kız ilişkisi’ne sürerken filtreli ve plastik gece sahneleriyle şık anlar tasarlaması keyif veriyor. Günümüzün farklı türlerle iç içe geçen alanına ağırbaşlı bir üslup, safkan bir duruş kazandırma arzusu ise filmle seyirci arasında tuhaf bir elektrik yaratıyor.

        Vampir filmi, 10 senelik dilimlerde fark yaratmıştır. Ama bunların her birinde alt tür filmi çekmek ayrı bir meziyet ister. 30’larda, 70’lerde, 80’lerde veya 90’larda yolunuzu kaybederseniz acı çekebilirsiniz. Neil Jordan ise bana kalırsa bu konuda fikirleri olan bir isim. 1994’te de “Vampirle Görüşme” (“Interview with the Vampire”) ile alt türün kalıplarını geçmişe döndürüp Vampir Lestat adlı bir figüre ‘beyaz perde’ yolculuğunu uygun görmüştü. 80’lerin ‘alt kültür’ objesine dönüşen motifini ‘aristokrat’ yıllarına, doğduğu döneme geri götürünce pek başarılı olamamıştı. “Kurtlar Sofrası”nın (“The Company of Wolves”, 1984) çığır açan, büyüleyici ve gerçeküstücü kurt adam filmi vizyonu orada yoktu.

        Jordan’ın atik dönemine ait olmayan bir anne-kız vampir hikayesi

        O eser de daha ziyade Hollywood gelenekçiliğine kaykılan yönetmeni bir yerinden yakalamasıyla akılda kalmıştı. Bulunduğu yerden ayağa kalkması ise bana kalırsa zor gözüküyor. “Angel” (1982) ve “Kurtlar Sofrası”ndaki bilinçaltı yolculuklarından bir daha göremeyeceğiz. Korku, gangster filmi veya dönem filmi fark etmeksizin her zaman bir ‘politik’ arka plan, ‘olgunlaşma’ hamlesi adına geçerli olacak. Tüm plastikliğiyle “Plüton’da Kahvaltı” (“Breakfast of Pluto”, 2005) da biraz istisna olarak kalacak.

        “Bir Vampir Hikayesi” (“Byzantium”, 2012), “Tamara Drewe” (2010), “Jane Eyre” (2011) gibi kadın hikayelerinin senaristi Moira Buffini’nin imzası taşıyor. Onun oyunundan perdede temsil buluyor. Bir kez daha ‘kadınlık’ masaya yatırılıyor. Anne-kız vampirlerin ilişkisi 200 yıllık serüvenleriyle hikaye kurgusuyla oynayan bir anlatıyla karşımıza çıkarılıyor.

        “Açlık”ın muhafazakar kuzeni mi?

        ‘Byzantium Oteli’nin arka planda aşk ve kan anlamına geldiği süreçte kırmızının, turuncunun, sarının filtre katkısı geceleri hafif gerçeküstücü bir yaklaşım veriyor. İki yaya kovalamaca sahnesi ise aksiyonu harekete geçiriyor. Ama esasen burada Jordan, ‘vampirin kızı’ ya da ‘nesiller boyu vampirlik’ meselelerini inceliyor. “Dracula’s Doughter” (1936) ve “Nadja” (1994) ile ilişki kuruyor. 1970’lerde çekilen İspanyol lezbiyen vampir filmlerinin gelenekçi bir şubesi gibi ilerleyip, tabiri caizse “Açlık”ın (“The Hunger”, 1983) muhafazakar kuzenini canlandırıyor.

        Ancak oradan odaklandıkları tamamen gotik mimariyle katman değiştiriyor. Sanki 30’ların sanat yönetimiyle, 80’lerin alt kültür yaşayışı vampir kavramını kontrolü altına alıyor. Arterton, Ronan ile Riley’nin ilişkisi bir aile tablosu adına alternatif bir söylem anlamına geliyor. Anne-baba-kız etkileşimindeki alışık olduğumuz aile kurumu şablonu yerle bir ediliyor. Napolyon Savaşları’nda 19. yüzyılda olup bitenlerin kana bulanmış şelale ile ‘regl dönemi’ne de denk gelen bir imge oluşturması ise yer yer çekici duran ‘yarasalı sahneler’ yaratıyor.

        Üzerine ağırlık çöken alt tür filmi, melez olmamak için çabalıyor

        Ama yönetmenin “Karanlıklar Ülkesi” (“Underworld”, 2003), “Alacakaranlık” (“Twilight”, 2008), “Vampir İmparatorluğu” (“Daybreakers”, 2009) ve “Kutsal Savaşçı” (“Priest”, 2011) gibi eserlerle bilimkurgu ve fantastiğe taşınmış vampir ırkını 1930’lardaki nefes alma arayışına geri götürme arzusu ne kadar geçerli tartışılır. Zira onlara inat ağırkanlı ve 60 yaşında gibi duran bir alt tür örneğini, dönemsel göndermelerle özümsüyoruz. Sanki Jordan’ın özündeki siyaset ve tarihi süreç algısı burada alt türün tabanına yapışıyor.

        “Vampirle Görüşme”den sonra bir kez daha “Kurtlar Sofrası”nı mumla aratan ama kendi dünyasında tutarlı bir iş canlanıyor. ‘Byzantium’un, İstanbul’a denk gelirken, Bizanslıların yaşattığı kıyımı anlatması, aslında Batı Avrupa insanını eleştirme adına elle tutulur bir durum. Bu sayede de Hıristiyanlığın temelindeki halkını sömürme, öldürme veya tacize yöneltme, bir yozlaşma olarak veriliyor. Günümüz Amerika’sının temelinde yatan Bizans barbarlığı eleştirisi, imparatorluk rejimi üzerinden bugünlere de bağlanıyor.

        Jordan, korku ve fantastik ile ilişkisinde “İlahların Aşkı” (“Ondine”, 2009) kadar gerçekçi ve kolaycı durmadığı için en azından ilk dönem dinamizmini ışık dokusu açısından sergiliyor. İşleyiş söz konusu olduğunda ise “Bir Vampir Hikayesi”nin üzerine çöken ağırlık Bram Stoker’ı akla getiriyor. 80’lerin alt kültür yaşayışına adapte olan hayat kadınlığı mesleği ‘anne’ figürüne sinerken, onun yamacında hafif plastik görsellik dinginlikle mücadele ediyor. ‘Postmodern’ dursa da, arayışı ve karakterleriyle yer yer nefes alamayan bir yapı karşımıza çıkıyor. Ama isminden sahnelerine kadar çekiciliğini sürekli koruyan eser, öyle ya da böyle kendini izleten bir evren yaratmayı beceriyor.

        FİLMİN NOTU: 6

        Künye:

        Bir Vampir Hikayesi (Byzantium)

        Yönetmen: Neil Jordan

        Oyuncular: Saorsie Ronan, Gemma Arterton, Sam Riley, Caleb Landry Jones,

        Süre: 113 dk.

        Yapım yılı: 2012

        AĞLATMA GARANTİLİ MELODRAM

        Sömürüye açık bir alana el atan “Yarım Kalan Şarkı”, ‘koro melodramı’ formatında yaşlıların arasında geçen dengeli bir hikaye anlatma sineması örneği. Aynı zamanda da gerçek hayattan 90 dakikalığına kopup duygularını yedinci sanatın büyüsüne emanet etmek isteyen kitleye ilaç gibi gelecek bir film. Paul Andrew Williams, anlık bağ kurma açısından işlevsel, ama kalıcılık konusunda fazla değeri olmayan temiz bir işçiliğe imza atıyor burada.

        Yaşlılık, ölümcül hastalık, koro, fedakârlık ve ölüm fazlasıyla sömürüye açık meseleler. Sinemada çoğu filmde -misal “Cennetin Müziği” (“Så Som i Himmelen”, 2004) ve “Dörtlü” (“Quartet”, 2012) gibi- bu kavramları aynı potada eritirken ‘kaygan zeminler’e takılan eserlerle karşılaşmışızdır. Senarist veya yönetmen imzasını taşıyan “Histeri” (“The Children”, 2008) ve “Kulübe” (“The Cottage”, 2008) gibi filmleriyle güncel İngiliz korku sinemasında iz bırakacağını düşündüğümüz Paul Andrew Williams ise bu sefer bu riski taşıyan insani bir hikayeye el atıyor. Adeta Wes Craven’ın “50 Cesur Kemancı”yı (“Music of the Heart”, 1999) çekmesine benzer bir durumla şaşırtıyor.

        Fedakâr kocanın hüzünlü koro serüveni

        Kansere yakalanan eşinin ölümünden önceki son arzusunu yerine getirmek isteyen fedakâr kocanın genç kuşakla ve yaşıtlarıyla ilişkisini hüzün yüklü bir portreyle resmediyor. Şarkı söyleme isteğinin, umut ışığının ve yer yer mizahın bir sinema salonu keyfine heyecan katması değerli. Kocanın eşi için yaşlılardan oluşan koroya dahil olması ve ‘Let’s Talk About Sex’ gibi özgürlükçü şarkılar söylemesi çekici bir malzeme anlamına geliyor. “Yarım Kalan Şarkı” (“Unfinished Song”, 2012) da koro melodramı olarak anılabilecek şablonunu incelikli bir sinema filmine dönüştürüyor.

        Redgrave’in etkileyici performansı ile Stamp’in ona tecrübe katkısı vermesi, Eccleston ile Arterton’ın idare etmesiyle de dengeleniyor. Sinemaskop oranında hikaye anlatma sinemasının gereklerini yerine getiren, zamanınızın bir kısmını ayırabileceğiniz, duygu yüklü bir yapıt canlanıyor.

        Perdeyle kurulan bağı güçlendiren filmlerden

        Williams, senaryoyu da kendi yazmasının avantajını kullanıyor. Karakterlerle ne zaman mesafeli, ne zaman yakın temasta olacağını iyi ayarlıyor. Görsel yapının dengesini doğru bir tabana oturtuyor. Hiçbir sekme olmadan kısa zaman içinde bizi hüzünlendirme, umutlandırma ve eğlendirme şansı olan bir eserle sinema salonundan uğurluyor.

        Fedakârlık, umut, yaşlılık, ölüm ve kuşak farkları üzerine ise işitsel bir yoğunlukla gidiyor. “Yarım Kalan Şarkı”, mucizeler yaratmasa da yedinci sanatın ihtiyacı olan çoğu şeyi yapıyor. Perdeyle kurulan bağı güçlendiren filmlerden birine dönüşürken muhafazakar olmayan koro portresiyle de ilgi odağı oluyor. Melodramı sömürü aracına çevirmeden dengeli bir duygusallık kullanmasıyla ise sınıfı geçiyor.

        FİLMİN NOTU: 5.2

        Künye:

        Yarım Kalan Şarkı (Unfinished Song)

        Yönetmen: Paul Andrew Williams

        Oyuncular: Terence Stamp, Vanessa Redgrave, Gemma Arterton, Christopher Eccleston, Anne Reid

        Süre: 93 dk.

        Yapım yılı: 2012

        KEREM AKÇA’NIN VİZYON FİLMLERİ İÇİN YILDIZ TABLOSU

        Arada Kalan (What Maisie Knew): 3.4

        Arınma Gecesi (The Purge): 7.5

        Aşk Ağlatır: 2.1

        Aziz Ayşe: 4

        Başka Söze Gerek Yok (Enough Said): 5.7

        Behzat Ç. Ankara Yanıyor: 2.9

        Benim Dünyam: 3

        Buraya Kadar (This is the End): 4

        Carrie: Günah Tohumu (Carrie): 3

        Çılgın Hırsız 2 (Despicable Me 2): 6

        Diana: 4.5

        Erkek Tarafı: Testosteron: 1.8

        Frances Ha: 4

        Gözümün Nûru: 6.8

        Günce: 2.8

        Hayatboyu: 7

        Hükümet Kadın 2: 2.5

        İki Kafadar: Chinese Connection: 1.9

        Kahraman İkili (Free Birds): 3.2

        Kalbim Sende (Don Jon): 4

        Kaptan Phillips (Captain Phillips): 4

        Karanlık Şerit (Möbius): 5.5

        Katliam Gecesi (You’re Next): 3.4

        Kesişen Hayatlar (Krugovi / Circles): 4

        Kim Ki-Duk’tan (Moebius): 6.5

        Last Vegas: 5

        Mavi En Sıcak Renktir (La Vie d’Adele: Chapitres 1 & 2): 8

        Mavi Yasemin (Blue Jasmine): 5.2

        Menekşe’den Önce: 5.5

        Meryem: 4.1

        Neva: 2

        Onur Savaşı (Jagten / The Hunt): 5.5

        Ölümsüz Polisler (R.I.P.D.): 7.5

        Paranoya (Paranoia): 3

        Pırıltılı Hayatlar (The Bling Ring): 6.8

        Popüler (Populaire): 6.1

        Riddick: 5.3

        Samsara: 6.5

        Sen Aydınlatırsın Geceyi: 8.7

        Sev Beni: 4.5

        Son Durak (Fruitvale Station): 6

        Sona Doğru (All is Lost): 2

        Su ve Ateş: 2.9

        Şevkat Yerimdar: 4.5

        Şeytan Tohumu (The Possession): 3.5

        Şeytan-ı Racim: 3.4

        Thor: Karanlık Dünya (Thor: The Dark World): 3.8

        Ustura Dönüyor (Machete Kills): 4

        Uzay Oyunları (Ender’s Game): 3.9

        Üç Yol: 4.3

        Yerçekimi (Gravity): 3.8

        Zafere Hücum (Rush): 7.5

        Zamanda Aşk (About Time): 6.7

        Not: Yıldızlar, 10 üzerinden verilmektedir.

        Diğer Yazılar