Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        KEREM AKÇA / keremakca@haberturk.com

        14 MART FİLMLERİ

        Görme engelli Hazal ile eski boksör Ali’nin, içinden şiddet, ameliyat, tesadüfler geçen, Güney Kore filmi “Always”in uyarlaması “Sadece Sen”, Hollywood usulü bir görsel ambalajla sarılıyor. Kickboks turnuvası ve salıncak sekanslarının becerisiyle kalitesi yükselen seyir süreci, Belçim Bilgin’in ‘aşık olunacak sempatik kadın’ kimliğindeki becerisiyle bir samimiyet kazanıyor. Hakan Yonat ise ilk filminde klasik Amerikan sinemasının estetiğini uygularken, reklam arka planından faydalanan yerli yönetmenler arasına adını yazdırıyor. “Sadece Sen”, ‘görme yetisi olmadan aşkın gerçek hissi geçer mi?’, ‘aşk için tesadüfleri harekete geçirmek mi gerekir?’ gibi sorular eşliğinde ağlatma garantili bir duygusal-dram örneği sunuyor.

        Bazen ülke sinemalarında tekdüze tür filmlerine alışırız. Bunlar seyirciyi üzerine çekme konusunda o kadar beceriksizdir ki, bu sıradanlığı ayağa kaldırma ihtimali de bir o kadar düşük hale gelir. Ama “Sadece Sen”, tıpkı “Bi Küçük Eylül Meselesi” (2014) gibi birçok açıdan incelenmeye açık bir aşk filmi. Yeşilçam’ın salya sümük ağlatan duygusal-dramlarıyla karşılaştırarak, yapay ama bazen samimi görme engelli karakter kullanımlarıyla yan yana getirilerek, aşık tiplemelerin çıktığı sosyolojik tabanları inceleyerek veya Hollywood’u akla getiren teknik yetkinliği masaya yatırarak... Ama hepsinin toplandığı noktada sanki önçalışma döneminden set aşamasına, post-prodüksiyondan oyuncu hazırlıklarına kadar tepeden tırnağa uğraşılmış bir işçilik var.

        İKİ SEKANS AKILDA KALACAK

        “Always” (O-Jik Geu-Dae-Man”, 2011) adlı Song Il-Gon imzalı Güney Kore filminden uyarlanan senaryoyu, diyaloglarıyla, eksikleriyle eleştirebilirsiniz. Aşık karakterlerin ‘yan hikaye’ sıkıntısı çektiğine dair belirgin bir tespitten de bahsedebilirsiniz. Ama işin özü sinemanın omurgasında yatan dünya standartlarında bir görsellik olunca film, büyük oranda sınıfı geçiyor.

        Hakan Yonat, sinemaskop (2.35:1) oranında özellikle belli sekanslar üzerine bir hayli kafa yormuş. Suyun donup kaldığı, günbatımına karşı çekilen büyüleyici salıncak sekansı ve ritmi çok iyi ayarlanmış sondaki kickboks turnuvası sekansını bir çırpıda unutmak mümkün mü? Bunların arasından da bütün o sevecen sahne kimliğiyle Belçim Bilgin sızıyor içeri… Sanki yerli bir Julia Roberts edasıyla, böylesi bir role daha da adapte oluyor.

        BELÇİM BİLGİN’İN FİLMİ Mİ?

        Filmin tamamında köpeğiyle bir etkileşime girip ‘samimiyet’ depolarken olabildiğince içimizden biri olarak tasarlanıyor. Hazal, sempatik, orta sınıftan bir tipleme. Kemal Sunal’ın “En Büyük Şaban”ındaki (1983) Nilgün Bubikoğlu’nu veya “Gözümün Nûru”nun (2013) görememeyi şaşı yürümek zanneden, ti’ye aldığı karakterleri, oyuncuları akla getirmiyor.

        Bilgin, yükselişteki kariyerinde böylesi zor bir rolün altından da kalkıyor. Aynen “Benim Dünyam”da (2013) Beren Saat’in yaptığı gibi… İnadına keskin bakışlarla veya ifadesizlikle sarmıyor bu tiplemeyi. Aksine gözü her yöne kayabilen, görme kaybını geç tatmış bir ‘arada kalmışlık’ üzerine tasarlıyor. Madeleine Stowe, Uma Thurman, Audrey Hepburn, Mia Farrow gibi Amerikan sinemasında ‘görme engelli kadın’ları canlandıran oyuncuların her birini izleyerek, etüt ederek geliyor sanki.

        Bir an bile onun sahici olmadığını veya ‘gerçekten gözleri görmüyor mu?’ sorusunu sordurttuğunu düşünmüyorsunuz. Aksine sinemaskop formatında jenerikten başlayan ‘beyaz/gri doku’ya teslim olan mahremiyet duygusu var. Tek bir flashback sahnesi ile sarılan ‘Ali ile Hazal’ın ilk karşılaşma anı’ ise sapına kadar ‘melodramatik’ bir trük.

        SİNEMATOGRAFİ, KURGU VE MÜZİK BİRBİRİNE UYUMLU

        Zaten “Sadece Sen” de bu konuda ayağını korkak alıştırmıyor. “Unutamadığım Aşk” (“An Affair to Remember”, 1957), “Aşk Hikayesi” (“Love Story”, 1970) misali bir Hollywood duygusal-dramı olmayı kafaya takıyor. Bunun arasına da steadicam ile çekilmiş kaydırmalı uzun planları ve planlaması iyi yapılmış birkaç sekansı monte ediyor. Aslında Levent Çelebi’nin kurguyu inişlerinden çıkışlarına, kısa planlarından uzun planlarına kadar müthiş bir ahenkle düzenlemesi önemli. Abartısız montaj sekanslar ise arada hissedilmeyen kaymak gibi geçişler yaratıyor. Asla tempoyu yükseltmiyor.

        Yıldıray Gürgen’in orkestra müziği piyanosundan kemanına kadar ‘bağırsa’ bile bunu anlamlı yapıyor. Bir baş ağrısına yol açmıyor. Gerçekten de filmin müziği, kurgusu ve sinematografisi büyük oranda uyumlu. Zaten Soykut Turan, Çelebi ve Gürgen, ülkemizde kalite ve Hollywood duygusu denince ilk akla gelen isimler.

        AŞKTAKİ TEMAS EKSİKLİĞİNİ FEDAKARLIKLA SARIYOR

        Film de daha ziyade ‘görmeden/konuşmadan filizlenebilecek zoraki ayrılık’ın kıvrımlarından bir melodram tabanı ortaya çıkarıyor. Eğer sevdiğinizi göremeseydiniz, ona dokunamasaydınız veya onunla konuşamasaydınız ne yapardınız? gibi ‘damar’ bir soruyu merkezine yerleştiriyor. Çok yaratıcı olmasa da aşk filmlerinin bulduğu ağlatıcı tabanlara bir cevap da buradan geliyor. Ali’nin Hazal ile seviştiği bölümde genç kızın hiçbir şey görmemesi manidar. Bu ‘temas’ eksikliği aslında bir ‘kendini feda etme’ klişesiyle sarılıyor. Ama asla günümüzün sanal, teknolojik alet edevatından beslenmiyor. Eski boksör Ali, kendini ‘kickboks’a veya yasadışı dövüşe adadığında, adeta ‘yamyam’ların arasında bahislerin nesnesine dönüşüyor.

        Yonat, reklam arka planının ve rejisörlük azminin katkısıyla bu sekansı leziz bir koreografiyle düzenlemiş. Bahisçilerin de dövüşün de mekanın da öne çıkmasını sağlayan, her karesinden farklı bir anlam çıkarılabilecek bir görsel zeka yayıyor adeta... Aşağıya doğru süzülen kameranın genel plan ve üst açı katkısına, ‘bahisçi karakterler’in ve ‘dövüşçüler’in yakın/orta planlarının eklemlendiği, adeta ‘turnuvanın, kan sporu’nun anlatıldığı bir sekans bu. Turan’ın kamera kullanımı her şeye bir büyü katarken, Çelebi’nin kurgusu da ‘ahenk’ adına önemli…

        “PAS VE KEMİK” İLE AKRABA

        “Sadece Sen”, görme engelli bir kadın ile boksör/kickboks dövüşçüsü bir erkeğin aşkının yol açabileceklerine odaklanıyor. Hikaye kurgusuyla fazla oynamadan gelecekte olabilecek duygusal hamlelere odaklanıyor. ‘Görmeden aşık olmanın yol açabilecekleri’ni sorguluyor. Bilgin ile Çelikkol’un, saflık ile kirlilik arasında gidip gelen uyumsuzluk kıstasları da filme çok şey katıyor. Adeta birbiriyle tesadüfen karşılaşıp bunu anlamayan karakterlerin, defolu olunca el ele tutuşabileceğine dikkat çekiliyor. Bu da aslında aşkı beklenmedik anlarda ‘kader’in alıp götürebileceğine kadar uzanıyor. ‘Aşk için tesadüfleri harekete geçirmek mi gerekir?’ gibi kimi aşk filmlerinin sorduğu sorular melodramatik bir damarda canlanıyor.

        Güney Kore sinemasının popüler kanadına ait bir iş, özündeki ‘Hollywood’ duygusunu kaybetmezken, sahneler belki daha keskin, bütçeli hale geliyor. Ama Van Damme’ın “Kan Sporu”nda (“Bloodsport”, 1988) gördüğümüz dövüş dalının içeriye girip saf ve temiz bir kadın yaşamıyla birleştiği çekici noktada anlam kazanıyor. Bu da aslında hikaye açısından o ülkenin geleneğini akla getirip ‘zıtlaşma’yı ve ‘melezlik’i incelemeye açıyor. Filmin “Pas ve Kemik” (“De Rouille et D’Os”, 2012) ile akrabalığı ilginç bir püf noktasına dönüşüyor. Ama elbette oradaki zeki sinema dili, ilişkilere bakış ve “Çarpışma” (“Crash”, 1996) tabanı burada yok. Ters tarafından bakarsak ‘görme engellilik’in üzerine giden “Hayallerin Ötesinde” (“Imagine”, 2013) gibi bir modern sinema becerisinin de evrensel seviyesini görmek kolay değil.

        FİLMİN NOTU: 4.9

        Künye:

        Sadece Sen

        Yönetmen: Hakan Yonat

        Oyuncular: Belçim Bilgin, İbrahim Çelikkol, Kerem Can, Necmi Yapıcı, Bülent Çolak

        Süre: 105 dk.

        Yapım yılı: 2014

        2013’TEN 1973’E ZAMAN YOLCULUĞU

        Kolaycı ve aceleye getirilmiş Yeşilçam komedileri ile bildiğimiz bir yönetmenin, tamı tamına 26 sene sonra piyasaya dönmesi ne kadar akıl karı olabilir? “Zaman Makinesi 1973”, bu soruyu Aram Gülyüz gibi bir isim üzerinden değerlendiriyor. Cevap çok basit: ‘O dönemin üşengeçliği şimdilerde sadece parlak gözüken prodüksiyon kalitesi ile ambalaj izlenimi bırakan sinemaskop oranına yansıyabilir’. Bu çıkarımdan yara alan yetenekli komedyen Gürgen Öz ve melez zaman yolculuğu komedisi tabanı oluyor.

        Yeşilçam’ın emektar yönetmenlerinden Aram Gülyüz, komedi filmleri ile bilinir. İlyas Salman’dan Sadri Alışık’a kadar birçok oyuncu ile çalışmıştır. Sektörün en üretken döneminde 1960-1980 arasında senede 14 filme dahi ulaştığı görülmüştür. Yani Yeşilçam’ın ‘kısa sürede iz bitiren mucizevi zanaatkarlar’ından biridir.

        SARI BİR ARABAYLA ZAMAN YOLCULUĞU

        Bu tanımı tabii ki olumlu anlamda söylemiyoruz. Zaten yönetmenin 90’larla birlikte TV piyasasına geçişi de damdan düşer gibi oldu. Doğrusunu söylemek gerekirse 1996’da başlayan ‘Tatlı Kaçıklar’ eğlenceli ve durum komedisinden feyz alan bir diziydi. Ancak bugüne değin yaşlanmasına karşın bu ‘seri üretim’ anlayışından vazgeçmemiş Gülyüz belli ki.

        Eline Yeşilçam’da iş yapabilecek karakter oyuncusu Gürgen Öz’ü alıyor burada. Onun arkasına da deneyimli oyuncuları dolduruyor. 2013’ten 1973’e babasının miras bıraktığı Anadol STC 16 marka sarı ve eski bir arabayla yolculuk yapan bir tiplemenin hikayesi mizahla dolduruluyor. Bir zaman yolculuğu komedisi ortaya çıkıyor. Ama “Jakuzi Ekspres” (“Hot Tub Time Machine”, 2010) gibi bir zeka göremiyoruz. Aksine her şey ‘Geleceğe Dönüş’ün (‘Back to the Future’) yapısına, anlayışına, uygulamalarına bel bağlamış gibi.

        ACELEYE GETİRİLMİŞ RUHSUZ BİR FİLM

        Öncelikle görüntü yönetmeni Emre Tanyıldız, “Gitmek” (2008) ve “Vücut”un (2011) ardından burada da tökezliyor. Mustafa Preşeva, sanki bugün kurulmuş setlerin camp (bilinçli bayağılık estetiği) hallerini dolduran yapım tasarımına eşlik ediyor. Kolaycı genel planlar ve belki sıfır yakın plan da bir anlamda ‘nokta atışı espri’ üzerine kurulu bir düzeni duyuruyor.

        “Zaman Makinesi 1973”, bir zaman yolculuğu komedisi olarak Türk sinemasında türsel egzersizin içinde ‘olmalı’ dedirtiyor. Ama aynen “Ayas” (2013) gibi ‘bunlar fazla deneme olmamasıyla ilişkili yorumlar’ düşüncesini üzerine alıyor. Gürgen Öz, oyuncularla iletişim kurmadan kendine oynarken, Gülyüz de 70’lerdeki kostümlerle ve tiplemelerle bir şeyler yaratmaya çabalıyor. Arka planda olup biten büyük oranda karşımıza ‘zeki durmayan skeçler’ ve ‘ruhsuz görsel yapı’yı çıkarıyor.

        Gülyüz, dar formatlara sıkışmaya alışmış Yeşilçam alışkanlığını 2.35:1’e yerleştirmek isteyince olanlar oluyor. Ve bu durum bir ağırlık, bir temposuzluk getiriyor. Filmin mizahına hiçbir katkı yapmıyor. Tecrübeli Mustafa Preşeva da muhtemelen ‘plan azlığı’ sebebiyle bu durumu onaramıyor ve sürenin 108 dakikaya uzanıp filmi hantallaştırmasına engel olamıyor. Nihayetinde büyük oranda aceleye getirilmiş, her sahnesi en fazla iki planda halledilmiş bir yapıt canlanıyor.

        FİLMİN NOTU: 2.5

        Künye:

        Zaman Makinesi 1973

        Yönetmen: Aram Gülyüz

        Oyuncular: Gürgen Öz, Seda Bakan, Sinan Bengier, Perihan Savaş, Zihni Göktay, Mustafa Uzunyılmaz

        Süre: 108 dk.

        Yapım yılı: 2014

        SAVAŞ YANLISI ANİMASYON

        “Rüzgarlı Vadi” gibi Japon animesi başyapıtlarının mimarı, öncü ismi Miyazaki, veda animasyonunda fazlasıyla gerçekçi ve ağdalı takılıyor. Militarist ve geleneksel bir uçak tasarımcısı biyografisi filmine imza atarken, adeta melodram ve Hollywood kusuyor. Yetişkinliğin, politik olaylar üzerine kafa patlamanın anlamsız, tehlikeli hale geldiği bir şablonla hayal kırıklığı yaratıyor.

        Savaş uçakları (Mitsubishi A5M ve Mitsubishi A6M Zero) icat eden Jiro Horikoshi’nin hikayesi, burada bütün ‘klasik’liğiyle bir Miyazaki animesine konu oluyor. Üstat, 2004’ten bu yana çalkalanan, yönünü bulamayan kariyerinde “Küçük Deniz Kızı Ponyo”nun (“Gake No Ue No Ponyo”, 2008) engellenemez çocuksuluğunun ardından bu kez aşırı ciddiyetle sanki dünyayı kurtarıyor. ‘Ego’ ve ‘insanilik’ patlaması olarak anılacak bireysel bir işe imza atıyor.

        SAVAŞ UÇAKLARINI ÜRETMEK İÇİN BÜYÜCÜ OLMAK GEREKMİYOR

        Deneyimli uçak tasarımcısı Caproni’nin izinden giden bu karakterin, 1920’lerin sonundan 1940’lara kadar uzanan öyküsü 10 yılı geçen bir zaman dilimine yayılıyor. Bu süreçte sıradan bir adamın katil olabileceğine odaklanıyoruz. Ama bu tercih, asla kan dökme, zor kullanma veya eleştirme yanlısı bir yapıyla canlanmıyor. Aksine içimizden birinin bile savaş uçağı üretebileceği gerçeğinin üzerine basılıyor. Yönetmenden beklenen çizgi romansal, fantastik, masalsı bir açılım devreye girmiyor.

        Film ağdalı bir başarı, kahramanlık hikayesi olarak yükselişin kaderini çiziyor. ABD’yi de sıkıntıya sokan bu ‘katil’in yapım aşamasına odaklanıyor. Japon İmparatorluğu’nun ordusu için istediği ‘iki kanatlı savaş simgesi’ böylece bir militarist objeye dönüşüyor. Karakterin kendi halindeki durumundan bir anda rüzgarları aşıp gelmesi Miyazaki’nin sekme yaşamayan özenli çizgileriyle 130 dakikayı bulan bir sürece yayılıyor.

        MİLİTARİST BİR BİYOGRAFİK FİLM

        “Rüzgar Yükseliyor” (“Kaze Tachinu”, 2013) üstadın “Kırmızı Kanatlar”da (“Kurenai No Buta”, 1992) domuza dönüştürülen 2. Dünya Savaşı pilotu tiplemesinden sonra en fazla ‘savaş’ merakı taşıdığı eser olarak kayıtlara geçiyor. Ama klasik biyografik filmin zaman atlamaları ve melodramı abartma sıkıntılarından kurtulamıyor. Aslında kurtulmak da istemiyor.

        Yönetmen, aksine Amerikancı bir mesajla en klasik bünyeyi hedef alıyor. Onun son derece basit genç-çocuk karakterlerden, fantastik şablonlarla dopdolu metinler çıkartma düşüncesi de kendine özgü masalsılığı da burada yok. 80’lerdeki bilimkurguya ‘özellikli’ yaklaşım elbette canlanmıyor. Aksine ciddiyet “Kahraman Pilotlar” (“Flyboys”, 2006) misali bir yaklaşımı tüm bayatlığıyla getiriyor. İşin garibi böylesi filmler artık Hollywood’da da bir yere gelemiyor…

        Tatsuo Hori’nin 1937’de yazdığı kısa hikayesinden esinlenen, Miyazaki imzalı ‘manga’ (Japon çizgi romanı) kaynağı da bir işe yaramıyor sanki. O eserin 15 sayfa olmasının problematiği bir tarafa özündeki katilliği ve kıyımları onaylayan savaş yanlısı tabanı devre dışı bırakmak bir hayli zor.

        FİLMİN NOTU: 4.5

        Künye:

        Rüzgar Yükseliyor (Kaze Tachinu / The Wind Rises)

        Yönetmen: Hayao Miyazaki

        Süre: 126 dk.

        Yapım yılı: 2013

        TV DİZİSİ ESTETİĞİ ‘KÖKSÜZ’LÜK GETİRMİŞ

        “Köksüz”, İzmir’de aile reisinin ölümü sonrası işlevsizleşen bir aileyi ‘ilişkisel’ rötuşlarla ele alırken TV dizisi alışkanlığına takılıyor. Çamur gibi renkler, boyutsuz kurgu, ‘köksüz’ karakterler ve ilk film duygusallığı da bu tanıma destek veriyor. Böylece cesur ilişki mizansenleri ve aile yapısına çekici bakış tarzı amacına ulaşamadan geri çekiliyor.

        Türk sinemasının ilişkisel özgürlüklere açılma çabası takdire şayan… Burada da ‘ergen erkek-yetişkin kadın ilişkisi’ adına son derece cesur sahneler izliyoruz. Bu formülün bağlandığı nokta ise daha ziyade ‘işlevsiz aile’ meselesi. Yani ataerkil düzende ‘reis’ini kaybedince, hantallaşan, ‘köksüz’ kalan üç çocuklu bir aile ocağının durumu masaya yatırılıyor. Ancak “Köksüz”, Todd Solondz, François Ozon ve Michael Haneke gibi isimlerin bu kuruma ‘yaratıcı’ ve ‘nokta atışı yapan’ yaklaşımlarının ucundan geçmiyor. Aksine bambaşka adımlar atıyor.

        TV DİZİSİ ESTETİĞİYLE KOLAYA GETİRİLMİŞ

        Öncelikle hiç oynanmamış renk paleti, TV dizisi estetiğini harekete geçiriyor. Üstelik 2.35:1 (sinemaskop) formatının ‘öylesine’ kullanılması da bu detayı daha dikkat çekici hale getiriyor. Bunun üzerine o tabana uygun, ‘arkası yarın’ mantığıyla doldurulmuş boyutsuz karakterler ekleniyor. Geçmişini bilmediğimiz tiplemeler de ne sebeple ilişkiye odaklandıkları konusunda ‘anlamsız’ adımlar atıyorlar.

        ‘Sinemaskopun iki tarafında kulağında kulaklıkla görülüp ‘yalnızlık’ı anlatılan 17 yaşındaki karakterin oraya gelirken ki dönüşümü nerede?’ gibi cevapsız soruların ardı arkası kesilmiyor. Medeni Türk orta sınıf ailesinin işlevini kaybetmesinin ‘matem’ kaynağının olmaması, ‘sinema dili’ için ‘soyut bir anahtar’ olarak algılanabilir. Ama elektrik süpürgesi uyum kesmelerinde ‘aks kayması’ gibi eksikler yaşanması, pespaye (kitsch) ‘Kabuslar Evi’nin kurgucusu Ruşen Dağhan’ın küçük ekran alışkanlığından kaynaklanıyor. Her şeye rağmen bir cesaret aşılarken sübyancılıkla atfedilebilecek iki seks sahnesinin ikincisi başarılı gözüküyor.

        ÇAMUR GİBİ RENKLERİN SORUMLUSU ÇAĞAN IRMAK OLMALI

        Ancak sinemaskop formatını niye kullandığını bilmeyen “Köksüz”, onun içinde bir oraya bir buraya gidip geliyor. Oyuncuları nereye koyacağını şaşırıyor. Sadece öyküsünün ‘kişisel’, ‘dokunaklı’ ve ‘ataerkil düzen karşıtı’ olmasıyla ilgilenip kendini duygusal dünyaya hapsediyor. Çocuğun melodramatik final anı da bu duruma son noktayı koyunca, ağlatıcı final sekansı yürekleri dağlamayı garantiliyor. Sallanan ve sabit kamerayı plansız bir dizi estetiğine kurban eden eserin bu tanımsızlığın izinde yaptıkları da şaşırtıcı değil.

        Bu bağlamda oyuncuların yapay makyaj kullanımı sebebiyle herhangi bir kalem izi taşımamaları, Ahu Türkpenkçe’nin ayakları üzerinde duran karakterinin de ‘iyi örnek’ olarak görülmesini engelliyor. Bunlar iletişimsizliği ve ruh halini yansıtmaktansa kolaya alışmış ‘gözyaşları’nı hedefliyor. Üzerine uğraşılmamış film grameri de görüntü yönetmeninin dizi, kurgucunun Çağan Irmak kariyerinden kaynaklanıyor. Çamur gibi renklerin sorumlusu da muhtemelen Irmak’ın ta kendisi… Nihayetinde “Köksüz”, yakın dönemde Türk ailesine bakış atan minimalist damarlı “Çoğunluk”un (2010) parmağı bile olamıyor. Belli ki Deniz Akçay Katıksız babasının ölümüyle yaşadığı matemin etkisinden kurtulamamış. Film de bilinçaltındaki bu görüşün zafiyetinden çekiyor bolca.

        FİLMİN NOTU: 3.5

        Künye:

        Köksüz

        Yönetmen: Deniz Akçay Katıksız

        Oyuncular: Savaş Alp Başar, Ahu Türkpençe, Lale Başar, Sekvan Serinkaya, Mihriban Er

        Süre: 81 dk.

        Yapım Yılı: 2013

        GÜZEL BEDENLER, KONUŞAN KAFALAR VE PLASTİK MAKYAJ

        Bir yönetmenin 10. filmi için ‘sadece iyi çekilmiş açılış sekansı ile anılacak’ cümlesini kuruyorsak, o durumda bir anormallik vardır. “Kemerlerinizi Bağlayın” da işte bu tespitten mustarip ve muhtemelen boyutsuz bir pembe dizinin ötesine geçememesiyle anılacak. Aşk, ilişki, tutku gibi kavramlar havada uçuşurken senaryoda ‘güzel bedenler, konuşan kafalar, plastik makyaj’ üçlüsünün bir fetişe dönüşmesi de, filmin kişisellik oranını arttırıp, sinema oranını düşürüyor.

        Ferzan Özpetek’in hayatın güzellikleriyle ilgilenen bir yönetmen olduğu kesin. Buna kimsenin itirazı olamaz. Ona göre güzellik kimi zaman eşcinsel bir bireyi, kimi zaman bir yemeği, kimi zaman heteroseksüel bir kadını, kimi zaman aşkın ta kendisini, kimi zaman Akdeniz kültüründen beslenen dostluğu, muhabbeti, kimi zaman umudu, kimi zaman seksi bir bedeni temsil edebiliyor. Bunlara aile, aldatma, ölüm, hafıza gibi temalar iliştirilince de aslında bütün tamamlanır. Yönetmen, 10. filminde bu yöneliminden fazla geri adım atmıyor. Özellikle bütün malzemesini tükettiği “Karşı Pencere”den (“La Finestra di Fronte”, 2003) bu yana toparlanmak için didinme eylemi, burada seyirciye hiç geçmiyor.

        ÇIPLAK ERKEK BEDENLERİ, ÖLÜM VE KONUŞAN KAFALAR

        Sanki “Kemerlerinizi Bağlayın” (“Allacciate le Cinture”, 2014), öylesine bir adrenalin duygusuyla karaktersiz çekilmiş, dramatik ivmesi kestirilememiş bir eser. Almodóvar’ın ‘pembe dizi estetiği’ atılımından beslenen “Cahil Periler” (“Le Fate Ignoranti”, 2001) gibi başarılı Özpetek işlerinin yanına bile yanaşamıyor. “Bir Ömür Yetmez” (“Saturno Contro”, 2007) ve “Serseri Mayınlar” (“Mine Vaganti”, 2010) gibi birkaç iyi çekilmiş sahnenin peşine takılmak isterken ‘yetkinlik’ kokan açılış sekansına bel bağlıyor.

        Bunun ötesinde film, çıplak erkek bedenlerinin güzelliğine, seksiliğine, ölümcül hastalığın yapmacık umut aşısına ve konuşan kafaların gevezeliğine odaklanıyor. Plastik makyajın yapaylığından bolca çekerken, sinemaskopu (2.35:1) niye kullandığını kendi de çözemiyor.

        KEMERLERİ BAĞLARSAK VAADİ NE?

        Özpetek melodram ile mizahı dengeleme becerisinden ziyade, bunlardan birincisinin tarafına kaymasıyla değerli bir isim. “Karşı Pencere”, “Cahil Periler” gibi filmlerde de hafızayı, belleği ele alırken ‘sevgi’nin, ‘dostluk’un, ‘aşk’ın peşine yollanan karakterleri, Akdeniz kültürünün samimiyetiyle kavranıp canlılıkla doldurmuştu. “Kemerlerinizi Bağlayın” ise evlilik, ilişki, tutku, aşk veya aldatma fark etmeden plansızca katmandan katmana atlıyor. Bir araya gelen tiplemelerin aşıladığı ‘umut’ ve ‘hüzün’den ziyade ölüm ile aşkın gerekçeleriyle ilgileniyor. Ama daha ziyade çıplak erkek bedenleri görerek kendi egosunu tatmin eden yaşlanmış bir Özpetek benliği sunuyor sanki.

        Bunun homofobik olarak anlaşılması elbette yanlış. Ama böylesi bir duyarlılıktan garip bir ‘ölüm arifesindeki kadınlar’ tanımı çıkması da bir hayli ilginç. Hayalleri, güzellikleri sinemalaştırırken biraz da mantıklı olmak şart. Ortada bir motivasyon, senaryo neredeyse olmadığı için bunu beklemek, güzel, makyajlı ve yeteneksiz oyuncuların iyi performans göstermesini umut etme hayalciliği ile eşdeğer. Kemerlerinizi bağlayıp başka bir diyara gitmek ise Özpetek’in bu esere uygun bulduğu dünyadan alamadığımız tadı bir nebze olsun unutmanıza yol açıyor. 110 dakikayı dolduran, en iyi ihtimalle bir pembe dizinin üç bölümü oluyor. Zaten ‘arkası yarın’ izlenimi bırakan sondaki hamle, bu fikri destekler nitelikte.

        FİLMİN NOTU: 2.5

        Künye:

        Kemerlerinizi Bağlayın (Allacciate le Cinture)

        Yönetmen: Ferzan Özpetek

        Oyuncular: Kasia Smutniak, Francesco Arca, Francesco Scianna, Carolina Crescenti

        Süre: 110 dk.

        Yapım Yılı: 2014

        KEREM AKÇA’NIN VİZYON FİLMLERİ İÇİN YILDIZ TABLOSU

        12 Yıllık Esaret (12 Years a Slave): 7

        300: Bir İmparatorluğun Yükselişi (300: Rise of an Empire): 5

        Aile Sırları (August: Osage County): 4

        Aşk (Her): 8.3

        Bi Küçük Eylül Meselesi: 5.5

        Bizum Hoca: 1.5

        Çılgın Dersane 3: 1.8

        Çocuk Pozu (Pozitia Copilului / Child’s Pose): 4.2

        Düzenbaz (American Hustle): 4.3

        Eyyvah Eyvah 3: 2

        Frankenstein: Ölümsüzlerin Savaşı (I, Frankenstein): 5.5

        Geçmiş (Le Passé / The Past): 7

        Gloria: 6.8

        Gulyabani: 5.5

        Halam Geldi: 3.5

        Herkül: Efsane Başlıyor (The Legend of Hercules): 3.8

        Jack Ryan: Gölge Ajan (Jack Ryan: Shadow Recruit): 2.5

        Kaçış Planı (Escape Plan): 4

        Kadın İşi Banka Soygunu: 2.5

        Kapital (Le Capital / Capital): 5.8

        Karlar Ülkesi (Frozen): 6.2

        Kırık Çember (The Broken Circle Breakdown): 4.8

        Kış Masalı (Winter’s Tale): 5.4

        Lego Filmi (Lego Movie): 7.4

        Mavi Dalga: 4.5

        Meydan (Al Midan / The Square): 5.5

        Mr. Banks (Saving Mr. Banks): 5.5

        Muhteşem Güzellik (La Grande Bellezza / The Great Beauty): 7.5

        Ömer (Omar): 4.8

        Para Avcısı (The Wolf of Wall Street): 6.9

        Paranormal Activity: İşaretliler (Paranormal Activity: The Marked Ones): 3.2

        Recep İvedik 4: 3.5

        RoboCop: 4.9

        Sadece Aşıklar Hayatta Kalır (Only Lovers Left Alive): 7.7

        Sağ Salim 2: Sil Baştan: 3.2

        Sen Şarkılarını Söyle (Inside Llewyn Davis): 6.7

        Senin Hikayen: 5.3

        Sınırsızlar Kulübü (Dallas Buyers Club): 4

        Son Kalan (Lone Survivor): 2.5

        Sonsuz Aşk (Endless Love): 2.8

        Sürgün İnek: 3.5

        Şarkı Söyleyen Kadınlar: 5

        Şöhret Tepesi (The Canyons): 2

        Vampir Akademisi (Vampire Academy): 3.5

        Walter Mitty’nin Gizli Yaşamı (The Secret Life of Walter Mitty): 4.5

        Yasak Aşk (Two Mothers): 5.8

        Yunus Emre: Aşkın Sesi: 3

        Not: Yıldızlar, 10 üzerinden verilmektedir.

        Diğer Yazılar