Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        1950’ler Hollywood’unda furyaya dönüşen tarihi-epik, yüksek bütçe gereği sebebiyle çokça da proje batırmıştır. Darren Aronofsky ise burada ‘Yüzüklerin Efendisi’ ile ‘fantezi-epik’in A sınıf bir eğilim kazandığı dönemde onun alt-alt türü ‘dini epik’e bakış atıyor. “Nuh: Büyük Tufan”, belki de ‘Nuh’un gemisi’ efsanesine dair yıllardır aranan filmi karşımıza çıkarıyor. “Kaynak”, “Siyah Kuğu” ve “Bir Rüya İçin Ağıt”ın yönetmeni, böylece türlerle ve kalıplarla oynama arzusunu ‘didaktik dini diyaloglar’ı ve ‘vahiy öğretileri’ni bir kenara iterek işlevsel kılıyor. Filmin sürükleyici bir popüler sinema seyirliğine uzanırken görsel efektlerden beslenen ‘dini epik’ önermesi konusunda nasıl yollar açabileceği ise merak konusu.

        Peygamberlerin hayatlarına bakış atınca, aslında dudak uçuklatıcı gerçeklerle karşılaşabiliriz. Bunların hepsi de mantıklı bir insanda sorgulama duygusu uyandırır. İşin doğrusu, eğer kökten dinci iseniz ve bir dini liderle kader ortaklığı yapıyorsanız buna inanırsınız. Ama tam tersiyse, inanmaktan ziyade öteleme, dalga geçme, alay etme şansınız olabilir.

        TARİHİ-EPİK 50’LERDE FURYAYA DÖNÜŞMÜŞTÜ

        Aslında Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık gibi üç ana Yeni Çağ dininin doğuşunda Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed’in yaptıkları da aşağı yukarı bu tepkiye açıktır. İşin Hollywood ayağına bakacak olduğumuzda, bazı şeyler belli zamanlarda sahici ve gerçekçi durabilir. 50’li 60’lı yıllarda ‘tarihi-epik’ adıyla anılan görkemli ve yüksek bütçeli tarihi filmler ülkede bir furyaya dönüşmüştü. 20. yüzyıl öncesinde imparatorluk gibi rejimlerde yaşananlar perdeye yakışıyordu.

        Bu süreçte özellikle İtalya’da geçen ve Roma İmparatorluğu’nun etrafında dolaşan eserler öne çıktı. Bir bakıma ABD’nin kendisinden önceki ‘dünya devi’nden beslenmesi şaşırtmadı. Zaten ‘kılıç ve sandalet filmleri’ (‘sword and sandal films’) de sessiz sinemada İtalya’daki endüstriden yükselip sesli dönemde üretim patlaması yapan bir gelenekti. Hollywood açıkçası “Gladyatör”le (“Gladiator”, 2000) 1970’te miadı dolan alana bir ‘gençlik aşısı’ yaptı.

        ‘YÜZÜKLERİN EFENDİSİ’ ÇAĞINDA ‘DİNİ EPİK’ ARAYIŞI

        Ancak bu ‘kapı aralığı’ Peter Jackson’ın 2001’deki A sınıf fantezi-epik devrimi ‘Yüzüklerin Efendisi’ (‘The Lord of the Rings’) sebebiyle yarı yolda kaldı. “Gladyatör”ün izinden üretilip fantastikle zoraki bağ kuran filmler de genelde iflas etti. Böylece 1963’te “Kleopatra”nın (“Cleopatra”) iflasıyla yavaş yavaş devre dışı kalan bu alt türe mensup projeler bir anlamda buraya da sızmayı, yeni milenyumun haritasına dönüşmeyi beceremedi. Tarihi-epik’in altında yer alan formüllerden biri de ‘dini epik’ idi.

        Bu alt-alt tür “10 Emir” (“The Ten Commandments”, 1956), “En Büyük Hikâye” (“The Greatest Story Ever Told”, 1961), “Günah’a Son Çağrı” (“The Last Temptation of the Christ”, 1988), “Tutku: Hz. İsa’nın Çilesi” (“Passion of the Christ”, 2004) gibi eserlerle bilinir. Bize de Mustafa Akad imzalı “Çağrı: İslamiyetin Doğuşu”nu (“The Message”, 1977) hatırlatır. Ancak dini inanç üzerine giderken merkeze ‘doğaüstü’ güçleri de olabilen peygamberler yerleştirilir. Buradan da aslında zamanıyla değil, karakterleriyle çekici yapıtlar ürer.

        KIYAMET PARANOYASINA ALAN AÇAN BİR OLAY

        Büyük tufandan korunan Nuh’un gemisi efsanesi ise Tevrat’ın ilk bölümünde adı geçen bir mesele ya da efsane. Özü insanoğlunun yaratılışına, Adem ile Havva hikayesine kadar uzanıyor. Anlık bir peygamber öyküsü olarak da okunabilir. Ya da Hz. Musa’nın çıkışına uzanan süreçte vahiy gelen ilk zamanlardan biri olarak… Bu nokta da popüler kültürde ele alınan bir ‘kıyamet paranoyası’na ya da ‘doğal felaket objesi’ne dönüşmüştür. “Aman Tanrım” (“Evan Almighty”, 2007) ve “2012” (2009) gibi güncel dünyadaki eserlerde kullanılıp dini, muhafazakar tarafı sebebiyle eleştirilmiştir.

        “Kaynak” (“The Fountain”, 2006), “Bir Rüya İçin Ağıt” (“Requiem for a Dream”, 2000) ve “Siyah Kuğu” (“Black Swan”, 2010) gibi sinema tarihinde iz bırakacak önemli filmlerin yönetmeni Darren Aronofsky, ilk kez yüksek bütçe ile çalışıyor burada. 130 milyon doların katkısıyla insanoğlunun Adem ile Havva’yla başladığı yolculuktan tufandan Tanrısal güçlerle kurtulmasına uzanan süreci ele alıyor.

        HOLLYWOOD FİLMİ OLDUĞUNU UNUTMAMALIYIZ

        İşin doğrusu Pasolini’nin İsa’nın çarmıha gerilişine odaklanırken, onu köylü olarak tasarlayıp İtalyan Yeni Gerçekçiliği metotlarıyla saran “Aziz Matyas’a Göre İncil” (“Il Vangelo Secondo Matteo”, 1964) gibi ayrıksı veya sade dini figür yaklaşımları aramıyoruz. Aksine yönetmen, bütçesine yakışan bir işe imza atıyor. Hedef olarak ise yobazlığı ve dinin yol açtığı cehaleti belirliyor. Russell Crowe üzerinden günümüz Türkiye’sindeki ‘liderlik’ anlayışına da yakın bir tanım yaratıyor.

        Efektleri dengeli bir şekilde kullanırken ‘fantezi-epik’ formülünden de beslenen bir işe imza atıyor. Geminin inşa sürecinin taşlaşmış varlıkların, koruyucu meleklerin ‘orklar’ın çalışma sistemini akla getirdiği çok açık. Böylece Orta Dünya aşısıyla canlanırken, bir anlamda iktidarın, vicdanın, iç hesaplaşmanın temeline yolculuk alevleniyor. Destansı sahneler de bu duruma destek veriyor.

        RESMİ OLMAYAN “KAYNAK” DEVAM FİLMİ Mİ?

        Efsaneye göre ilk dinlerin çıkışından önce önemli bir mucizeye imza atılıyor. “Nuh: Büyük Tufan”, dirayetle halkını Tanrı’nın lafına karşı uyarmak isteyen bir adamın öyküsü… Bu yetisi ona neredeyse psişik bir güç veriyor. Yönetmenin Adem ile Havva’nın aşk hikayesini ‘evrim teorisi’ ile üç parçada yorumlayan ‘bilimkurgu başyapıtı’ “Kaynak”, burada belki de bir devam filmi ile taçlandırılıyor.

        Araya giren ve “Bir Rüya İçin Ağıt”ın uyuşturucu alırken devreye giren ‘hip-hop kurgu’ geçişlerini akla getiren hızlı montaj sekanslar işliyor. Güneşin doğuşu, batışı ve doğada olup bitenin ‘fotoğraf’ıyla gerçekleşen zeki zaman atlamaları başarılı. Şırnak’taki Cudi Dağı’nda olduğu varsayılan geminin üretim aşamasındaki zaman dilimi herhangi bir sinemasal sıkıntı yaratmıyor. Kurgucunun Andrew Weisblum gibi Aronofsky’nin tanıdığı bir isim olması, karşımıza “Hayat Ağacı” (“The Tree of Life”, 2011) misali insanoğlunun kökeniyle ilgili, yaratılış felsefesiyle yorumlanabilecek mesajlar veren bir eser çıkarıyor.

        Tanrı’nın vahiyleri ise iki-üç tanıdık planla zihne ‘hip-hop kurgu’ geleneğiyle aşılanıyor. Bir çırpıda batırılmış bir uyuşturucu şırıngası izlenimi bırakıyor. Büyük oranda ‘din’ ve ‘ruhani dünyadan gelen ses’ bir alışkanlık gibi çiziliyor. Teolojik ve mistik öğeler öne çıkmıyor. Tanrı ile kurulan bağ hızlı geçişlerle epik yolculuğu tanımlamak, beslemek için var.

        İNSANOĞLUNUN KÖKENİNE YOLCULUK

        Yönetmenin hedefi günümüzün efekt teknolojisiyle fantastikle de harmanlanmış bir dini epik örneği çıkarmak. Belki “Peygamberler Tarihi - Kisası Enbiya”yı (“The Bible: In the Beginning”, 1966) örnek alarak… Nuh’un ailesiyle ilişkisi ve insanlığın geleceği üzerine yorumları, fedakarlıktan ziyade muhafazakarlık içeriyor. Matthew Libatique’in tufanı bildiren gri dolgulu sinematografisi ise aslında buradaki melankoliyi gözler önüne seriyor. Sabit planlar ve klasik anlatı araya gelen hızlı flashback bölmeleriyle sarsılınca anlam kazanıyor.

        Böylece bir Tanrısal mucize, bir peygamber efsanesi karşımıza inanışıyla değil de günümüze uyumuyla çıkıyor. Arada animasyonda kendine yer bulan böylesi hikayeler, kurmacada da zamanını doldurmadığını idrak ediyor. Aronofsky, “Kaynak”, “Şampiyon” ve “Siyah Kuğu” ile bilimkurgu, spor filmi ve kara filmde açtığı kapılardan bir yenisini dini epikte açıyor. Ama son bir saatte kapalı alana sıkışıp süreyi biraz uzun tuttuğunu da belirtmemek olmaz. Bu bölümde çekirdek ailenin kökenine ve insan tiplerinin en basit haline uzanma açısından varoluşsal incelemelere uzandığını gerçeğini de yadsıyamayız. Her şeye rağmen süreyi uzatma ve finali bağlama konusunda bir stüdyo müdahelesi olmuş gibi.

        FİLMİN NOTU: 6.5

        Künye:

        Nuh: Büyük Tufan (Noah)

        Yönetmen: Darren Aronofsky

        Oyuncular: Russell Crowe, Jennifer Connelly, Anthony Hopkins, Ray Winstone, Nick Nolte, Emma Watson

        Süre: 138 dk.

        Yapım yılı: 2014

        TATLI DİL YILANI DELİĞİNDEN ÇIKARIR

        Doğa-kültür ilişkisini ele alırken Anadolu’daki yaşayışlara da bakan komediler, son dönemde furyaya dönüştü. “Mandıra Filozofu”, bu dala tutunurken eksiklerine karşın ‘amatör’ durmadan usturuplu karakterlerle ve aceleye getirilmemiş diyaloglarla bir mesele ışığında yol alıyor. Birol Güven’in TV’de durumlardan ve zeki tespitlerden beslenen mizah anlayışı ise perdede de çoğu zaman güldürmeyi beceriyor.

        Sinemada ilkellik-medeniyet çatışmasının temeli belki de Jean Renoir’ın “Boudu Saved from Drowning” (“Boudu Sauvé des Eaux”, 1932) filmine kadar uzanır. Orada henüz 20. yüzyılın başında Seine Nehri’ne atlayan bir serseri ile onu kurtaran entelektüel kitapçı ve eşi arasındaki ilişki dikkat çekiciydi. Bu formül zamanla komediye de transfer oldu. Belki “Hanzo” (1975) bu duruma bir örnek.

        BİROL GÜVEN İMZALI BİR ‘TÜRK İŞİ’ KOMEDİ

        Ama Müfit Can Saçıntı, burada farklı bir şeyin peşine düşüyor. Kendi canlandırdığı Mustafa Ali adlı ilkel karakteri, eğitimli ve modern dünyaya, kapitalizme, sanayileşmeye karşı çıkan bir tipleme olarak çiziyor. Üniversiteden mezun olduktan sonra Çökertme’ye yerleşen doğayla haşır neşir zamane filozofu tanımıyla harmanlıyor. Birol Güven’in dizi ekranından bildiğimiz zeki durumlardan güldürme becerisi buraya da yansıyor. Komedilerde görmediğimiz derin karakterler ve akıllı diyaloglar “Mandıra Filozofu”nda (2014) var.

        Seyirciyi ise aslında Fyodor Dostoyevski’den Bertrand Russell’a uzanan göndermeleriyle ‘tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır’ misali inşa edilen bu tipleme sarıyor. Çayırda yapılan felsefe, ‘anti-kapitalizm’ tanımı olarak öne çıkıyor.

        KURGU, ÖZTEKİN’İN RUH HALİNİ İYİ YANSITIYOR

        Kalender Hasan’ın kurguculuktaki becerisi ise Rasim Öztekin’in içinden kapitalizm fışkıran zengin işadamı karakterini iyi anlatıyor. Hip-hop kurgunun biraz olmamış haliyle sarılan açılış sekansı bir yana filmin tamamı onun yalnızlaşmasını ele almak için var. Tam bir kapitalizm kölesi olan bu tiplemeyi uyum kesmesinden görüntü bindirmelerine uzanan bir çeşitlilikle izliyoruz.

        Ondan bağımsız anlarda ise görüntü yönetmeninin kısmi acemiliği filme damga vuruyor. Ama çok keskin olmayan geçişler ve öne çıkmayan renk paleti dikkat çekiyor. Öztekin’e odaklanınca devreye giren çok yakın planların çekici durması ayrı bir görsel kaynak.

        UYGULADIĞI FORMÜLDE YERLİ SİNEMA İÇİN DEĞERLİ BİR İŞ

        “Mandıra Filozofu”, durum komedisi odağından ilerlerken Ayda Aksel ile Rasim Öztekin’in sosyetik metropol insanı tiplerindeki ‘yapaylık’ı yansıtma becerisine çok şey borçlu. Özellikle tekneden ‘Mandıra Filozofu’nun yaşamını gözlemleme hali, teşhirciliği ilginç çevreci mesajlarla dolduruyor. Ama iş yeri, ev, tekne ve sahil dışındaki bölümler biraz fazla aceleye getirilmiş. Öztekin’in ani arabaya binme kararı, sanki filmin ekibine de sürpriz olmuş gibi. Zira o noktada canlanan zoraki ara sekans gözlerden kaçmıyor.

        Bazı yan karakterler inandırıcı durmazken güldürmeyi beceriyorlar. Meseleyi bağlama noktasında ise bir inandırıcılık sıkıntısı çekiyor “Mandıra Filozofu”. Doğa yaşamını kutsarken atılan adımlarda sorun var. Ama bir şekilde “Entelköy Efeköy’e Karşı” (2011), “Umut Üzümleri” (2013) gibi doğa-kültür ilişkisinden beslenen ‘tuhaf’ popüler komedilerin bir hayli üzerinde bir film canlanıyor. Bunda aslan payı Güven’in…

        FİLMİN NOTU: 4.5

        Künye:

        Mandıra Filozofu

        Yönetmen: Müfit Can Saçıntı

        Oyuncular: Müfit Can Saçıntı, Rasim Öztekin, Ayda Aksel, Begüm Öner, Eser Eyüboğlu, Ahu Sungur

        Süre: 105 dk.

        Yapım Yılı: 2014

        SEVGİLİNİ OYUNLA KANDIRABİLİR MİSİN?

        Büyük oranda “Büyük Eve”in yapısını günümüz Türkiye’sine transfer edip futbolla harmanlayan “Aşk Oyunu”, bu hedefini profesyonel bir ekiple saramıyor. Girizgahta çuvalladıktan sonra gelişme bölümünde konusunun çekiciliğiyle ayaklanıyor ve yer yer eğlendiriyor. Ama yeteneksiz başrol oyuncuları, geçiştirilmiş görüntü yönetimi, basit reklam adabına bel bağlayan kurgusu ve antipatik karakterleri sebebiyle ‘yerli romantik-komedi’ örnekleri arasında oturaklı bir yere yükselemiyor.

        1930’ların başında ‘screwball komedi’ olarak piyasaya giren romantik-komediyi dönüştürmek için neredeyse bütün formüller tükendi. Türü her türlü şekle sokabilirsiniz. Dilerseniz ‘seks komedisi’ ile, dilerseniz ‘fantastik’le, dilerseniz ‘bilimkurgu’yla, dilerseniz ‘aksiyon’la iç içe geçirebilirsiniz. Bunlar olmazsa da ‘cinsiyetler çekişmesi’ne binaen köklerine döndürme, ‘karakter draması’ omurgasıyla yaşatıp ‘bağımsız ruh’la doyurma veya bambaşka melez omurgalarla tanımlama şansınız vardır.

        TÜRKİYE’NİN ‘BAYAN EVE’İ Mİ?

        Özellikle son 20 yılda İngiliz mizahıyla oluşan bir furya bile ortaya çıkmıştır. Türkiye’de ise şöyle bir bakınca seriye dönüşen “Romantik Komedi”nin (2010) dışında bu alana mensup adamakıllı bir ürüne rastlamak zor. Bizde aşk denince genelde melodram öne çıkıyor. Ağlatma hedefinin peşine düşülüyor. Kabul etmeliyiz ki Umut Yüksel-Ezgi Yüksel ikilisinin fikri, çıkış noktası açısından gayet yerinde.

        Dünyada ‘mış gibi yapma’ ya da ‘dolandırıcılık komedisi’ gelenekleriyle iç içe geçen bir şablonu benimsiyor “Aşk Oyunu”. Fazlasıyla da Preston Sturges imzalı Hollywood klasiği “Bayan Eve”i (“The Lady Eve”, 1941) akla getiriyor. Orada kara filmlerin femme fatale’i olarak nam salan Barbara Stanwyck’in kılıktan kılığa girerek zengin bir adamı dolandırması devreye girmişti.

        İSMİ CEVAT PREKAZI’DEN GELİYOR

        Burada ise sanki “Bir Erkek 10 Günde Nasıl Kaybedilir?”in (“How to Lose a Guy in 10 Days”, 2003) motivasyonları ile “Bayan Eve”in omurgası iç içe geçiyor. Altı kuralda kendisini maç sebebiyle boşlayan bir kadının, Cevat’tan intikam alma arzusu devreye giriyor. Gücenen Serpil’in (Ebru Öztürk), Eda’yı (Pınar Göktaş) öne sürerek yaptıkları filmin ana yapısını oluşturuyor.

        İsmini Galatasaray’ın ünlü yabancı futbolcusu ‘Cevat Prekazi’den alan Cevat (Kemal Uçar), futbol aşkıyla sevgilileri arasında kalmış tipik bir Türk erkeğini canlandırıyor. Açıkçası ‘futbol ve romantizm’ konusunda Murat Şeker’in Yeşilçam samimiyeti sunan “Aşk Tutulması” (2008) kadar tutarlı bir iş canlanmıyor. En azından o vasat aşk filminde işin içine ‘fantastik’ de girip taraftarlık kültürü beslenecek bir platform bulmuştu.

        SİNEMATOGRAFİ ÖZENSİZ, KURGU REKLAM HAVASINDA

        Burada ise yönetmen, Galatasaraylı olduğunu gözümüze sokarken sallapati bir açılış bölümü çekmiş. Köşeleri buğulu flashback sahnesi, rüyasında babasının öğüdünü dinleyen Cevat’ın serüvenine bayağılık aşılıyor. Bu damardan destek alıp maçın olduğu süre zarfını piknikte geçiren üç kafadarın yaşadıkları, ilginçtir iki sene önce süper finalin Kadıköy’deki son maçı gece oynanmasına karşın gündüz çekimleriyle hallediliyor. Sonrasında bir kasabaya gelip veya Serpil’e telefon açıp ‘maç ne oldu?’ diye sormak inandırıcı durmuyor. Belli ki Bolu’da mangal yapma sahnesi öncesi sadece limitli bir gündüz zamanı için izin alınabilmiş.

        Eğer elinizde ulaşılacak bir gelişme bölümü varsa, girişi de senaryonun zeki hamleleriyle geçmelisiniz. “Aşk Oyunu” bunu becerememiş. Sonrasında biraz kendine geliyor, eğlendiriyor. Ama o zaman da romantik-komedi kriterlerinde ‘fiziksel açıdan aşırı çekici’ olamayıp, Etiler’in süslü sosyetesini temsilen canlanan Eda Öztürk ve Pınar Göktaş’ın abartılı saç ve makyaj tanımıyla idare ediyor. Onların yeteneksizliğine takılmak da sanki kaderin bir cilvesi… Demian Barba gibi ABD’de video piyasasının üzerine sıçrayamayan bir ismin sinematografisi, yoldan geçip gelen herhangi bir kişinin post-prodüksiyon hamlesinden farksız. Ona eklenen kurgu ise montaj sekansları basit reklam geçişleri olarak tasarlıyor.

        Buna filmin yükünü çeken üç erkek karakterin iticiliği de eklenince (en azından bir Apatow rötuşu arıyorlar) “Aşk Oyunu”, “Heartbreakers” (2001), “Bir Erkek 10 Günde Nasıl Kaybedilir?” gibi ‘dolandırma’ motivasyonlu modern Hollywood romantik-komedileri gibi olamıyor. Hem oyuncu, hem senaryo, hem de yönetmen arayışını hissettiriyor. 90 dakikaya bağlanmak ticari bakış açısından değerli. Ancak kırılgan geçişler ve sabit kameraya ağırlık veren görüntüler nasıl bir ‘hakkını arama’ süreci yaratabilir, şüpheliyiz…

        FİLMİN NOTU: 3

        Künye:

        Aşk Oyunu

        Yönetmen: Umut Yüksel

        Oyuncular: Kemal Uçar, Pınar Göktaş, Ebru Öztürk, Lemi Filozof, Suzan Kardeş, Ali İhsan Varol

        Süre: 90 dk.

        Yapım yılı: 2014

        AĞDALI MANDELA BİYOGRAFİSİ

        Aralık’ta vefat eden önemli siyahi lider Nelson Mandela’nın 90 yılı aşkın hayatına bakan “Mandela: Özgürlüğe Giden Uzun Yol”, ağdalı bir klasik biyografinin yavanlığından kurtulamıyor. Bu durum 2.5 saate uzanan süreyi dezavantaja dönüştürürken, bir noktadan sonra Idris Elba’nın boyutsuz makyajla yapaylaşan yüz ifadesini de ‘sahicilik’ sıkıntısı olarak okutuyor. Bu sayede ırkçılığa aktivizmle, hayırseverlikle ve siyaset ile karşılık veren Güney Afrikalı radikal figür, çok da kalıcı bir eserle anılamıyor.

        Belki de “Malcolm X”ten (1992) bu yana siyahi halk için en önemli biyografik film denebilir. Mandela’nın ilk onaylı biyografisi iddiasıyla yola çıkan “Mandela: Özgürlüğe Giden Uzun Yol” (“Mandela: Long Way to Freedom”, 2013), bu ihtişamın altında ezilen bir iş. Güney Afrikalı, aktivist, özgürlükçü ve hayırsever liderin devrimci ruhunu gözler önüne sererken, Obama milliyetçiliğine de tutunma çabasında. 140 dakikada temel hatlarıyla böylesi hedefleri var.

        CHADWICK HATIRLADIĞIMIZ GİBİ

        Ama arşiv değeri açısından 135 dakikalık TV filmi “Mandela”nın (1987) çok da ötesinde değil bu çalışma. “Boleyn Kızı”nda (“The Other Boleyn Girl”, 2010) 16. yüzyıl İngiliz aristokrasisine sızan öyküyü oyuncular ve sanat yönetiminin her şey olduğu vasat bir uyarlamayla yorumlayıp dönemsel atlamalarda sıkıntı çeken Justin Chadwick burada da şaşırtmıyor. Tabiri caizse “Daha İyi Şeyler”in (“Better Things”, 2010) büyüleyici sinematografisinin müsebbibi Lol Crawley’yi ve direniş ruhunu kalkındıran Alex Heffes’ın ezgilerini ‘paratoner’ olarak kullanıyor.

        Önemli figürün çocukluğundan son dönemine uzanan süreçte adeta birinci derece deprem bölgesindeymişçesine sürekli sarsılıyor. Bir kez daha kariyerinin ağırlığını oluşturan ‘TV’ işlerine dönmesi gerektiğini ispatlıyor. “Mandela: Özgürlüğe Giden Uzun Yol”, hapishanede yaşananları ön plana çıkarmaktan ziyade özel hayatın üzerine gidiyor. Winnie ve aile ile ilişkiyi Mandela’nın isteğiyle önümüze seriyor. İş dünyasında, siyasette yapılanlar, devrim arayışı biraz geri çekiliyor.

        IDRIS ELBA VE NAOMIE HARRIS HİÇ OLMAMIŞ

        Açıkçası tarihte Danny Glover, Terrence Howard, Dennis Haysbert, Morgan Freeman gibi oyuncuların ‘perde aurası’nı taşımış bu siyasi lider, 1994-1999 arasındaki konumu ile ele alınmıyor. “Özgürlüğün Rengi” (“Goodbye Bafana”, 2007), “Yenilmez” (“Invictus”, 2009), “Winnie” (2011) gibi farklı dönemlere bakış atıp klasik biyografinin dezavantajlarını da yıkmıyor. İnatla ‘uzun olursam etki yaratabilirim’ derdine düşüyor.

        Idris Elba’nın yüzünün bir noktadan sonra boyutsuz bir plastik makjayla sarılıp Mandela’nın yaşlılık dönemini anlamsız kılması ise gözlerden kaçmıyor. Filmi sahicilik hedefinden koparan bu hamle, ticari Hollywood filmlerinde ikinci adam olarak bildiğimiz siyahi İngilizin yeteneğini de sorgulamamızı sağlıyor. “Skyfall”dan (2012) tanınan Naomie Harris de açıkçası çok farklı değil.

        SİYASİ DOĞRUCULUK YETERLİ Mİ?

        Justin Chadwick bir yere kadar idareli, anlatıya hakim bir iş çıkarıyor. Ancak 45. dakikadan sonra tecrübesiz kurgucu Rick Russell’ın da beceriksizliğiyle ipi elinden kaçırıyor, bir daha da yakalayamıyor. Bir mini dizinin parçaları olarak karşımıza çıkan hayat dönemleri izliyoruz. Sanki sanat yönetiminin özeni, sinematografinin derinlik algısı ve müziğin duygusallaştırma potansiyeliyle göz boyama derdine düşüyor.

        Böylece “Mandela: Özgürlüğe Giden Uzun Yol”, ırkçılığa, haksızlığa karşı direniş ağdalı bir biyografik filmin ötesine geçemiyor. Önemini, destek alma şansını yitiriyor. Siyaseten çok orta yollu, liberal bir duruşla boğuşuyor. Neredeyse bir yüzyılı kapsayan hayatın periyodlarının birçok siyasi olayı ister istemez kapsamasının verebileceği zevk ile anılacak gibi gözüküyor. Film olarak ise bizde de vizyona giren Bille August imzalı “Özgürlüğün Rengi”ni öneririm.

        FİLMİN NOTU: 4.1

        Künye:

        Mandela: Özgürlüğe Giden Uzun Yol (Mandela: Long Way to Freedom)

        Yönetmen: Justin Chadwick

        Oyuncular: Idris Elba, Naomie Harris, Fana Mokoena, Tony Kgoroge, Riaad Moosa

        Süre: 141 dk.

        Yapım yılı: 2013

        AÇIK ALANA ÇIKMAK YARAMIŞ

        Endonezya’nın kültürel dövüş sporunu 80’lerin Hong Kong aksiyon filmlerinin geleneğiyle gözden geçiren ‘Baskın’, ilk şubesinde bütçenin ve dar alanın kurbanı olmuştu. Ama seriye dönüşmesi uzun sürmeyen, kısa sürede kült olacak yapıtın ikincisi “Baskın 2”, egzotik kahramanı açık alana transfer ediyor. Sert gerçekçilikten ve dövüş koreografilerinden beslenen aksiyon sahnelerindeki özen ve enerjiyle dikkat çekiyor. Evans belli ki zamanla ‘pencak silat aksiyonu’ alanında daha da içine sinen filmler çekecek.

        Özellikle Uzakdoğu’da kültürel dövüş sporlarından gelenek oluşturmak çok da şaşırtıcı değildir. 2003’te “Ong-Bak” ve Tony Jaa örneğinde olduğu gibi 2009’da da “Merantau” ve Iko Uwai bu konuda adımlar atmak için yola çıktı. Elbette bunlardan birincisinin öncüsü Prachya Pinkaew’ini şanı bugüne kadar ulaşmadı, aksine kickboks ile akraba muay thai koreografileri kalıcı oldu. Aynen Gareth Evans gibi.

        80’LER HONG KONG SİNEMASININ GELENEĞİNE YASLANIYOR

        Endonezya’da yaşayan Gallerli Evans, 2011’de “Baskın” (“Serbian Maut”) ile bir seri başlattı. Hedef Hong Kong triad filmlerinin (kültürel gangster filmi) omurgasını alıp oradan bir ‘dövüş sporları’ ilginçliği çıkarmaktı. Aslında işin ucunu Bruce Lee, Jackie Chan gibilerine uzanan ‘kung fu’ meselesine kadar götürebiliriz. Yönetmen, belli ki sosyal gerçekçi ve buram buram üçüncü dünya ülkesi kokan dövüş filmlerinden yana değil.

        Evrensel, dokusuyla ve iradesiyle fark yaratan bir aksiyon mizanseni depolamak istiyor. Aynen 80’lerde Hong Kong Yeni Dalgası’na mensup John Woo’nun yaptığı gibi. Yönetmen opera estetiğini tempolu bir koreografi ile sarıp, ‘wuxia’yı modernize eden yönetmen “Acımasız Katil” (“Dip Huet Seung Hung”, 1989) “Sert Polis” (“Lat Sau San Tam”, 1992) gibi başyapıtlara imza atmıştı. Suç dünyasını adeta kanlı bir düello alanına çevirip melodramatik öğeleri kullanmaktan gocunmazken, TV oyuncusu Chow Yun-Fat’ı da dünya sinemasına armağan etmişti.

        SERİNİN BAŞLANGICI UCUZ DURUYORDU

        Evans ise Filipinler, Malezya, Singapur, Endonezya gibi ülkelerde uygulanan ‘pencak silat’ adlı kültürel dövüş sanatından ve onun başarılı ismi Iko Uwai’den besleniyor. İlk filmde ucuz dövüş sahneleriyle süslü B sınıf aksiyon dolgusu burada biraz farklılaşıyor. Dar alandaki bütçe sınırından kurtulan Evans, belli ki o inşaatın üzerine dublörleri fazlalaştıran ve tempoyu yükselten sahneler eklemiş. Araba takip sahnesinin özeninden tutun paralel kurgu ile bağlanan kimi sekanslar da başarılı duruyor. Genel plan olarak üst açı ile halledilen sekanslar, çok hızlı olmayan bir montajla aslında hem eğlenceli, hem çekici hale geliyor.

        Bir tarafta dövüş koreografisi akarken, bir diğer tarafta modern bir muhbirlik öyküsü canlanıyor. Yani “Sert Polis”in yapısı bir anlamda Yun-Fat değil de Uwai dokunuşuyla süsleniyor. Sinemaskop formatında yer yer bir görsel şov bizi esir alıyor. Ama John Woo’nun opera estetiğine yaklaşıp Amerikan sinemasında da yavaş çekimli ve stilize aksiyonları doğurmaya kadar uzanması (bkz. “Hepsini Vur”, “Wanted”) burada yok.

        PENCAK SİLAT AKSİYONU MU?

        Aksine Evans, sert bir gerçekçilik üzerine yapısını oluşturuyor. Plan-ölçek dengesi iyi ayarlanmış, kurgusu standartlara uydurulmuş aksiyon sekanslarıyla da bunun arkasını süslüyor. 150 dakikanın uzunluğu karakterler arasındaki konuşmaların biraz kesilmesi gereğine dikkat çekiyor. Zira bunlar filmi yapaylığa boğuyor.

        Yönetmen ‘pencak silat aksiyonu’ konusunda yavaş yavaş içine daha da sinen işler çekmeyi sürdürecek gibi. Kısa süre Endonezya’dan bir gelenek bu dünyadaki kiralık katillerin, gangsterlerin, polislerin, muhbirlerin ve kahraman algısının katkısıyla oluşabilir. Bunların her birinden bir alt tür ürünü ortaya çıkabilir.

        FİLMİN NOTU: 5.3

        Künye:

        Baskın 2 (The Raid 2: Berandal)

        Yönetmen: Gareth Evans

        Oyuncular: Iko Uwai, Yayan Ruhian, Arifin Puthra, Donny Alamsyah

        Süre: 150 dk.

        Yapım Yılı: 2014

        YENİDEN ÇEVRİM DERSİ

        2010’da izlediğimiz yamyam filmi “Kan Kokusu”, 2013’te aynı isimli bir Amerikan yeniden çevrimi ile canlanıyor. Amerikan toplumunun şiddete yol açan kökten dinci tabanını topa tutan eser, türe hakim Jim Mickle’ın gerilim duygusuna ve profesyonel yaklaşımına çok şey borçlu. 2013 model “Kan Kokusu”, sinema derslerinde ‘yeniden çevrim nasıl olmalı?’ sorusu ışığında orijinal filmle karşılaştırmalı olarak okutulabilir.

        Şu sıralar bir Amerikan korku filmi için söz kesen Meksikalı Jorge Michael Grau’nun 2010 tarihli yamyam filmi “Kan Kokusu” (“Somos Lo Que Hay”), sosyolojik yapısı ve ‘beslenme’ üzerine kurduğu metaforik yaklaşımla dikkat çekmişti. Atmosfer yüklü ve sessiz rejisiyle de yönetmenin ‘sinemaya sessiz sedasız girişi’ni duyurmuştu.

        Jim Mickle ise korku-komedi omurgasıyla alt türleri yıkan ve el emeği göz nuru efektlerle bağımsız ruh aşılayan bir isim. Bugüne kadar yaptığı üretimle Sam Raimi ve Peter Jackson’ın ilk dönemini akla getirmişti. Yönetmen “Mulberry Sokağı” (“Mullberry Street”, 2006) ile “Vampir Cehennemi”nin (“Stake Land”, 2010) ardından üçüncü perde işinde “Kan Kokusu”nun ciddiyetle kavranmış Amerikan yeniden çevrimine imza atıyor.

        DİNDAR AMERİKAN TOPLUMU MERCEK ALTINDA

        2.35:1’de (sinemaskop formatı) iyi fotoğraflanmış, ağır tempolu bir esere imza atıyor. Kendi kimliğindeki ‘vampir’ ve ‘fare insan’ gibi öteki tanımlarının hınzır dönüşümü daha farklılaşıyor. Yamyam filmi özelinde ucu “Teksas Katliamı”na (“The Texas Chainsaw Massacre”, 1974) dayanan bir aile hikayesi canlanıyor. Ama meselenin kesme biçmeye uzanıp sömürülmemesi filmin farkını ortaya koyacaktır. Örneğin Mo Brothers’ın “Macabre”si (2011) bu konuda kolaycı ve şiddetten, kandan medet uman bir iş.

        Ancak mesele düşler ülkesinin güncel tür sinemasıyla “The Woman”ın (2011) da bir kenarda beklediğini unutmamalıyız. Ama Mickle’in Bill Sage’in baskıcı baba karakterine yaslanarak girdiği yolda gerilimli bir dünya tasvir ettiği kesin. “Kan Kokusu” (“We Are What We Are”, 2013) Amerikan toplumunun dibinde yatan dindarlığa, muhafazakarlığa son derece doğru yerden yaklaşıyor. Onun sebebiyet verdiği ya da hastalığa dönüştürdüğü ‘yeme’ arzusuna dikkat çekiyor.

        KORKUYA KAYAN SEKANSLARDA ABARTI YOK

        Bir anlamda ilk filmin temelinde gördüğümüz ‘beslenememe, aç kalma’ durumu burada ‘sekse karşı muhafazakar nefes alma’ ile yer değiştiriyor. Açılış sekansını ve kapanış sekansını izleyince filmin kan pıhtısı ile ilişkisinin dengesi de ortaya çıkıyor. Mickle alışkanlık yarattığı kült dehlizlerine uzanmaktan ziyade atmosfer ruhlu bir işe imza atmış. Yakın planların hakimiyetinin yanında normal objektifleri harekete geçiriyor.

        Sıkışmaktan ziyade sıkıştırmayı tercih etmiş. Bu durum da aile tablosunun içindeki ‘ataerkil’ durumu ve ‘annesizlik’in yol açabileceklerini, üç ilkelleşmiş çocuk üzerinden anlamlandırıyor. ‘Birbirlerini yiyip bitiren kökten dinciler’ üzerine neredeyse Kevin Smith’in “Şeytanın İni” (“Red State”, 2011) kadar derin bir eleştiri böylece canlanıyor. Mickle ise Grau’nun hafif acemi yaklaşımını burada daha yüksek bütçeyle kapatıyor. İnsan yeme sahnelerini özenli bir gerilim duygusuyla canlandırıyor. Orada gözlemlenen ‘kült film’ ya da ‘splatter film’ parçası görünümünün dışına çıkarıyor. Böylece Meksika toplumunun ekonomik sıkıntıları, Amerikan toplumunun tutucu tabanıyla da yer değiştirip bambaşka bir sosyolojik karın buluyor.

        FİLMİN NOTU: 5.8

        Künye:

        Kan Kokusu (We Are What We Are)

        Yönetmen: Jim Mickle

        Oyuncular: Bill Sage, Kassie Wesley DePaiva, Ambyr Childers, Julia Garner

        Süre: 105 dk.

        Yapım Yılı: 2013

        BU EVDE SİHİR VAR

        Belçikalı animasyoncu Ben Strassen, bu kez elini bir sihirbazın banliyö evine atıyor. “Büyüler Evi: Sihirbaz Kedi”, hayvan-insan ilişkisine getirdiği bambaşka bakış, korku öğelerinden beslenen masalsı dünyası ve tempolu macera algısıyla doyuruyor. Bilgisayar animasyonunda yetkin rejisörünün ve ekibinin becerisiyle de ‘kalite’ konusunda sıkıntı çekmiyor.

        Hollywood’un yakın zaman animasyonları arasında gezince “Canavar Ev” (“Monster House”, 2006) ile “Oyuncak Hikayesi”ni (“Toy Story”, 1995) birleştiren bir zeminden bahsedebiliriz. “Büyüler Evi: Sihirbaz Kedi” (“The House of Magic”, 2013), sahiplerinden kaçan sevecen bir kendinin dünyasına bakış atıyor. Kamerasını ona dost olarak verip kaydırma hareketleriyle sonuç arıyor. Macera algısı ise ‘sihir evi’nin etrafında şekilleniyor.

        İNSAN MODELLEMELERİ ‘BUZ DEVRİ’NDEN İYİ

        Çevreci animasyon “Sammy’nin Maceraları” (“Sammy's Avonturen: De Geheime Doorgang”, 2010) ile dikkat çeken Ben Strassen, burada yanına sanat yönetmeni Jeremy Degruson’u da alıyor. Rengarenk ve katmanlı bir animasyon evreni yaratıyor. Fazla espriye kaymadan yan karakterlerin çizimleriyle dikkat çekiyor. Bunlar arasında robot da var, uzun kulaklı tavşan da…

        Tam bir mucizeler fabrikası bu sayede bir sihirbazın evinin etrafında toplanıyor. Buna ölümlü macerayı da ilave edince aslında fazla sekme yaşamıyoruz. Ben Strassen sadece belli karakterlerin ‘şekilli’ olmasından dolayı eleştirilebilir. Ama ‘Buz Devri’ndeki (‘Ice Age’) insanların üzerinde bu tasarımlar.

        HAYVAN-İNSAN İLİŞKİSİNE BAKIŞIYLA DEĞERLİ

        Böylece sihirbazlık/büyü macerası alanında ilginç bir seyir etrafımızı sarıyor. Amerikan banliyösünün “Makas Eller” (“Edward Scissorhands”, 1990) gibi unutulmuş, ötekilerin yaşadığı ev anlayışına farklı bir yorum getiriliyor. 20. yüzyıl başının mesleği sihirbazlık ise ‘eskimişlik’ olarak addedilip bize bir ‘kedi’ ile yüzleşme şansı tanıyor.

        Hem hayvan, hem insan, hem teknolojik tiplemelerle bir hamur, bir işçilik var orası kesin. “Büyüler Evi: Sihirbaz Kedi” de hayvan-insan ilişkisine hayvanın gözünden bakmasıyla değerli. Sığınacak yuvada canlanan ama yaşamayan nesnelerle, tiplemelerle bağ kuruyor.

        FİLMİN NOTU: 6.3

        Künye:

        Büyüler Evi: Sihirbaz Kedi (The House of Magic)

        Yönetmen: Ben Strassen, Jeremy Degruson

        Süre: 83 dk.

        Yapım Yılı: 2013

        GÖÇTEN BESLENEN BABALIK GÜDÜSÜ

        “Çocuk Büyütme Rehberi”, bir gün bebeği olduğunu öğrenen Meksikalı bir babanın onu büyütme arzusuyla çektiklerini dokunaklı bir öyküyle aktarıyor. Ülkenin TV yıldızı Eugenio Derbez, başrol oyuncusu, senarist ve yönetmen olmaya kalkışınca ise ‘ambalaj’ olarak kaliteli gözüken ama içine sızınca defoları ortaya çıkan bir ‘baba-kız ilişkisi komedisi’ canlanıyor.

        Meksika’da popüler bir TV yıldızı ve aynı zamanda dizi yaratıcısı olan Eugenio Derbez, ilk sinema filmiyle de gişeleri salladı. Bu şaşırtıcı değil. Zira kendisinin şöhreti ülkesi bir tarafa ABD’ye de 45 milyon dolarlık gişe başarısıyla sızmış durumda. Burada onu ilk sinema filminde senarist, yönetmen ve başrol oyuncusu olarak görüyoruz.

        BABA-KIZ İLİŞKİSİNDEKİ KOMİKLİKLER ÜZERİNE

        “Çocuk Büyütme Rehberi”nde (“No Se Aceptan Devoluciones”, 2013) çapkın bir Meksikalının, kapısında belirip ‘senin bebeğini getirdim’ diyen eski metreslerinden birinin katkısıyla yaşadığı durumlar öne çıkıyor. Mizah ile dramın arasında kurulan hassas denge, nihayetinde bir baba-kız ilişkisine kadar uzanıyor. Ama film bunları çizgi romansı bir dokuya kavuşturup karikatürize karakterlerle besliyor.

        İlk Meksika bölümünde biraz samimi duran parlak renklerin, ara yazılarla da temsil bulduğu, içimizi ısıttığı net. Bu durum ABD’de geçen ikinci kısımda, beşinci sınıf oyuncularla sarılıp dramaya evrilince biraz devre dışı kalıyor. Çizgi romansılık ise ‘Nacho Libre’ tanımından ziyade ‘Latin pembe dizisi’ düşüncesi aşılıyor.

        MEKSİKA SİNEMASININ POPÜLER KANADINDAN

        Bu sayede “Çocuk Büyütme Rehberi”, babalık güdüsü, bebek sahipliği, çapkınlık, göç gibi kavramlarla yol alıyor. Mantık boşluklarını hiçbir şekilde seyirciye kabul ettiremezken son bölümde de ‘yeşil ekran teknolojisi’nin en bayağı haliyle boğuşuyor. Filmin çapkın babaya ahlaki ceza verme kolaycılığı bir tarafa, altı sene ABD’de kalıp İngilizce öğrenememenin tuhaflığı, eşcinsel kesimi kızdıracak tanımlar derken saptığı yanlış yollar saymakla bitmiyor.

        Böylece aslında Meksika sinemasının popüler kanadından yetkin bir iş canlanamıyor. Zaten çok parlak durmayan varış noktasında, Derbez’in yeteneksizliği de her şeyin tuzu biberi oluyor.

        FİLMİN NOTU: 4

        Künye:

        Çocuk Büyütme Rehberi (No Se Aceptan Devoluciones)

        Yönetmen: Eugenio Derbez

        Oyuncular: Eugenio Derbez, Karla Souza, Jessica Lindsey

        Süre: 115 dk.

        Yapım Yılı: 2013

        YA SİGARAYI YA DA SİNEMAYI BIRAKACAKSINIZ

        Bir terapi seansının kaydedilmesinden oluşan “Bırakmak İstiyorum”, izleyicisine sigarayı bıraktırma hedefiyle yola çıkıyor. Ama kısa eğitim videosunda olması gerekenleri 97 dakikalık uzun merajlı film süresine yayarak amacından uzaklaşıyor.

        Kamerasını terapist ve eğitmen Emre Üstünaçar’ın terapi seansına uzatan bir eğitim videosu. “Bırakmak İstiyorum”, TV’lerde reklam aralarında gösterilebilecek bir ‘kısa film’ olabilecekken, belki hükümetin politikalarıyla belki sosyal sorumluluk arayan Böcek Yapım’ın arzusuyla perdede şansını deniyor. Bir psikiyatrın 97 dakikayı bulan konuşmalarıyla ‘sinema sanatı’ adına hiçbir şey yapmıyor.

        YERİ YA TV EKRANI, YA DA DVD RAFLARI

        Sadece DCP kayıt konusunda özenli olduğunu söyleyebileceğimiz bu ‘şey’, karşımıza ‘sigarayı bıraktırmasının yanında sinemadan da soğuyanlar yaratacaktır’ tümcesiyle çıkıyor. “Anlat İstanbul”un (2005) ‘Uyuyan Güzel’ parçasını yöneten Yücel Yolcu için ise artı puan olamıyor. Zira seyirci tarafına konan kamerayla terapiyi net olarak yaşamak isteyen seyircilere sesleniyor.

        Elbette ‘terapi seansı estetiği’ gibi kurmaca dertlerini aramıyoruz. Ama “Bırakmak İstiyorum”, ya DVD dükkanlarında ‘özel ilgi’ bölümünde, ya da TV’de yer bulabilir. Festivallerde bile gösterilme şansı çok düşük. Bu 97 dakikalık kaydın sigarayı özendiren sinema filmi geleneğinin tersi istikamette ilerlemesi ise bir artı elbette.

        FİLMİN NOTU: 0.5

        Künye:

        Bırakmak İstiyorum

        Yönetmen: Yücel Yolcu

        Süre: 97 dk.

        Yapım Yılı: 2014

        KEREM AKÇA’NIN VİZYON FİLMLERİ İÇİN YILDIZ TABLOSU

        300: Bir İmparatorluğun Yükselişi (300: Rise of an Empire): 5

        Adalet İçin (Michael Kohlhaas): 5.4

        Aile Sırları (August: Osage County): 4

        Ammar: 4.5

        Aşk (Her): 8.3

        Bi Küçük Eylül Meselesi: 5.5

        Binlerce Kez İyi Geceler (A Thousand Times Good Night): 4.3

        Bizum Hoca: 1.5

        Eyyvah Eyvah 3: 2

        Frankenstein: Ölümsüzlerin Savaşı (I, Frankenstein): 5.5

        Gloria: 6.8

        Gulyabani: 5.5

        Güzel ve Çirkin (La Belle et La Bête): 4.7

        Hazine Avcıları (The Monuments Men): 4

        Herkül: Efsane Başlıyor (The Legend of Hercules): 3.8

        Kapital (Le Capital / Capital): 5.8

        Karlar Ülkesi (Frozen): 6.2

        Kemerlerinizi Bağlayın (Allacciate le Cinture): 2.5

        Kış Masalı (Winter’s Tale): 5.4

        Kızım İçin: 3.5

        Köksüz: 3.5

        Lego Filmi (Lego Movie): 7.4

        Mavi Dalga: 4.5

        Mavi Ring: 1.7

        Meddah: 2

        Meydan (Al Midan / The Square): 5.5

        Mr. Banks (Saving Mr. Banks): 5.5

        Muhteşem Güzellik (La Grande Bellezza / The Great Beauty): 7.5

        Non-Stop: 3.5

        Ömer (Omar): 4.8

        Para Avcısı (The Wolf of Wall Street): 6.9

        Peri Masalı: 0.8

        Recep İvedik 4: 3.5

        RoboCop: 4.9

        Sadece Aşıklar Hayatta Kalır (Only Lovers Left Alive): 7.7

        Sadece Sen: 4.9

        Sınırsızlar Kulübü (Dallas Buyers Club): 4

        Silsile: 3.5

        Soğuk: 3.4

        Son Kalan (Lone Survivor): 2.5

        Sonsuz Aşk (Endless Love): 2.8

        Sürgün İnek: 3.5

        Şarkı Söyleyen Kadınlar: 5

        Vampir Akademisi (Vampire Academy): 3.5

        Yasak Aşk (Two Mothers): 5.8

        Yves Saint Laurent: 2

        Zaman Makinesi 1973: 2.5

        Not: Yıldızlar, 10 üzerinden verilmektedir.

        Diğer Yazılar