Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Özen Film’in 5 Temmuz 2011’de aleyhime açtığı dava, sekiz duruşmanın ardından 17 Nisan 2014’te sona erdi. Bu üç senelik süreçte hem maddi krizde olan şirketlerin hınçlarını sinema yazarlarından çıkarmayı alışkanlık haline getirdiklerini, hem sektörel eleştiriye hazır ‘medeni’ bir ülke olmadığımızı, hem de tespitlerimin yavaş yavaş gerçekleştiğini gördüm. Sonuçta hür irade ve fikir özgürlüğü kazandı. Eleştirmenin kalemiyle, hakarete ve iftiraya varmadan kendini ifade etme özgürlüğü engellenmedi. Ben de o zamandan beri koruduğum suskunluğumu davanın sona ermesiyle bozarak süreç içinde yaşananları yazmaya karar verdim.

        Öncelikle 5 Temmuz 2011’de açılan davadan bu yana destek veren herkese teşekkür ederim… Zamanın SİYAD başkanı Tunca Arslan başta olmak üzere Mehmet Açar, Alin Taşçıyan ve nice sinema yazarına… Mahkemenin bilirkişi olarak atadığı sinema yazarı Ali Hakan’a... Hıncal Uluç, Cengiz Semercioğlu ve Ahmet Hakan’a… E-mail, sosyal medya yoluyla ve kişisel olarak desteğini esirgemeyen okuyucularıma… Bunların hepsi beni sektördeki tuhaf zihniyete karşı ayakta tuttu. Süreç içinde bu benim değil, hür ve mantıklı düşünen herkesin, Türk sineması sektörünün davasına dönüştü…

        SEKTÖREL ELEŞTİRİYE HAZIR DEĞİLİZ

        Üç sene içinde altını doldurduğum iddiaların tamamında haklı olduğumu bir kez daha anladım. Bunlardan en önemlisi 70 senelik geçmişine karşın günümüze uymayan politikaları sebebiyle gülünç duruma düşen Özen Film’in, sektörde yüzde birin civarında dolaşan kar payına ve ilk beşin altına kadar gerilemesiydi. Şirketin beraber çalıştığı kişilerin ve sinema salonlarının memnuniyetsizliği de aslında 2011 ve 2010’da getirdiğim eleştirilerin ne kadar yerinde olduğunu kanıtladı. Dava gerekçelerinin öne sürülüş şekli bile sanki beni onaylamak için kaleme alınmış gibiydi. Şirketin patronunun dava açıldığı zaman basına verdiği röportajlardaki tavrı ve üslubu da yazdıklarımı doğrular nitelikteydi.

        Bunun yanında ülke olarak sektörel eleştiriye açık ve hazır olmadığımızı anlamam da ayrıca dikkat çekiciydi. Belki 3000 yılında bu durum değişir. Herkes sinema yazarı olarak belli kriterleri veya okuma metotlarını göz önünde bulundurur. Ben de sektörel eleştiriyi, teknik analizi, tarihsel eleştiriyi, türsel eleştiriyi ve auteur eleştirisini öne çıkarıyorum.

        ARTIK MAHKEME YOLU ZORLAŞTI

        Bunların bir kısmı mesleğimizin geleneksel damarına ters olabilir. Ama benim özelliğim, özel ve tutarlı bir kimlik oluşturmaya çalışmak. Bundan sonra da bu konuda inandığım eleştirilerime, tespitlerime, iftiraya ve hakarete kaçmadan devam edeceğim. Bu durum bazı şahıslar ve kurumlar tarafından ‘sana ne, sen kimsin?’, ‘sinema yazarıysan filmimizi eleştir’ tavırlarıyla veya bambaşka tepkilerle (tek örnek Özen Film değil) karşılık bulabilir.

        Ama bunun sonucu mahkeme olduğunda zaten böylesi sert eleştirilerin ‘hakaret’e varmadıkça bir cezası olmadığı ispatlandı. Bence hür irade, fikir özgürlüğü açısından mesleğimiz için örnek bir dava oldu. Bundan sonrasında da herhangi bir şirketin ‘hakaret’ olmayan yerde ‘adam filmi değil şirketi eleştirmiş’ diyerek (benim zaten amacım buydu!) böylesi yollar araması çok kolay olmayacak.

        SİNEMA YAZARININ TUTARLILIĞI DAVA AÇMAKLA DA BOZULMAZ

        Hatırlayanlar vardır, 2010 Mart’ında Tim Burton’ın kurmaca filmi “Alis Harikalar Diyarında”ya (“Alice in Wonderland”, 2010) üç boyutlu ama Türkçe basın gösterimi yapıldığı için ‘vizyona girdiği zaman yazmayacağım’ başlıklı bir yazı kaleme almıştım. Gösterim tarihinden iki gün önceye denk gelen bu makalede, özellikle de ‘kurmaca bir film’i bu koşullarda değerlendirmenin sağlıklı olmadığını, vizyondaki diğer üç orijinal kopyasından birini tekrar izleyince analiz edeceğimi ifade etmiştim. Bu politikanın sinemaya, oyunculara, sanata zararlarından bahsetmiştim. Sonrasında filmi vizyonda orijinal versiyonundan izledikten sonra eleştiri yazımı kaleme almıştım. Bu duruş, Disney’in ‘üç boyutlu kurmaca filmleri Türkçe göstereceğiz’ inadını da kırmıştı.

        Davaya konu olan “Geceler Bizim” (“Wir Sind Die Nacht”, 2010) için de basına orijinal dilinde gösterilmeyen veya vizyona ana diliyle girmeyen diğer kurmaca filmlerde (bkz. “Sihirli Oyuncaklar”, ‘Saftirik Greg’ filmleri, “Pamuk Prenses’in Maceraları”) olduğu gibi aynı duruşu sürdürdüm. DVD’si As Sanat’tan çıkınca 28 Nisan 2012’de filmi orijinal dilinden seyredip bir ‘eleştiri yazısı’ kaleme aldım. İngilizce video dublajıyla vizyona giren ve ABD, İngiltere’de orijinalken bize böyle gelen bir filme elbette tepki göstermeliydim. Eğer ‘sesli sinema’ dönemindeysek böylesi sağlıksız izleme şartlarında nasıl yorum getirebilirdim ki? Sözgelimi “Parlayan Hançerler” (“Shi Mian Mai Fu”, 2004), Fransızca vizyona girdiği zaman meslekte böyle bir konumda olsaydım, bu sefer Film Pop’un aleyhine ‘bu filme gitmeyin!’ başlıklı bir protesto yazısı yazabilirdim.

        Ama ilginçtir bu süreçte bu tutarlılığımı, ‘aksilik’, ‘sinema yazarına yakışmayacak davranış’ olarak algılayanlar da oldu. Ben ise bu yolda devam ettim. Bundan sonra da böylesi hassas konularda, korsanı tetikleyen meselelerde sürekli kendimi öne atacağım. Sektörel eleştirilerde de en önde ben savaştım ve savaşmayı sürdüreceğim.

        FİLM ELEŞTİRİSİNDE ‘BU FİLME GİTMEYİN!’ DEMEDİM, DEMEM

        Zira sektörün hakkını korumak için yanlış tutumlar, politikalar ve stratejiler de eleştirilmeli. Türk sinemasının film adedinin artmasıyla eski Yeşilçam dönemindeki omurgasızlığa itilmesini kim ister ki? Herkesin arzusu kendi ayakları üzerinde duran, profesyonel, şeffaf ve istikrarlı bir sektörün oluşması… Eğer geri kalmış veya bu göreve ısınamamış isimler varsa onların zaaflarını, hakarete varmadan, iftiraya kaçmadan açığa çıkarmak bizim görevimiz. Sinema yazarı bütün dünyada sektörel eleştiri de yapıyor. Özellikle son 20 yılda gelir-gider tablolarının yükselmesiyle böyle bir eğilim, kol oluştu.

        Şu zamana kadar yazdığım hiçbir film eleştirisinde ‘bu filme gitmeyin!’ emir kipini kullanmadım. Hatta bu konu üzerine üç yıl önce bazı gazetelere verdiğim yorumlarda da ifade ettiğim gibi bunu yapmak kolaycılıktır, kendini ifade edememektir. Ama bunu daha önce kullanan duayen sinema yazarları oldu. Ben bu tabiri sadece şirketin politikalarını eleştirmek, korsan kalitesindeki film gösteriminin zararına dikkat çekmek için kullandım. Bundan sonra da ancak böyle özel durumlar için kullanabilirim.

        ÜÇ SENEDE GÖRDÜM Kİ KAZANAN SEKTÖRÜMÜZ OLMUŞ

        Nihayetinde dava sürecinde Özen Film’in organize ettiği hiçbir basın gösterimine gitmedim. Sadece Şubat’ta 13. !f Bağımsız Filmler Festivali’nin yönlendirmesiyle ortaklaşa yapılan ‘Nymphomaniac’ basın gösterimlerine gittim (festival esas gösterime basın davetlisi sokmadığını söylediği için). Bunun dışında, Özen Film’in dağıttığı filmleri hem izlememeyi hem de yazmamayı tercih ettim. Yanlış anlaşılmasın ‘basın gösterimi yapılmaması yanlıştır’ gibi bir sonuca varmaya çalışmıyorum. Aksine ‘basın gösterimi PR stratejisinde nasıl bir yere oturmalı?’yı hesaplamak bu devirde esas olmalı. Eğer interneti gören, teknoloji ile iç içe geçmiş bir çağda yaşıyorsak…

        Dört sene önce ‘sinema yazılarının gişe rakamlarını olumlu anlamda etkileyeceği filmlere basın gösterimi yapmamak, sinema yazarını korsana yönlendirmek değil midir?’ diyerek tavrını eleştirdiğim şirketin bir anda her filmine basın gösterimi yapmaya başlaması da aslında benim haklı olduğumu ortaya çıkardı. O günlerde tek tük Türk filmleriyle sektör payı yüzde 15’lerde seyreden Özen Film, şimdilerde yüzde biri zor görüyor. Beş ila onuncu sıra arasında ayakta durmaya çalışıyor. Üstelik 2009’da birinci sıradayken… Belki de böylesi gerçekleri gösteren bir yazı kaleme almak sektöre fayda sağladı. Dolaylı yoldan Türk sineması kazandı.

        Diğer Yazılar