Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Bizde vizyona girmeden DVD’leri çıkan “Stalingrad” (2013), “Maïna”, “Yarın Öleceksin” ve “İşyeri İçin Uygun Değil”i değerlendirdim.

        “Stalingrad”: Yeşil ekran katkılı ‘Stalingrad’ cephesi

        2. Dünya Savaşı’nın en kanlı mücadelelerinden birinin verildiği, unutulmaz cephelerinden Stalingrad’ın sinemaya uyarlandığını görmüşlüğümüz var. Özellikle de bu isim, Rus filmlerinde bir zafer, bir coşku sebebine dönüşmüştür. Burada komünizm sonrası Rusya’sında gişede 20 milyon doları geçen ilk film “9th Company” (“9 Rota”, 2005) ve seriye dönüşen kült bilimkurgu “The Inhabited Island” (“Obitaemyy Ostrov”, 2008) ile tanıdığımız Fedor Bondarchuk, bu tarihi olayı görsel efekt görkemi ile sarıyor. Kuzey Amerika dışında tamamı IMAX 3D çekilmiş (3ality Technica ile) ilk yapıt olan “Stalingrad” (2013), aynı zamanda Redcode RAW kamerayla dijital üç boyut heyecanını yaşattı.

        1960’larda görkemli ve uzun süreli edebiyat uyarlaması “Harp ve Sulh”le (“Voyna i Mir”, 1966) dikkat çektikten sonra Hollywood’a da sıçrayan (bkz. “Waterloo Savaşı”) babası Sergei Bondarchuk’un mirasını iyi kullanıyor. Kapkaranlık, kasvetli savaş manzaralarını da yeşil ekran teknolojisi ile dinamikleştiriyor. Geleneksel anlatının yerine ‘dijital sinema’yı yerleştiriyor. Böylece Timur Bekmambetov’la akraba bir yönetmen olduğunu cümle aleme duyuruyor.

        30 milyon dolarlık bütçesiyle “Stalingrad” (2013) bu görkemin altında ezilmiyor. Bizim “Fetih 1453”ün (2012) bir kademe üzerinde yer alıyor. Ama oyunculuklar konusunda biraz zedeleniyor. Angelo Badalamenti’nin yıpratıcı ezgileri, filme alttan alta bir karamsarlık getirirken, yavaş çekimin dengeli kullanımı ve helikopter kameranın ‘üst açı’ alma becerisi ‘destansı’ görünüşü arttırıyor.

        Karanlık ruhun ‘iki Rus fahişe’ ile bozduğu Alman tarafının hali de görülmeye açık bir kin, nefret objesine dönüşüyor. Rus savaş filmi, çatışmaların şiddetine dikkat çeken dumanlardan bir teknolojik doğa yaratırken, zaman zaman “300” (2006) seviyesinde sekanslar yakalıyor. Böylece cephenin yüzeyinde kendi dilinde çatışan iki ulusun, bir şehir için yaptıkları gözler önüne seriliyor.

        Her birinin zalim ve şiddet yanlısı olması da savaş karşıtı bir duruş getiriyor. Kahramanlık veya başarısızlık övülmüyor. Bondarchuk 125 dakikanın hakkını veriyor. Bizi günümüze uygun, doğru görsel efektlerle süslenmiş bir savaş filmine davet ediyor. “Kapıdaki Düşman”ın (“Enemy at the Gates”, 2001) nişancı meselesinin üzerine gittiği Hollywood versiyonuna ise göndermeler ‘nişan sahneleri’ ile canlanıyor.

        Nihayetinde görkemli ve demode durmayan savaş filmi Rusya çıkışlı olmasıyla dikkat çekiyor. Bondarchuk adına değer arz ederek karşımızdan ayrılırken, Stalin’in adını alan bu kilit şehir, içeriden ve dışarıdan bir ‘perde’ nesnesine dönüşüyor. ABD’de ‘Yabancı Dilde En İyi Film’ dalında yarışmasına karşın ilk dokuza dahi girememek de böylesi eserlerin fazlalığı ile ilintili… 30 milyon dolarlık görkemli bir tür filmiyle, Hollywood’a sızmak kolay iş değil…

        FİLMİN NOTU: 6.5

        “Maïna”: Kabileler arası diyalog

        Innu kabilesinin liderinin kızı Maïna’nın serüveni hiç de beklediğimiz kurallarla ilerlemiyor. Inuit’lerin kaçırdığı bir oğlanı geri alma öyküsünün ‘uyruğu’ bir hayli farklı… Bu nadide eser, Kanada kökenli bir Kızılderili’nin arayış öyküsüne girerken, egzotik bir macerayı, ilk seks deneyimini, psişik güçleri, varoluşçu bir incelemeyi bir araya getiren, ülkenin kuzeydoğusunda geçen bir yol filmi olarak tanımlanabilir. Karşımızdaki ‘öte diyar filmi’ büyük oranda bunların potpurisi olarak beliriyor.

        “Maïna”, biraz Kanadalı yönetmen Michel Poulette’in TV alışkanlığından zarar görse de aslında ilginç bir parapsikolojik/psişik korku filmi deneyimi vaat ediyor. Bunu da karlar altındaki şiirsel görüntülerle değil, hızlı bir kurguyla ve ses seviyesini yüksek tutan ses efektleriyle sarıyor. Özellikle de ‘bekaret tabusu’ ve ‘ergenlik’ dönemi, ele alınan 15 yaş civarındaki kız karakterin hayattan korkmasını anlamlandırıyor.

        Cinsel ilişkilerin, büyüyle köşeye itilen bu bireyi gün ışığına çıkardığı net. Bu durum da Maïna’nın yolculuğun varoluşçu tarafını törpüleyip yeniden doğumla nefes almasını sağlıyor. Mitik ve otantik evren aslında fazlasıyla ‘anti-western’e giriyor. Ama esasen Inuit halkını gözlemleyen “Kuzeyli Nanook” (“Nanook of the North”, 1922) ile ve “Atanarjuat” (2001) (ya da Zacharias Knuk’un tüm külliyatı) ile akraba bir işle yüzleşmemizi sağlıyor.

        Robert J. Flaherty’nin belgesel tarihinde kilit bir yere sahip birincisine, sessiz sinemada yüklediği sosyolojik ve etnografik vizyon, burada ne kadar geçerli tartışılır. Ama parapsikolojik/psişik korku filmi adına güncel, yöresel ve otantik bir fikir sunuluyor. Adeta “Kuzeyli Nanook”, “Laura Mars’ın Gözleri”nin (“Eyes of Laura Mars”, 1978) kullanımından geçiyor.

        Bu hedef doğrultusunda kimi zaman ayarı kaçan ses efektleri ve kamerayı ani hızlandırma taktikleri biraz işi kolaycılığa yönlendiriyor. Ama “Maïna”, Kuzey Kutbu macerası görünümlü egzotik bir psişik korku filmi olarak anılabilir. Karlar altında lirik, şiirsel bir yolculuktan ziyade, türsel, mekânsal ve kültürel çekicilikle hatırlanacak gibi…

        FİLMİN NOTU: 6.5

        “Yarın Öleceksin”: ‘Vahşi Duygular’ görgülü sub-noir

        “Dahmer” (2002) ve “Aşk Vadisi”nde (“Down in the Valley, 2005), rahatsız ve hayalci erkek karakterlerin dünyasını oyun alanına çevireceğe benzeyen David Jacobson, üçüncü filminde Matthew F. Jones’un senaryosuna el atıyor. Hapiste yatan bir mahkumun dışarı çıkmasıyla birlikte yaşadıklarını, şiddet alışkanlığı, kadın zorunluluğu ve araba fetişizmi üzerinden değerlendiriyor. Dorff’un yanına ‘femme fatale’ niyetine “Kiss Kiss Bang Bang” (2005) ile çıkış yapan, star ışıltısı yüksek Michelle Monaghan’ı veriyor.

        Başlangıçta “Sonsuz Firar” (“The Getaway”, 1972) misali bir ‘katil aşıklar filmi’ örgüsüyle ilerleyen eser, zamanla “Vahşi Duygular” (“Wild at Heart”, 1990) durağına yaklaşıyor. Orada inişini gerçekleştirirken, Nicolas Winding Refn’den David Lynch’e uzanan dolaşım ağını iyi değil, savruk kontrol ediyor. Dorff’un eskimiş benliği, Monaghan’dan biraz destek alıyor.

        Hız, şiddet ve seks perdeyi etkisi altına alıyor. Müzik, kurgu ve sinematografide fazla sorun yok. Her biri, suçlunun bakış açısından perdeyi iyi kavrıyor. Sıçramalı kurgunun ritim yüklediği karakteri, yanılsamalar, halüsinasyonlar ile zihin numaralarıyla donatıyor. Film, finale yanaştığında seyircide ‘geri çekilme’ arzusu yaratıyor.

        İntikam alınmak istenen akıl hocası Willem Dafoe’nun ‘The Buddha’sı, “Vahşi Duygular”da aynı oyuncunun absürd ve gerçeküstücü tiplemesine denk geliyor. Monaghan’ın siyah ve sarı peruk arasında gidip gelmesi ise fazlasıyla “Kayıp Otoban” (“Lost Highway”, 1997) kokuyor. Yönetmen belirgin bir ‘iki hikayeli film modeli’ kullanmasa da serbest hafıza alanını, sonunu bilsek de oyalayabilen, şık bir seyirlikle dolduruyor.

        Dorff’un yakın planıyla başlayan seyir süreci 2.35:1’de sürükleyici duruyor. Monaghan’a yeşil ışık yakmamızı sağlıyor. “Yarın Öleceksin” (“Tomorrow You’re Gone”, 2012), temeli Alain Robbe-Grillet’nin “Ölümsüz Kadın”ına (“L’Immortelle”, 1963) kadar uzanacak ‘sub-noir’ın (bilinçaltında geçen kara film) yamacında orta halli bir hazzın sözünü veriyor.

        FİLMİN NOTU: 5.5

        İşyeri İçin Uygun Değil”: Bayat ve ucuz bir gerilim

        Korku filmlerinde ‘kült yaratıcı’ mertebesine ulaşan Adam Boyes-Simon Mason ikilisinin senaryo imzasından beslenen ucuz bir film… “İşyeri İçin Uygun Değil” (“Not Safe for Work”, 2014) için ilaç piyasası üzerine bir güzelleme, bir hiciv, bir eleştiri olarak belki ‘evet’ denebilir. Ama bu konudaki fikirlerden “Limit Yok” (“Limitless”, 2011) gibi bir yaratıcılık örneği çıktığını da biliyoruz.

        Bu durum da “Roket Adam” (“The Rocketeer”, 1991), “Jumanji” (1995), “Ekim Düşü” (“October Sky”, 1999) gibi stüdyo filmlerinin memur yönetmeni Joe Johnston’ı kurtaramıyor. Zira kendisi 2000’lerde tam bir fiyasko fabrikasına dönüşmüş durumda (bkz. “Hidalgo”, “Kurt Adam”, “İlk Yenilmez: Kaptan Amerika”). Max Minghella’nın JJ Feild ile çekişmesini adeta bir çizgi filmdeki ‘iyi-kötü’ çekişmesinin kartonluğuyla onarıyor. Böylece işçi-katil ilişkisi psikopatlı psikolojik-gerilim kolaycılıklarını üzerine alıyor.

        Yönetmenin vinç veya dolly kaydırmaları ile genel plan alma arzusu, çiğ renklerden bir sinema yaratma inadı, nereye kadar geçerli tartışılır. İlaç piyasasına dair bir şey de, sinemasal bir durum da göremiyoruz açıkçası. Bir gece kapana kısılmanın klostrofobik tek mekana kaymaması, kısıtlı bütçeye karşın sevindirici durabilir.

        Ama katil tiplemesinin elindeki aletlerden yüz ifadesine kadar bir çizgi roman ya da çöp korku filmi kötüsü olarak çizilmesi hiç işlemiyor. Filmi ‘zaten video filmi’ diyerek izleyince bile 70 dakikayı takip ettikten sonra gelen ‘devam filmi olabilir’ uyarısı ‘garip’ bir izlenim bırakıyor. Alt açı ile alınmış binanın küreselleşme vurgusundan iç mekanda karakterlerin kaybolmasına uzanan, ‘çatışmasız’ dramatik yapıya kadar her şey boyutsuz duruyor. Hiçbir sahne ışıltısı olmayan Minghella’nın yan rol dışında Hollywood kariyeri inşa edemeyeceği bir kez daha belgeleniyor.

        FİLMİN NOTU: 2.1

        KEREM AKÇA’NIN TÜRKİYE’DE YENİ PİYASAYA ÇIKAN DVD’LERDEN ÖNERİLERİ

        1-A Hard Day’s Night

        2-Mavi En Sıcak Renktir (La Vie d’Adèle)

        3-Aşk (Her)

        4-Muhteşem Güzellik (La Grande Bellezza)

        5-Korku Bulvarı (388 Arletta Avenue)

        6-Geçmiş (Le Passé)

        7-Gloria

        8-Sen Şarkılarını Söyle (Inside Llewyn Davis)

        9-Maïna

        10-Küf

        11-Stalingrad

        12-Acil Arama (The Call)

        13-Felekten Açlık Oyunları (The Hungover Games)

        14-Sx Kasedi (Sx_tape)

        15-Koloni (The Colony)

        Diğer Yazılar