Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        KEREM AKÇA / keremakca@haberturk.com

        22 AĞUSTOS FİLMLERİ

        Yeni milenyumun çizgi roman uyarlaması başyapıtlarından “Günah Şehri”, uzun süredir beklenen devam filminde de hayal kırıklığı yaratmıyor. Frank Miller’ın aynı adlı çizgi romanından uyarlanan “Günah Şehri: Uğruna Öldürülecek Kadın”, intikam, suç, kadın satıcılığı, adaletsizlik, güç, röntgencilik, siyasi yozlaşma gibi kavramlar ışığında Burton’ın “Batman”iyle Tarantino’nun “Ucuz Roman”ını birleştiren leziz modeli hakkıyla uyguluyor. Yeni eklemeler katkı sağlarken, özellikle Eva Green’in, cüretkar, uyumlu ve büyüleyici ‘femme fatale’ tiplemesi görülmeye değer.

        Hollywood’un dönüşümüne ayak uydurarak, yeni milenyumda ‘kaliteli’ çizgi roman uyarlaması adreslerinden biri oldu “Günah Şehri” (“Sin City”, 2005). Frank Miller’ın Basin City’sinde geçen suç hikayelerinden parçaları üzerimize serpişti. Adam kaçırma, pedofili, intikam gibi kavramlarla örülü, samuray kılıçları, oklar ve silahların adaleti sağladığı, zamansız bir ‘neo-noir’ evreni yarattı.

        “BATMAN” İLE “UCUZ ROMAN”I BİRLEŞTİREN BİR KLASİK

        Robert Rodriguez’in ‘B sınıfı’ sıfatına hakimiyetiyle, 1940’ların kara filmlerine esin kaynağı olan ‘hard-boiled dedektiflik romanları’ndan beslenme özgürlüğünü tanıdı bizlere. Belki de “Batman” (1989) ile “Ucuz Roman”ın (“Pulp Fiction”, 1994) arasında leziz bir köprü kurdu. Tamamı dijital yeşil arka planla, yepyeni teknolojiyle üretilmiş müthiş bir fantastik-noir örneğine dönüştü. Onun bu geleneğine uyum sağlamak isteyenler, bundan beslenmek isteyenler çıktı. Miller’ın ta kendisi bile “The Spirit”te (2008) bu durumun keyfini sürdü.

        Buna paralel olarak çizgi roman dünyasının Sam Peckinpah’ı tanımıyla anılabilecek kimliğiyle iş bitirdi. Plastik şiddet, yüksek cinsellik oranı, yoğun çıplaklık, havada uçuşan küfürler ve doyumsuz çizimler/estetikle prim yaptı. Yine Miller mamulü ‘300’ (‘300’) serisi buradan beslendi. Baştan aşağı oluşturulan geleneğe ‘kuralları olan oyuncular’ karşı çıkabilecek olsa da ‘teknolojik çekim aşaması’nın tamamı yeşil ekranın önünde gerçekleşti. Bu başyapıt, Miller-Rodriguez birlikteliğiyle üremişti. Ama o zaman suç öykülerinden birini Tarantino imzasıyla perdede izlemiştik.

        TEKNOLOJİK ATILIM 2004’TE GERÇEKLEŞMİŞTİ

        “Günah Şehri”, Kazuaki Kiriya’nın “Casshern” (2004), Enki Bilal’in “Kadın Tuzağı” (“Immortel (ad vitam)”, 2004) ve Kerry Conran’ın “Sky Captain ve Yarının Dünyası”nın (“Sky Captain and The World of Tomorrow”, 2004) çığır açtığı tam zamanlı yeşil ekran teknolojisini doğru bir tabana oturttu. Dijital arka planla film çekme alışkanlığının ilk başladığı zamanlarda zeki, devrimci adımlar attı.

        Seri, bu atılımdan dokuz yıl sonra savruk hikayelerle çıkageliyor. “Ucuz Roman”daki gibi hikaye kurgusuyla karakterlerin tamamını bir şekilde kesiştirme düşüncesi yok. Aksine “Günah Şehri: Uğruna Öldürülecek Kadın” (“Sin City: A Dame To Kill For”, 2014), ön bölüm ve devam filmi olarak nitelenebilecek parçalarla ilerliyor. İki formatla da haşır neşir oluyor.

        ANA HİKAYE, EN AZ İLKİNDEKİ KADAR ÇEKİCİ

        Miller’ın lineer akmayan çizgi roman serisini doğru kullanıyor. Burada Marv’ın dirilmesi bir yana, John Hartigan’ın da Nancy Callahan’ın rüyalarına giren hayalete dönüşmesi derken, her şey ortadaki ‘The Big Fat Kill’in (‘Büyük Şişman Cinayet’) ön bölümü ‘A Dame To Kill For’un (‘Uğruna Öldürülecek Kadın’) merkezi konumunu güçlendirmek için sanki... Eva Green’in can verdiği, en az Sharon Stone’un “Temel İçgüdü”deki (“Basic Instinct”, 1992) Catherine Tramell’i kadar cinsel çekiciliğini ve vücut hatlarını iyi kullanan tehlikeli Ava, siyah-beyaz dokuya lezzet katıyor. Adeta en akılda kalıcı femme fatale’lardan birine dönüşüyor. 70’lerden bu yana neo-noir’ın bu konudaki çizgisinde özel bir yere oturuyor.

        Hikayelerin ilki olan ‘Just Another Saturday Night’ta (‘Bir Başka Cumartesi Gecesi’), ‘The Hard Goodbye’ (‘Zor Veda’) kadar çekici bir küçük suç öyküsü canlanıyor. İkincisi ‘The Long Bad Night’ (‘Uzun Kötü Gece’), Sarı Pislik’in (Yellow Bastard) nostaljik katkısı ve senatör Roark’un yaptıklarını önemsenecek bir pozisyona ulaştırıyor.

        1940’LARIN ESTETİĞİNE DİJİTAL RÖTUŞ

        Rodriguez ile Miller, postmodern yapılarını oluştururken kara film tarihini örnek alarak referanslarını belirliyorlar. 1942-1956 arasındaki ara hikayeleri, yan karakterleri, çekici motifleri, kadın prototiplerini kullanıp, bunları neo-noir dönemindeki aşamalardan geçiriyorlar. Burada da açıkçası ‘Just Another Saturday Night’, ‘The Long Bad Night’, ‘A Dame To Kill For’ ve ‘Nancy’s Last Dance’ (‘Nancy’nın Son Dansı’) doğru sırasıyla “Ucuz Roman” misali ‘pulp romanlar’ı canlandırma arzusunu ortaya koyuyor.

        Adaletin geçerli olmadığı ve herkesin ölümle dirsek teması kurduğu Basin City’nin, Tim Burton’ın 90’larda iz bırakan “Batman”inin (1989) dışavurumcu çizgilerle örülü dünyasına dijital bir ceket giydirdiği kesin. Gotham City’nin karanlık ve zamansız fonuna eklenen renkli son model arabalar, kan kullanımı ve yan aksesuarlar dikkat çekerken, karakterlerin bıraktığı beyaz izler de kontrast ayarı konusunda ‘desaturasyon’ algısını sınamaya yarıyor. Kareler arasında çizgi roman geçişlerinin dinginliği ve işlevselliği, yer yer yavaş çekimle bütünleniyor. Ama bu konuda ölçüsüz bir kullanım yok. Miller-Rodriguez ikilisi, cinselliği, şiddeti, arka plan görüntüsünü öne çıkarmak istiyor. Anlatıcı sesleriyle de seyirciyi filmin evrenine bağlıyor.

        BU KEZ FANTASTİK TARAFI TÖRPÜLENİYOR

        Eva Green’in kalıcılığı derken, beklenmedik ölümler veya başka şeyler sebebiyle, Michael Clarke Duncan, Devon Aoki ve Clive Owen’ın yerine geçen Dennis Haysbert, Jaime Chung ve Josh Brolin sırıtmıyor. Yeni eklenen Juno Temple ise ilk hikayede iş bitiriyor.

        Frank Miller-Robert Rodriguez ikilisi, chiaroscuro ışık-gölge tekniğini kullanırken, sevişme ve seks sahnelerini de cesaretli ve ‘yarı sansürlü’ hale getirip dikkat çekmiyor. Siyah ile beyazı olağanüstü bir ustalıkla kullanıp stil coşkusu aşılıyor. Eva Green’in havuz sahnesinde havuzun ayna işlevi üstlendiği an, akıllardan çıkmayacak bir sinemasal görüntü... Rodriguez’in sinematografi ve kurgu işlerini bırakmaması önemli bir katkıyken, ilk filmdeki ‘fantastik’ öğelerin törpülenmesi serinin ikinci halkasının ‘western’ yoluna daha fazla yaklaşmasını sağlıyor sanki…

        FİLMİN NOTU: 7

        Künye:

        Günah Şehri: Uğruna Öldürülecek Kadın (Sin City: A Dame to Kill For)

        Yönetmen: Robert Rodriguez, Frank Miller

        Oyuncular: Eva Green, Josh Brolin, Joseph Gordon-Levitt, Bruce Willis, Mickey Rourke, Jessica Alba, Rosario Dawson, Dennis Haysbert

        Süre: 102 dk.

        Yapım yılı: 2014

        İNANDIRICILIK PARAYLA OLMAZ

        “Canavar” ve “Paranormal Activity” ile Amerikan korku sinemasında ezbere dönüşen ‘gerçek görüntüleri kaydetme’ üzerine kurulu buluntu film metodu, stüdyolarda ucuz eğilimler gösteren ürünlere yol açıyor. Karşımızdaki bu durumun ‘felaket filmi’ temsili… “Fırtınanın İçinde” yavaş yavaş korku örneklerinin dışına taşan ‘buluntu film’ denemeleri arasında “Doğaüstü”, “Project X” ve “Tehlikeli Takip” gibi vasat bile olamıyor. Sadece pahalı ve göz boyayan görsel efektleriyle oyalayabiliyor.

        Felaket filmlerinin tarihinde yolculuğa çıkınca 1970’lerde filizlenen bir ‘altın çağ’la karşılaşırız. O günden bugüne gelindiğinde ise 90’lardaki aksiyon yüklü temsillerden sonra alanın yavaş yavaş kuruyup gittiğini söylemek mümkün. “Twister” (1996) ve “Kusursuz Fırtına” (“The Perfect Storm”, 2000) gibi ‘fırtına filmi’ alt türüne mensup örnekler ise farklı mekanlar kullansalar da ‘alanın hakkını veren’ işler sunmuşlardı. Jan De Bont ve Wolfgang Petersen’ın, klasik Amerikan sinemasına hakimiyetini ispatlamışlardı. Aynı şeyi Emmerich’in “Yarından Sonra”sı (“The Day After Tomorrow”, 2004) için söyleyemeyiz.

        KAYDEDİLEN GÖRÜNTÜLERİN MANTIĞI NE?

        Artık görkemli, büyük bütçeli felaket filmleri fazla kalmadı. “2012” (2009), dini referansları umursamadan bir ‘felaket şöleni’yle efekt şovu sunarak aslında türün günümüz sinemasındaki gereklerini iyi etüt etmişti. “Fırtınanın İçinde” (“Into The Storm”, 2014) de aynı hedefle yola çıkıyor. Hollywood’da temelini “Blair Cadısı”na (“The Blair Witch Project”, 1998) dayandırabileceğimiz, “Paranormal Activity” (2007) ve “Canavar” (“Cloverfield”, 2008) ile patlayan buluntu film furyasına tutunuyor. Açıkçası 50 milyon dolarlık bütçeyle bu format, biraz ‘özenti’ duruyor. Film de Steven Quale’in katkısıyla değil, görsel efektlerin özeniyle parlıyor.

        İşin doğrusu bütçenin getirdiği göz boyayan efektler, araba lastiğine veya bambaşka yerlere konulan mikro kameraları unutturuyor. Zaten kayıt altına alınan görüntüler de herhangi bir mantığa oturmuyor. Esas mesele renklerle oynanmayıp doğal ışığın öne çıkması ve zamanla tornadoya, hortuma dönüşen fırtınanın yol açtığı puslu havanın bir gerilim yaratmasında kopuyor. Görüntünün kalitesinin artması ise ‘sahte belgesel’ arka planı açısından hiç işlevsel durmuyor.

        UCUZ TEMELİ GÜÇLENDİRMEK, ÜSTÜNKÖRÜ BİR TAKTİK

        Quale “Son Durak 5”teki (“Final Destination 5”, 2011) köprü yıkılma sahnesini iyi çektiği için tutulmuş sanki. Ama röportajlara ve kendi kendine konuşmalara uzanan format, “Blair Cadısı”nın ‘gerçek mi, sahte mi?’ sorusu eşliğinde seyirciyi mantıksız önermelerle elinde oynatmasıyla çektiği tepkiyi akla getirebilir.

        “Doğaüstü” (“Chronicle”, 2012), “Tehlikeli Takip” (“End of Watch”, 2012), “Project X” (2012) gibi süper kahraman filmi, polisiye filmi ve gençlik komedisi gibi alanlara sıçrayan anlatı metodu en etkisiz işlerinden birini veriyor burada. Bunların birincisi ve üçüncüsü tuttuğu ve böyle şeyler 15-25 yaş arasının ilgisini çektiği için gençleri merkeze yerleştirmek ise üstünkörü bir taktik gibi duruyor. İkinci sınıf oyuncular da bu durumdan destek alıyor.

        New Line, ‘ucuz proje’yi Warner Bros.’un maddi katkılarıyla allayıp pullasa da, “Fırtınanın İçinde” kültür şoku yaşamaktan kurtulamıyor. “İçimdeki Şeytan” (“The Devil Inside”, 2012) gibi stüdyo mamulü trash korku buluntu filmlerinin peşine takılıyor.

        FİLMİN NOTU: 2.6

        Künye:

        Fırtınanın İçinde (Into The Storm)

        Yönetmen: Steven Quale

        Oyuncular: Richard Armitage, Sarah Wayne Callies, Matt Walsh, Max Deacon

        Süre: 89 dk.

        Yapım yılı: 2014

        İTFAİYECİLER, ZOMBİLER VE POLİSLER

        ‘Cehennem Silahı’nı kılık değiştirme komedisinin şablonuyla yorumlayan ya da “Şaşkın Dedektif”te tek karakterin yaptığını ekibe yayan bir polisiye-komedi örneği… “Çakma Polisler”, çok becerikli olmayan ikilisinin işi doğaçlamaya sürüklemesiyle zaaflarını açığa çıkarıyor. Böyle olunca sadece Christophe Beck-Jake Monaco’nun soundtrack çalışması, Hollywood’a adım atan genç güzel Nina Dobrev’in ışıltısı, Andy Garcia’nın nostalji yayan varlığı veya video oyunu piyasasından beslenen zeki yan hikayeyle seyirciyi bir yerinden yakalayabiliyor.

        Dördüncü sinema filmiyle karşımıza çıkan Luke Greenfield’ın en düşük bütçeli yapıtı, aynı zamanda Jake Johnson ile Damon Wayans Jr. için bir şans. ABD’de ilk beş gününde bütçesini çıkaran eser, iki deneyimsiz komedi oyuncusunun doğaçlama yeteneğine bel bağlıyor. Dizi tecrübeli ortak senarist Nicholas Thomas, 2004’ten bu yana TV sektöründen para kazanan Greenfield’e omuz verince, eğlence dozu ayarlanamamış sahneler filmin yaşayış biçimine dönüşüyor.

        KILIK DEĞİŞTİRME VE İKİ KAFADAR MİZAHI

        ‘Buddy movie’yi (iki kafadar filmi) alışık olduğu tabandan çıkarıp ‘çakma polis’ meselesiyle sararak ‘kılık değiştirme komedisi’ne alan açan “Çakma Polisler” (“Let’s Be Cops”, 2014), doğru bir kadro ve yerinde bir ekiple sonuç verebilirmiş. Ama siyahi polis-beyaz polis iletişimi “Cehennem Silahı”ndan (“Lethal Weapon”, 1989) “Şaşkın Dedektif”e (“Blue Streak”, 1999) kadar o kadar çok ele alındı ki tatmin etmiyor. Ancak bunların ikincisinde Martin Lawrence’ın elmas hırsızı Miles Logan’ının, polis kılığına girip Luke Wilson’ın ortağı olması sanki daha yakın bir bağlantıya dönüşüyor.

        İlk başrolünü aile işi “Bir Dans Filmi”nde (“Dance Flick”, 2009) alan, Damon Wayans’ın oğlu Wayans Jr. ile bütçeli komedi filmlerinin yan rollerinden hatırladığımız gıcık surat Johnson ne kadar etkili? Tartışılır. Aslında filmin planlanan sahnelerin dışına zorla çıkması ve 104 dakikayı bulmak için didinmesi göze batıyor. Doğaçlama ve esas omurgadan şaşma, elde ‘Laurel & Hardy’, ‘Jack Lemmon & Walter Matthau’ gibi yetenekli eski Hollywood ikilileri olmayınca sırıtıyor.

        “Çakma Polisler”, kurgusundan sinematografisine kadar sinemasal açıdan bir başarısızlık abidesi aslında. Biraz soundtrack’le toparlıyor. 25 yaşındaki genç Bulgar güzel Nina Dobrev bir şans gibi gözükürken, 60’ına merdiven dayayan Andy Garcia nostalji yapmamızı sağlıyor. Ron Riggle ise “Liseli Polisler 2”deki (“22 Jump Street”, 2014) kadar etkili değil.

        VİDEO OYUNUYLA BAĞ DOĞRU KURULMUŞ

        Bu da aslında Luke Greenfield’ın kahkaha krizine yol açan usturuplu seks komedisi “Komşu Kızı” (“The Girl Next Door”, 2004) seviyesinde bir eser daha çekememesini sağlıyor. Bir noktadan sonra planların havada kalmasıyla birlikte, kurgunun paralel kesme konusundaki zafiyetinin açığa çıkmasına ise hiç ama hiç şaşırmıyoruz. Mantık boşluklarını ve yapay kıyafetle/kimlikle yol alan karakterlerin sahnelerini basit sekanslar ve eğreti skeçlerle anlamlandırma düşüncesi, arada bir ‘montaj’ esası olmayınca tutmuyor. Havada kalıyor.

        Sözgelimi, gerçek kimliği olmayan polislerin veya sivil arabayla etrafta dolaşan polislerin daha önce keşfedilmesi gerekmez mi? Üstelik kimlikleri açığa çıkarak bu kadar fazla an yaratılmışken? Wayans Jr. ve Johnson, filmde sanki evlerindeki gibi ‘amatör’ ve ‘doğal’ takılmışlar. Sonuç zamanla kargaşaya, belirsizliğe ve filmsizliğe uzanınca, marketteki eğlenceli suçluları yakalama sekansı bile etkisini yitiriyor. “Çakma Polisler”, bu anları fazlalaştıramıyor. Ama her şeye rağmen ‘İtfaiyeciler ve Zombiler’ fikrinden beslenen ‘video oyunu’ meselesinin zeki durması, eğlenceli ve imalı karelerle bizi sinema salonundan bir gülümsemeyle uğurluyor.

        FİLMİN NOTU: 3

        Künye:

        Çakma Polisler (Let’s Be Cops)

        Yönetmen: Luke Greenfield

        Oyuncular: Jake Johnson, Damon Wayans Jr., Rob Riggle, Andy Garcia, Nina Dobrev

        Süre: 104 dk.

        Yapım yılı: 2014

        AŞÇILIK VE İNTERNET ŞÖHRETİ

        Para kazandırdığı stüdyo filmleri ve yan rollerle anılsa da Jon Favreau aslında bağımsız bir senarist-yönetmendir. Diyaloglarla güldürebilen suç komedisi “Suç Ortakları”nın ardından burada, sahiplenebileceği ikinci filminde bir yemek komedisine imza atıyor. “Şef”, çok hızlı gelen internet şöhreti üzerine doğru tespitlerde bulunsa da Favreau’nun ‘kişisel’ dönüşleriyle ve sinematografinin özensizliğiyle yara alıyor.

        “Aşkı, Hırsız, Karısı ve Aşığı”ndan (“The Cook, The Thief, His Wife and Her Lover”, 1989) “Çikolata”ya (“Chocolat”, 2000), “Ratatuy”dan (“Ratatouille”, 2007) “Üstteki Kadın”a (“Woman on Top”, 2000), yemek filmlerinin içinde lezzetli bir yolculuğa çıkabiliriz. Bunların kimisi yemek yeme zevkini kutsarken, kimisi bir metafora dönüştürebilir. Meselenin özü Hollywood’a ve ‘mutlu etme sineması’na dönünce genelde bunlardan birincisi olur.

        JON FAVREAU ZATEN BAĞIMSIZ BİR YÖNETMENDİ

        Zaten “Hızlı Yaşayanlar” (“Swingers”, 1996) ve “Hiç Hesapta Yokken” (“Very Bad Things”, 1998) ile parlayıp, 2001’de “Suç Ortakları” (“Made”, 2001) ile yönetmenliğe adım atan Jon Favreau “Şef”te (“Chef”, 2014) birinci seçeneği tercih ediyor. Kendisi, bir restoranın aşçısını canlandırdığı eserde, aynı zamanda yapımcı, senarist ve yönetmen koltuklarında da oturuyor. Açıkçası 1996’da Vince Vaughn’la birlikte ‘iki kafadar’ı canlandırdığı “Hızlı Yaşayanlar”ın senaryosuyla yolunun açık olduğunu kanıtlamıştı.

        Aynı ikili “Suç Ortakları”nda bir kara komedi mizanseninin üzerine giderken, fazla ‘Tarantino’ özentisi kokması sebebiyle önemsenmemişti. Ama Favreau, kalemiyle diyalog komedisine yatkın olması bir tarafa, ekiplerin içinde sivrilebilen de bir komedi oyuncusuydu. Sonrasında “Elf” (2003), “Iron Man” (2008), “Iron Man 2” (2010), “Kovboylar ve Uzaylılar” (“Cowboys & Aliens”, 2011) gibi 100 milyon doları geçen büyük bütçeli stüdyo filmlerine para kazandırıp memuriyet işleri çıkardı. Fakat onun özünde hep bir Kevin Smith yatardı. En azından maddi kaygılarla film çekmediğinde…

        ÖZENSİZ SİNEMATOGRAFİ, FİLMİ AŞAĞI ÇEKİYOR

        Açıkçası “Şef”te de bu durumu, 114 dakikalık çıtanın altında ezilen bir ‘durum komedisi’nde görüyoruz. Aşçı Carl Casper’ın, 125 bin küsur takipçisi olan bir yemek eleştirmeninin kibrine toslaması ya da reklam yapma arzusuna malzeme olmasını ele alıyor. Ramsey Michel (Oliver Platt) sayesinde Twitter’da 20 bin takipçiye uzanan bu şahıs, internete düşen kavga görüntüsüyle kendisini restoranın kapısında buluyor. Hedef ise bu şöhreti seyyar bir karavanla, Meksika fast food markası El Jese adıyla dönüştürmek. Böylece sıfırdan zirveye yolculukta alaycı anlarla ilerliyoruz.

        Açıkçası Favreau’nun diyaloglara yüklenen komedi inancı burada da geçerli oluyor. Ama “Suç Ortakları”nda 1.85:1’de orta planları anlamlandırırken Christopher Doyle’dan destek alan mizansenler, “Şef”te dizi tecrübeli görüntü yönetmeninin özensizliğiyle, 2.35:1’de işlenmemiş renkleri ışıksızlıkla sarıyor. Sıra kurguya geldiğinde yükselen tempo filmi besliyor.

        AŞÇI-ELEŞTİRMEN ÇATIŞMASININ NİYE ÜZERİNE GİTMEMİŞ?

        Ama sanki 114 dakika, aradaki canlanan dakikaları beklerken uyuklamanıza sebep olabilir gibi. Hatır için tutulmuş Robert Downey Jr., Dustin Hoffman ve Scarlett Johannson gibi ünlü oyuncuların ‘hikaye evreni dışında’ kalmasının hiçbir açıklaması yok. 70 dakikaya çekilip formatının daraltılmasıyla internet şöhreti üzerine doğru gözlemler yapan ve hedefine ulaşan bir film izleyebilirmişiz.

        Fakat ne yazık ki böylesi bu tanımı ağzımıza alamıyoruz. Vaughn-Favreau arasındaki atışmalar, rekabet, burada da Favreau-Platt arasında var. Aşçı-yemek eleştirmeni çatışmasının üzerine gitmek filmi kurtarabilirmiş. Ancak bu haliyle “Şef”, yan hikayeler, görüntü yönetmeninin çekemediği iç mekan sahneleri ve kırmaktan korkulan oyuncular arasında kaybolmuş. Favreau, araya fazla kişisel istek parçası sokup, süreyi uzatmakta inat edince ana omurgayı elinden kaçırmış izlenimi yaratıyor.

        FİLMİN NOTU: 4.2

        Künye:

        Şef (Chef)

        Yönetmen: Jon Favreau

        Oyuncular: Jon Favreau, John Leguizamo, Dustin Hoffman, Sofia Vergara, Scarlett Johansson, Robert Downey Jr.

        Süre: 114 dk.

        Yapım yılı: 2014

        DÜĞÜN VE EVLİLİK GÜZELLEMESİ

        Kızlarını farklı din, ırk ve etnik kökenlerden erkeklere vermek durumunda kalan tutucu bir burjuva çiftini iğneleyen “Sürpriz Damatlar”, bu hedefine ulaşırken hiç de sinemasal adımlar atamıyor. Aksine TV ekranının dekupajını akla getirirken, bizim buralardaki komedyenlerin ne kadar zeki olduğuna, bu konuda kendimizle övünmemiz gerektiğine dikkat çekiyor. Fransa’da gelen 100 milyon dolarlık gişe ise ‘evrensel’ anlamda yanıltıcı.

        Fransa’nın muhafazakar ve ırkçı bir karnı olduğunu göstermek için mi çekilmiş? Bilinmez. Ama ne olursa olsun “Sürpriz Damatlar” (“Qu'est-ce qu'on a Fait au Bon Dieu?”, 2014) için herhangi bir olumlu şey söylemek sinema sanatına ihanet etmek olur. Phillippe de Chauveron, beşinci uzun metrajında (nasıl olduysa?), sürekli beraber çalıştığı Guy Laurent ile senaryoyu da üstleniyor.

        SAKLI SİYASET, PARLAK RENKLER VE ÖNCEKİ YÜZYILLAR TABLOSU

        Christian Clavier ile Chantal Lulaby’nin canlandırdığı evli ve tecrübeli çift, babanın koyu Katolik, annenin Gaulist olmasına anlamlar arar. Bu burjuva ailesinin mutlu görünme çabası, üç kızlarının başka etnik köken, ırk ve dinlerden damatlarıyla bozulur. Müslümanı, siyahisi, Sephardi Yahudisi, Çinli budisti fark etmeksizin, hiçbir ‘ayrım’ kabullenilmez ve sürtüşmeler başlar. Karşımıza “Yedi Kardeşe Yedi Gelin” (“Seven Brides for Seven Brothers”, 1954) misali bir önceki yüzyıllar tablosu çıkar sanki…

        Aslında ülkemize de uygun bir saklı siyaset var filmde. Metin buna izin verse, kaliteli bir film izlesek bu damara adapte olabiliriz. Tabiri caizse etnik mizahın keyfine varabiliriz. Ama 97 dakika boyunca Clavier’nin yaşlandığını anlamak dışında bir sinemasal haz alamıyoruz. Bunun da sebebi tüm parlaklık renklere karşın donuk kalan karelerin, sitcom ya da pembe dizi gibi planlanması.

        ÜLKEMİZDE DAHA YETENEKLİ KOMEDYENLER VAR

        İkinci sınıf oyuncuların TV ekranından çıkıp çiğ esprilerle donatılması da bu duruma eşlik ediyor. Düğün, evlilik ve aile komedisi ise, şapşal damatlar ile akıllı gelinlerin katkısıyla belirgin bir ‘sansür’den geçiyor ve çocuk izleyiciye hitap eden bir seviyeye çekiliyor. Kadrajların içinin doluluğunu sınamak bir tarafa, her şey TV ekranı için planlanmış gibi duruyor.

        Lauby ve Clavier isyan etmeden paralarını alırken, diğer oyuncular da bir süre sonra ucunu kaçırdığımız ve adapte olamadığımız ‘ırkçı’ ve ‘ayrımcı’ esprileri sindirmeye çalışıyor. “Sürpriz Damatlar”ın özündeki burjuvazi eleştirisi ne noktaya kadar geçerli oluyor tartışılır.

        Ama Türkiye’de daha zeki komedyenler olduğunu anlamak ve özgüven aşılamak için birebir! Louis de Funes göndermeleri ise fayda etmiyor. Filmin 100 milyon doları bulan gişe rakamıyla Fransa’da “Can Dostum”dan (“Intouchables”, 2011) bu yana en çok izlenen Fransız filmi olması ise kar etmiyor. “Sürpriz Damatlar”, sığ ve ırkçı bir komedi…

        FİLMİN NOTU: 2

        Künye:

        Sürpriz Damatlar (Qu'est-ce qu'on a Fait au Bon Dieu? / Serial (Bad) Weddings)

        Yönetmen: Phillippe de Chauveron

        Oyuncular: Christian Clavier, Chantal Lauby, Frédérique Bel, Elodie Fontane, Frédéric Chau, Tatiana Rojo

        Süre: 97 dk.

        Yapım yılı: 2014

        VASAT OLMAKTAN MUTLU

        Haneke’nin öğrencisi olarak pazarlanan gurbetçi Umut Dağ, ikinci filmi “Betondaki Çatlaklar”da ilk filmi “Kuma”daki zaaflarını tekrarlıyor. Kültürel sıkışmışlıkten beslenen vasat bir baba-oğul ilişkisi suç dramasına imza atarken, ‘ruhsuzluk’un ve ‘tekdüzelik’in tadına varıyor.

        Alamancı Türk yönetmenler denince, hemen aklımıza 1986’da ilk filmini çeken Tevfik Başer gelir. O zamanki imkanlar, şimdiki gibi değildi. Ama Fatih Akın, Yüksel Yavuz, Neco Çelik ve Özgür Yıldırım derken son 15 yılda Almanya’da yaşayan Türk asıllı göçmenlerin durumuna bakış atan ‘erkek sinemacılar’ çoğaldı. Umut Dağ da aynı dili konuşsa da meseleye ‘Avusturya’dan dahil oluyor. Yönetmenin dünya prömiyerini Berlin Film Festivali’nde yapan ilk filmi “Kuma” (2012), Anadolu’daki gelenek ve göreneklere bakışıyla ilgi odağı olmuştu. Eşcinsel bireyi de olan tutucu, altı çocuklu bir ailede kuma olmak, ‘Avusturya’da parçalanan göçmen yaşamları’yla desteklenmişti.

        YÖNETMENDE BİR GELİŞME OLMAMIŞ

        Açıkçası Umut Dağ açılış ve kapanış sekansı üzerine kafa yorsa da, filmin ortasını dolduramamıştı. Çerçeve tutarlılığını ve sinemanın gereklerini en fazla yüzde 50 oranında hissettirebilmişti. Sadece meselenin üzerine giden bir filme imza atmıştı. Burada da bir değişiklik yok. Oradaki temasal çekicilik, gurbetçi ailenin arasına sızan 19 yaşındaki kumanın göçmen hayatındaki konumu, statüsü ve geleneklerle ilişkisinin ‘arada kalmışlık’ ile yorumlanmasıydı.

        Burada ise esas mesele, “Kısa ve Acısız” (“Kurz und Schmerzlos”, 1998), “Chiko” (2008) örneklerini gördüğümüz çeteciliğe varan kenar mahalle suçlarının ve azınlıkların bu duruma tepkisinin perdeye yansıtılması. Sanki ‘suça meyleden göçmenler’ üzerinden Afro-Amerikan sinemasındaki ‘hood film’e benzer bir tür oluşuyor. Türkçeyi zor konuşan alt kültürün arasına sızılıyor.

        VASAT BİR BABA-OĞUL İLİŞKİSİ SUÇ DRAMASI

        Ertan ile yıllar sonra gördüğü, kopukluk yaşayabileceği oğlu Mikail’in öyküsü ‘orman’ kurallarıyla işliyor sanki. El kamerasını eline alan yönetmen de sert ve anlamlı olmak için çabalıyor. Ama realizm açmazına takılıyor. Avusturya’da göçmenlik yapan ulusumuzdan insanların, dilimizi unutarak içine düştükleri durumlar artık bu soy ayrımının yapılmadığı bir dünyaya uzanıyor. Bu açıdan çok net ve anlamlı bir söylemi de yok “Betondaki Çatlaklar”ın (“Riise Im Beton”, 2014).

        Film, parçalanan ailenin içinde bir Türkün konumunu incelerken, vasat olmaktan kurtulamıyor. Bunun tadına varıp, bir an bile tempoyu yükseltmiyor. Ruhsuzluğu bir alışkanlık haline getiriyor. ‘Hapishaneden çıkan suçlu filmleri’ için Hollywood daha doğru bir kaynak kuşkusuz. Buradaki ‘baba-oğul ilişkisi’ ise çok tatmin etmiyor. Kısa süreye çekilmesi konusunda uyarı veriyor.

        FİLMİN NOTU: 4

        Künye:

        Betondaki Çatlaklar (Rise Im Beton / Cracks in the Concrete)

        Yönetmen: Umut Dağ

        Oyuncular: Murathan Uslu, Alechan Tragaev, Ivan Kriznjak, Mehmet Ali Salman

        Süre: 102 dk.

        Yapım yılı: 2014

        KEREM AKÇA’NIN VİZYON FİLMLERİ İÇİN YILDIZ TABLOSU

        Anormal Aktivite 2 (A Haunted House 2): 3

        Arınma Gecesi: Anarşi (The Purge: Anarchy): 3.4

        Attila Marcel: 4.2

        Ayin (The Sacrament): 6.7

        Aynı Yıldızın Altında (The Fault in Our Stars): 3.5

        Barcelona’da Bir Yaz Gecesi: 2.9

        Bela (Borgman): 7.5

        Ben, Kendim ve Annem (Les Garçons et Guillaume, à Table! / Me, Myself and Mum): 3.5

        Bir Don Juan Öldürmek: 2.2

        Cehennem Melekleri 3 (The Expendables 3): 2.3

        Cin (Jinn): 6

        Çöldeki İzler (Tracks): 4

        Dehşet Kasabası (Aux Yeux Des Vivants / Among the Living): 5.5

        Galaksinin Koruyucuları (Guardians of the Galaxy): 7.6

        Geçmişin İzleri (The Railway Man): 3.9

        Göz (Oculus): 1.9

        Hafta Sonu (Weekend): 4

        Hayalet (Phantom): 1.4

        Hayatımın En Kötü Gecesi (Walk of Shame): 5.1

        Herkül: Özgürlük Savaşçısı (Hercules): 2

        Hızlı ve Korkusuz (Vehicle 19): 6

        İlk Görüşte Aşk (Une Rencontre): 5.4

        İtalya Tatili (Walking on Sunshine): 6.1

        İnce Buz, Kara Kömür (Black Coal, Thin Ice): 4

        Kahraman Şövalye Justin (Justin and The Knights of Valour): 2.9

        Kan Bağları (Blood Ties): 5.5

        Karabasan (The Babadook): 7

        Karışık Aile (Blended): 5.4

        Kayıp Karıncalar Vadisi (Minuscule): 6.5

        Keşke Burada Olsam (Wish I Was Here): 5.7

        Kış Uykusu: 4.5

        Liseli Polisler 2 (22 Jump Street): 4.7

        Locke: 6.5

        Lucy: 3.9

        Maymunlar Cehennemi: Şafak Vakti (Dawn of the Planet of the Apes): 5.5

        Meleklerin Mucizesi: 2.8

        Motel (The Bag Man): 3

        Muska: 2.7

        Öteki (The Double): 9.3

        Paris’te Bir Hafta Sonu (Le Week-End): 5.4

        Pislik (Filth): 4.5

        Sinyal (The Signal): 5.5

        Takip (The Rover): 6.5

        Tom Çiftlikte (Tom a la Ferme / Tom at the Farm): 3.3

        Toprağa Uzanan Eller: 3.1

        Transformers: Kayıp Çağ (Transformers: Age of Extinction): 5.5

        Uçuş 7500 (7500): 5.5

        Vecide (Wadjda): 4

        Yetenek Avcısı (Million Dollar Arm): 4.5

        Zamanda Yolculuk (Saving Santa): 1

        Not: Yıldızlar, 10 üzerinden verilmektedir.

        Diğer Yazılar