Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Haydi ben de öyle gireyim: Neden Enis Batur? Birincisi, bugünün anlamına binaen... Az kişi bilir ama babası Muhsin Batur, 27 Mayıs 1960 darbesinde Başbakan Adnan Menderes’i Kütahya’da tutuklayıp uçakla Ankara’ya götüren albaydı. İkincisi, Enis Batur uzun süredir konuşmuyordu ve ülkenin siyasi dönüşümü hakkında ne düşündüğünü bilmiyorduk. Üçüncüsü, Usame Bin Ladin’in öldürülmesini anlatan “Geronimo’nun Ölümü” adlı kitabı bu hafta raflarda olacak. Zaten söyleşiyi okuyunca baştaki sorunun anlamsız olduğunu göreceksiniz. O yüzden hemen başlayalım...

        Neden bir süredir ortalarda yoktunuz, konuşmadınız?

        Türkiye’de olağanüstü bir hızla gündem değişiyor. olup biteni akıllı uslu yorumlamak zorlaşıyor. Bir de Türkiye’nin büyük bir sorunu; bütün düşünceye ilişkin etkinlikler güncellikle çok bağlantılı, bu sakat bir iş.

        Konjonktürel bir görüş geliştirme hali mi var?

        Tabii. İlgili ilgisiz herkes konuşuyor. Fenerbahçe olayına bakın. 3 Temmuz’da başlayan operasyonlar, bunun futboldaki uzantıları, federasyon ya da UEFA’nın yaklaşımları bir tarafta; cemaat ilişkileri vs. bir başka tarafta. Taraftar psikolojisiyle yorum geliştiren gazeteciler görüyoruz, dosyaları incelediğinden emin olamadığımız insanlar kesin kanaat ileri sürüyor, bir çarpışma var. Bütün olaylar kalın bir sisin içinde seyrediyor. O zaman daha önemli konular arkada kalıyor. Türkiye çok ciddi bir büyük dönüşümden geçiyor. Bu dönüşümün ana odakları üstüne fikir üretmek varken gündelik olayların seline kapılıyoruz. Ülkede çok önemli yer tutan futbol gibi bir olguda şike şüphesi uyanmışsa bunun gereğinin yapılması gerekir, ama görüyoruz ki birçok müdahale nedeniyle gereği yapılacağına, bunun doğurduğu spekülasyonlar üzerinde tartışılıyor.

        Başka tarafa mı çekiliyor diyorsunuz?

        Tabii. Dolayısıyla büyük dönüşüm dediğimiz şey ortada kalıyor. Aynı şey Anayasa meselesinde de geçerli. Fil züccaciye dükkânına girdi, dükkânda da aslında kimsenin ilgisini çekmeyen köhne bir sürü obje vardı, onların bertaraf edilmesi faydalıydı, kırıldı her şey ama filin yeni nesneleri züccaciye dükkânına koymakta ciddi bir hazırlığı olmadığını gördük.

        ‘CEMAAT DE GÖRÜNÜR OLMALI’

        AK Parti iktidarından bahsediyoruz değil mi?

        Büyük dönüşümden kastınız bu. Tabii başta iktidar ama sadece iktidarın politikası değil. Türkiye’nin muhalefetiyle, iktidarıyla, sivil toplumuyla, aydınlarıyla bu dönüşüme çok hazır olmadığı ortaya çıkıyor.

        Biraz önce bahsettiğimiz cemaat o büyük dönüşümün neresinde duruyor?

        Ben görünmeyen şeyleri görme yeteneğine sahip olanlardan değilim. Cemaat dediğiniz oluşum gözüme görünmüyor. Çeşitli varsayımlar duyuyoruz. Kendileri kendilerini bir biçimde anlatıyor, başkaları onları başka biçimde anlatıyor. Ortada saydam durum olmadığı için bir bakış geliştiremiyorum. Ama görünmemesi hoş değil. Bence her şeyin görünmesi lâzım. İktidarda da aynı sorun var. Niyetler görünmüyor, ne yapılması gerektiği konusunda ne düşündüklerini anlayamıyoruz. Mesela Kürt politikası konusunda ne düşünüldüğünü kavrayamıyorum.

        Neden peki?

        Bana öyle geliyor ki birtakım dengeler söz konusu. Bu dengelerin bir kısmı Türkiye içine, bir kısmı dünya konjonktürüne ait. Bu dengelerin gerçek içyüzünü söyleme durumunda bir altüst olma hali doğabilir diye büyük ihtimalle bazı şeyler söylenmiyor.

        ‘ULUDERE CÜMLESİ KURULAMIYOR’

        Hükümet artık iktidar mı?

        Bundan net emin olamıyoruz. Bir mehter adımı düzeni olduğu kanısını uyandıran gelişmeler var. Uludere olayındaki gibi. Her neyse olmuş bitmiş şey, bu cümle bir türlü kurulamıyor. Bu cümleyi kim kuracak? Hükümet. Hükümet kuramıyorsa devlet bunu kurdurmuyor şüphesi ve sorusu uyanıyor... Türkiye’de demokratikleşme yolundaki gelişmeler diye söz edilen dönüşümlerin hiçbiri bizi bu konuda ilerletmedi. Kutsalların, dokunulmaz konuların yerleri değişti sadece. Daha önce eleştirilemeyen şeyler yerden yere vuruluyor; güzel ama buna karşılık yeni eleştirilemez konular devreye giriyor.

        Önceki hal doğru muydu?

        Cumhuriyet’in kuruluş dönemi, Atatürk’ün genel olarak toplum ve siyaset felsefesi üzerine “Keşke bütün bunlar olmasaydı da şöyle olsaydı” diye ikide birde sallamak yanlış. Bir biçimde bunlar olmuş. “Lenin keşke devrim yapmasaydı,” “Keşke Hitler çıkmasaydı” demenin anlamı var mı? Orada bir toplum mühendisliği seçimi yapıldı, evet yukarıdan yapıldı ama bu, uzun süre bu topraklarda egemen oldu. Ama egemen olmasına rağmen halkı bütünüyle etkisi altına almadığını görüyoruz.

        ‘ALİ BULAÇ’IN YAKLAŞIMI ÇOK TEHLİKELİ’

        Kapsayamadı yani...

        Evet. O zaman da halk kendi isteğine göre yaşam anlayışını ve onun gerektirdiklerini değiştirme hakkına sahip tabii... Ama bu isteklerle uzlaşanlar, anlaşanlar var; uzlaşamayanlar, anlaşamayanlar var. Türk toplumu artık tek toplum değil. Birden fazla insan topluluğu farklı değer sistemleriyle karşımızda. Bütün mesele bunları bir arada yaşatmayı becerip beceremeyeceğimiz. Bence kıran kırana bir itiş kakışa sürükleniyoruz. Karşı tarafın kendi değerleri çerçevesinde yaşamasına tahammül eşiği iki tarafta da düşük.

        İktidar “rövanşist” bir tavra sahip mi sizce?

        Rövanşist sıfatı kullanılabilir ama özü itibarıyla şunu düşünüyorum: Sahip oldukları değer sisteminin ülkeye egemen olmasını istiyorlar. Bu da doğal.

        Bunun da tabanı var, sonuçta yüzde 50 oy aldılar.

        Ama işte yüzde 50 oy aldı, yüzde 50 de alamadı. Bu meseleyi kabul etmek konusunda bir zorluk çektikleri görülüyor. Ali Bulaç benim gözümde turnusol kağıdı gibi bir adamdır. O bir şey söylediği zaman sessiz geniş bir kitlenin sözcüsü gibi oluyor. Geçenlerde televizyon, sinema ve romanın toplumumuza uygun olmadığını söyledi. Bireyin iç dünyasını anlatan, mahremini dışa vuran alanlara yönelik radikal bir tavrı var. Bu çok tehlikeli. Bir toplumu mümkün olduğu kadar bireylerinden yalıtıp o bireyleri birey olmaktan çıkaracak bir düzen tasavvuru çok eski ve geri. Bunlar siyasi düzleme de taşınıp bazı kısıtlama alanları yaratma yolu seçildi. Sanatın, düşüncenin, edebiyatın, aydınca tavırların özerkliği çok önemli. Türkiye’de görüşlerdeki özerklik kayboldu. Özellikle basında durmadan “taraflar” konuşuyor. Ve ilginç gelişmeler oluyor. Mehmet Altan yaşadığı kopuşa kadar belli bir duruş içindeyken birdenbire duruşunu çok hızlı biçimde değiştirebiliyor. Halbuki özerk duruşu olsaydı ondan önce de öyle davranırdı, dolayısıyla sonrasında bir tavır değişikliğine gitmesi gerekmezdi. “Benim başıma gelince anladım” gibi bir durum olmamalı. Aydın demek o demek zaten.

        Özerk bir isim var mı sizce?

        Toplumun yargıcı ve savcısı kesilmek istemem. Kendi duruşumu çok doğru görüyor muyum ki başkalarının duruşunu yargılayayım! Ben göze alan biri değilim. Aydın olmak gerçekten göze almayı gerektirir. Benim kaygım bu ülkenin aydın zümresinin iktidara göre konum alma sakatlığına düşmesinde; yana ya da karşı. Ama hayat pratiği bunu engelliyor. İnsanlar geçimlerini bir yerden sağlamak zorunda. Televizyonlar, gazeteler, üniversiteler özerk insanlara çok yer açma yanlısı değil. Bunun getirdiği büyük bir sıkışma var. O zaman birtakım insanlar susmak zorunda kalıyor. Bunlar düşünsel zenginliğimizi tıkıyor. Kötülerden söz edeceğime iyi örnekten söz edeyim. Kürşat Bumin Yeni Şafak’ta köşe yazarı. Ne beklenir bu durumda? Bir duruşun şeklini alır insanlar. Bumin almıyor. Ne düşünüyorsa onu yazıyor. Dışarıdan onu okuma ihtiyacı duyuyorum çünkü atanmış bir aydın değil o.

        Atanmış aydın ilginç bir tanım oldu.

        Atanmamış aydınların nüfusunun yüksek olduğu bir ülke özlemini çekiyor insan.

        Büyük dönüşüm nedir?

        “2002’de bir yandan AKP gibi bir çatı kuruldu, bir yandan da liberal aydınlar diye tanımlanan, II. Cumhuriyet’i talep eden insanlar yan yana geldi. Ordu, yargı, ekonominin kalıplaşmış bazı noktaları, bürokrasi, eğitim, yerel yönetimler ve benzeri alanlarda eski bağlantı düzenekleri çatlatıldı, üstüne gidildi, soruşturmalar açıldı, önleyici tavır oluşturmak adına davalar başlatıldı, bütün bunlar belli bir hızla son 7-8 yıla yansıdı ve I. Cumhuriyet bitti. Ama yerine II. Cumhuriyet kurulabildi mi? Hayır. Çünkü II. Cumhuriyet’in kurulabilmesi için yıkılan düzenin yerine geçen düzenin oturması ve tarifinin yapılması gerekiyor; yani anayasasının... Gerçekleşmezse, asıl vahim olan o, I. Cumhuriyet’i bitirmiş, ikinciye de başlayamamış olacağız.

        ‘Evren sağcı, babam solcuydu ama ikisi de darbe yaptı’

        “Plati” kitabınızda Yassıada’yı anlattınız. Anakaradan bakıldığında Yassıada nedir?

        Suyun ortasında ıssız bir leke. Adayı tarihimize mıhlayan olay 27 Mayıs. Orada küçük bir Alcatraz düzeni hazır edilmiş. 27 Mayıs’tan bir hayli önce hazırlıklar yürütülmüş. Mahkemenin orada yapılacağına önceden karar verilmiş. Ama çok izole bir durumda ada. Belki balıkçılar hummalı bir faaliyet görmüştür ama anlam verememişlerdir.

        Olumlu yanı oldu mu 27 Mayıs’ın?

        Bana “iyi bir anayasa doğurduğunu” söylemiştiniz. Ergun Özbudun gibi “zaafları var” diyenler bile birçok yönden ileri bir Anayasa olduğunu söylüyor. Bunun üzerinde düşünülmesi lâzım. Nasıl oluyor da askerler sivil siyasete bu kadar radikal müdahale edip sonra daha demokratik bir Anayasa yapma kaygısına sahip oluyor? Şu anda neden sapına kadar demokratik Anayasa yapılmıyor? Askerler öyle düşünebiliyor da siviller neden düşünemiyor? Bu, insanı şuna götürüyor: Acaba Türk insanı gerçek anlamda demokrasiyi istemiyormu? Çünkü gördüğü eğitim, yetiştiği ortam, genelinde anti demokratik. Bir de din faktörü var. Müslümanlık demokrasinin olmazsa olmaz bazı maddelerini kabul etmez. O zaman belki tarifi buna göre yapmalıyız. “Batılı anlamda demokrasiye sahip olmayı hedeflemiyoruz” desin bu toplum.

        Babanızın 27 Mayıs’ta önemli bir rolü var...

        Adnan Menderes’i Kütahya’da tutuklayıp uçakla Ankara’ya götürdü. Eskişehir’deki hava üssünde albaydı.

        Menderes’i götürüşüyle ilgili ne anlattı?

        Menderes sigara istemiş. Babama neden filtresiz sigara içtiğini sormuş. Çok fazla şey konuşmamışlar. Bir de “Beni nereye götürüyorsunuz” diye sormuş Menderes. Babam da “Size bildirmekle yükümlü değilim” demiş.

        Babanız 27 Mayıs’ı olumlu görüyordu.

        Elbette. 12 Mart’ı da. Ama 12 Eylül ona siyasi yasak getirdi. Hem de özel bir maddeyle.

        Kenan Evren’e kızgındı yani...

        Aleyhine yazılar da yazdı epey. Mesela Aydınlar Dilekçesi (1984) sırasında matrak bir şey oldu. Gizli buluşma yapılıyor ya, Aziz Nesin’e gittik 13-14 kişi. Bir baktım babam da orada. Sonra Selimiye’ye ifade vermeye de birlikte gittik.

        Babanızın fikirlerinde değişim oldu mu?

        Babam özellikle senatör olup Meclis’e girince evrim geçirdi. Askerin siyasi hayata müdahalesi konusunda farklı düşünceler geliştirdi. Asker olmak yurttaş olmamak demek değil. Bir orgeneral sağcı oluyor, bir başkası solcu. Bunu siviller fark edemiyor. Mesleğin eğitiminden kaynaklanan ideolojisinden farklı olarak bu insanlar Harbiye’yi bitirip mesleğe atılınca farklı görüşlere sahip olurlar. Kimisi Cumhuriyet okur kimisi Tercüman. Kimisinin dini inançları fazladır, kimisinin az. Ama askeri refleksleri birbirine benzeyebilir gene de. Sonuç olarak baktığımda babam daha solcu bir subaydı, Kenan Evren daha sağcı. Ama ikisi de darbe yaptı.

        "İktidar uzun süre değişmeyecek"

        Hükümetin geleceğini nasıl görüyorsunuz?

        Türkiye, sağlık sorunları yaşamazsa çok uzun süre Tayyip Erdoğan tarafından yönetilecek. Bu çok önemli bir kazanım olmalı onun için. Çok uzun süre iktidar değişikliği gündeme gelmeyecek. O zaman, gerçekten kaygısı daha demokratik bir ülke yaratmaksa, bu yolda atacağı adımlar onun seçmeninin sayısını azaltmaz. Peki bunu neden yapmıyor? Çünkü bence özü itibarıyla demokrasiye inancı fazla değil.

        Askeri vesayetin sona erdirilmesi konusunda olumlu adımlar olmadı mı?

        Olmaz mı? Bu, hükümetin en önemli başarılarının başında geliyor. Burada iktidar son derece radikal, güçlü, ödün vermeden işin üstüne gitti. Demokrasi yolunda en önemli kazanımımız ama yeterli olduğunu düşünmek yanılgı.

        Artık darbe tehdidi yok...

        Diyebiliriz. Ama bu bize demokrasiyi getirdi mi? “Yoksa yerine birkaç parçadan oluşan başka bir vesayet düzeni mi kuruluyor” kaygısı şimdi insanların kafasında belirginleşiyor. Bir kısmı yargıda, bir kısmı emniyette, bir kısmı siyaset ekseninde, bir kısmı önemli bir biçimde ekonomik alanda... “Sermayenin el değiştirmesiyle geniş ölçüde yeni sermaye atılımlarını temsil eden Anadolu Kaplanları vs. bütün bunlardan oluşan bir taklit yeni vesayet türü mü ortaya çıkıyor” sorusu yabana atılacak sorusu yabana atılacak soru değil. Bu bir noktadan sonra başka bir eşitsizlik durumunun belirmesine yol açabilir.

        ‘AKP HÜKÜMETTEN DAHA RADİKAL’

        CHP’deki dönüşümün itici bir faydası olur mu? CHP solu temsil ediyor mu?

        CHP sosyal demokrasiyi bile temsil etmiyor. Üstündeki ölü toprağını atamayan bir merkez partisi. Son 2 yılda bir-iki hamle gördük ama çok yetersiz kaldı. Oy kaygısıyla bazı adımlar atılamıyor. AKP’nin politikası ise parti olarak çok daha radikal. Hükümet radikalliğinden bütünüyle koptu ama parti kendi içinde daha dinamik bir görünümde.

        Ne açıdan radikal?

        Unutmamak lâzım ki AKP bir koalisyon. Milli Görüş yönetiminde olmakla birlikte içinde eski DYP ve ANAP unsurları, Kürt milletvekilleri, milliyetçiler var ve bunlar birbirlerine iyi kenetlendirilmiş parti tarafından. CHP’ye dönersek, hâlâ aday seçimlerinde sembolik şeylere önem veriyorlar. Mustafa Balbay, Mehmet Haberal’ın aday gösterilmesi -ille de içeridekileri kastetmiyorumeski bir şey. Diyeceksiniz “Bunu bütün partiler yapıyor, Hakan Şükür de AKP’den aday oldu.” Bunları artık Türkiye’nin aşması lâzım.

        Hükümeti bu dönemde en çok zorlayan Kürt muhalefeti mi?

        Evet. En azından göze çarpan muhalefet olarak onların talepleri, arayışları, haklı istekleri söz konusu. Ama kendi sesini sözcüleri aracılığıyla duyuramayan çok önemli bir kitle daha var Türkiye’de. Onu istiflediler bir kenara. “Kemalist, askeri vesayete bağlı, CHP bilmem nesi, şudur budur” diye. Bu kadar basit değil. Bu ülkede milyonlarca insan başka tarz bir yaşama modelinin arayışında. Eleştirmek, bayrak sallıyorlar diye alay etmek kolay... Bu, taleplerinde haksız olduklarını göstermez.

        LADİN’İ YAZDI

        Enis Batur, yeni kitabı “Geronimo’nun Ölümü”nde Usame Bin Ladin’i anlatıyor. Kitapla ilgili, “Time Dergisi kapakta Usame Bin Ladin’i kırmızı çarpıyla verdi. Daha önce Hitler ve Saddam’a yaptılar bunu. Benim kapakta Usame’nin yüzü yok, sadece kırmızı çarpı var. Bunun haça veya gamalı haça dönüşebileceğini anlatıp bir imge okuma denemesi yapıyorum” diyor.

        Diğer Yazılar