Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        NEFİS terbiyesi meselesi bizim medeniyetimizde çok geniş şekilde işlenir. Günümüzde bu eğitim farklı isimlerle anılsa da aslında İslam’ın ahlak ve kul inşası, her devirde bu sahanın en çok faydalandığı temel ve kaynak olmuştur.

        “Ego” ve “id”, yani “ben odaklı” yaşamak ile “şahsiyet” arasında, ince ve fakat çok farklı olan insandaki bu özellik bizim kaynaklarımızda “nefsini bilen” ve “nefsini bilmeden yaşayan” arasındaki farklılıkla anlatılır. Hep kendi zevklerinden, ten ve beden arzusundan razı olarak yaşamak, manayı ve başka yaratılmışların hukukunu gözetmeden hayat sürmek tam bir “cehalet “olarak nazarlara verilmiştir.

        NEFİS İLE ŞAHSİYET ARASINDAKİ FARK

        Bu istekleri meşru, makul ve manaya uygun şekilde çekip çevirebilmek ise “ilim ve irfan” olarak övülmüş ve bunu başarabilmek için insanın “kendinden”, “kendi benlik ve nefsinden” haberdar olması gerektiğine de vurgu yapılmıştır.

        Ramazan ve oruç bize İslam’ın bu güzel ahlakını yani “nefis” ve “şahsiyet” arasındaki farkı ve bilinci anlamak için çok büyük bir fırsat sunmaktadır. İnsanın gerek manevi gerek maddi olarak düşündüğümüzde tüm hataları, nefsinin farkında olmayarak ve sorumluluklarını unutarak, öteleyerek gaflette oluşu sebebiyle ortaya çıkar.

        Dostlar! Nefis “verdikçe” terbiye olmaz. Ancak o nefsin rutin ve alışageldiği şeyleri dizginleyerek terbiyeyi kabul eder. Nefsimizi tanımak ve anlamak için bizler tabiri caizse manevi bir aynaya, bir projeksiyona ihtiyaç duyarız. Kur’ân-ı Kerîm, Efendimiz’in (SAS) sünneti, uygulamaları ve ibadet hayatımız işte tam da bunu sağlayan en önemli bilinç ve bilgelik kaynağımızdır.

        Nefsinin bilincine eren âlim kabul edilir. Böylesi bir bilgiye, bilinç ve hayatına tatbik edebilme kabiliyetine sahip olan herkes âlim sıfatlıdır. Tabii ki bizim inanç dünyamıza göre...

        TEFEKKÜR İÇİN BİRAZ GAYRETLİ OLALIM

        Vasfı, işi gücü, eğitimi ne olursa olsun bu terbiyeyi kabul edip ömrünü bu düstur üzere sürdürebilmek esas ilimdir ve erdemdir. Aksi takdirde hangi makamda, unvanda ve mevkide bulunursa bulunsun cehaletten ve cahil olmaktan kendisini kurtaramaz insan.

        Hazret-i Pîr Ataullah İskenderi şöyle buyurmuştur:

        “Nefsini beğenmeyen bir cahille arkadaşlık etmen, senin için nefsini beğenmiş bir âlimle arkadaşlık etmekten daha hayırlıdır.

        Nefsini beğenmiş bir âlimin ne ilmi olabilir ki? Nefsinin beğenmeyen bir cahilin ne cehaleti olabilir ki?”

        Ramazan’da geliniz bu hakikatleri düşünmek ve tefekkür etmek için biraz daha gayretli olalım. Güzel ahlak ve şahsiyet olarak bizlerde netice oluşturmayan bir davranışı ibadet olarak görmenin dinimizin ve inancımızın değerleriyle asla örtüşmediğini de unutmayalım.

        Allah’a (CC) emanet vesselam.

        TERÂVİH NAMAZI HAKKINDA

        “RESÛLULLAH (SAS) Ramazan’da mescitte bir gece namaz kıldı. Sahâbenin çoğu da birlikte o namazı kıldı. İkinci gece yine aynı namazı kıldı. Bu kez O’na (SAS) tâbi olarak aynı namazı kılan cemaat daha fazla oldu. Üçüncü gece Efendimiz (SAS) mescide gitmedi. Orayı dolduran cemaat Efendimiz’i (SAS) bekledi. Resûlullah (SAS) ancak sabah olunca mescide çıktı ve cemaate şöyle buyurdu:

        ‘Sizin cemaatle terâvih namazını kılmaya ne kadar arzulu olduğunuzu görüyorum. Benim çıkıp, size namazı kıldırmama engel olan bir husus da yoktu. Ancak ben size, terâvih namazının farz olmasından korktuğum için çıkmadım!’” (Hadîs-i Şerîf - Buhârî)

        TERÂVİH NAMAZI NEDİR?

        TERÂVİH namazı Ramazan gecelerinde yatsıdan sonra ve vitirden önce yirmi rek’at olarak kılınan namazdır. Erkek ve kadınlara sünnet-i müekkededir. Hadîs-i şerîfte “Cenâb-ı Hakk size Ramazan orucunu farz kıldı. Ben de kıyâmını size sünnet kıldım” buyurulmaktadır.

        Efendimiz (SAS) terâvih ile alâkalı hadîs-i şerîfte beyân edildiği üzere terâvih namazını ümmetine farz kılınmasından çekindiğinden ekseriyetle münferit kılmışlardır. Efendimiz’in (SAS) cemaate çıkmaması üzerine ashâb-ı kirâm evinde ya da mescitte münferit olarak veyâ küçük gruplarla cemaat hâlinde terâvih namazını kılmışlardır.

        Bu hâl Hazret-i Ömer’in (RA) hilâfeti dönemine kadar devam etmiştir. Hazret-i Ömer (RA) Ramazan ayında terâvih için iki imam görevlendirerek erkeklere ve kadınlara terâvih kıldırmalarını beyân etmiştir. Bu dönemde terâvih vitirle beraber 13 rek’at kılınır ve 200 kadar âyet okunurdu. Sonra vitirle beraber 23 rek’at kılınması kararlaştırıldı.

        (Kaynak: Tâhir’ül Mevlevî (Tahir Olgun) - Müslümanlıkta İbâdet Târihi)

        Sordum Öğrendim

        - Hangi şeyler orucu bozup sadece kazayı gerektirir?

        Yolculuk, hastalık vb. durumlarda mazerete dayalı olarak bozulan orucun sadece kaza edilmesi gerekir.

        - Oruç kefareti ne demektir?

        Oruç kefareti, Ramazan orucunun mazeretsiz olarak bozulması sebebiyle Ramazan dışında peş peşe 61 gün oruç tutmak demektir.

        - Hangi durumlarda kefaret orucu tutulması gerekir?

        Meşru bir mazeret bulunmaksızın yemek, içmek veya cinsi münasebette bulunmak durumlarında oruç bozulur ve bozulan orucun kaza edilmesi gerekir.

        - Kefaret orucunu tutamayacak durumda olanlar ne yapmalıdır?

        Oruç kefaretini oruç tutarak ödemeye sağlığı el vermeyen kimse bunun yerine kefaret gerektiren her gün için bir fakiri doyurur.

        Kıssa

        BERBER Efendi, tiryaki bir adammış, evliyâullah müptelasıymış. Dükkânına ekseri âlimler, meşâyih, hocaefendiler gelirmiş. Berber Efendi hem müşterisini tıraş eder hem de bu sohbetleri dinlermiş. Ama mevzu herhangi bir zâtın menkıbesine, o zâtlarla alâkalı bir kelâma gelirse bizim berberin eli ayağı âdetâ titrermiş, işi gücü bırakır; oturur, sohbeti öyle dinlermiş.

        Cami cemâatinden birisi berberi rüyasında görmüş. “İlk gecen nasıl geçti, rahatın nasıl?” diye sormuş. O da başına gelenleri anlatmaya başlamış:

        “Beni bir yere aldılar; orada öyle tek başıma beklerken birden etrafımı çok güzel kıyafetli, sarıklı, cübbeli, misk gibi kokular saçan zâtlar kuşatıverdi, lâkin yüzleri örtülüydü. ‘

        Acaba kim bunlar?’ diye düşünürken dört bir taraftan eşkıya kılıklı bir gürûh çıkageldi. Beni almak için geliyorlardı fakat yüzü nikablı kişilerin önüne geldikleri zaman birden duruyorlar ve yanıma gelmeye cesaret edemiyorlardı. Bir şey yapamayacaklarını anlayınca oradan savuştular.

        Beni koruyanlara dönüp kim olduklarını sordum. Dediler ki: ‘Ya hû sen bizi çok iyi tanıyorsun aslında. Tanımadın mı?’ Sonra da birer birer yüzlerini açıp, ‘Ben Hazret-i Abdulkâdir-i Geylânî, Bahâuddîn-i Nakşibendî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, İmam-ı A’zam...’ diyerek bir bir kendilerini tanıttılar. Ben her isim söylendiğinde muhabbetle ve neş’eyle hâlden hâle geçiyordum.

        Sonra birisi dedi ki: Sen bizi çok severdin. Dolayısıyla bizim bu kadarcık ikrâmımıza çok şaşırma!”

        Menkıbesini ve hayatını dinleyip seven insana böyle muâmele ediyorlarsa yolunda sıdk ile yürüyenlere nasıl muâmele edecekler, siz düşünün!

        Ayet-i Kerime

        “HEM bir âyettir onlara ölü toprak. Biz ona hayat verdik ve ondan taneler çıkardık da ondan yiyip duruyorlar. Biz orada hurmalıklardan, üzüm bağlarından bahçeler yaptık. İçlerinde pınarlardan sular fışkırttık. Bunu o toprağın ürününden ve kendi elleriyle yaptıklarından yesinler diye yaptık. Hâlâ şükretmeyecekler mi? Yerin bitkilerinden, kendi nefislerinden ve daha bilemeyecekleri şeylerden bütün çiftleri yaratan Allah’ın (CC) şânı ne yücedir. Gece de onlara bir delildir. Biz ondan gündüzü soyar çıkarırız, bir de bakarlar ki karanlığa dalmışlar. Güneş de bir delildir ki kendi yolunda akıp gidiyor. İşte bu çok güçlü ve her şeyi bilen Allah’ın (CC) takdiridir. Ay’a gelince, ona menziller tâyin ettik. Nihâyet o eski hurma salkımının çöpü gibi yay hâline dönmüştür. Ne Güneş’in Ay’a çatması yaraşır, ne de gece gündüzü geçebilir; onların her biri kendi yörüngesinde yüzerler.”

        (Yâsîn 33-40)

        Hadis-i Şerif

        “BİR kul abdest aldığında yüzünü yıkayınca, gözüyle bakarak işlediği, ellerini yıkayınca, elleriyle işlediği, ayaklarını yıkayınca da ayaklarıyla giderek işlediği günahları su ile dökülür. Öyle ki abdest tamamlanınca küçük günahlarından arınmış olarak tertemiz çıkar.”

        (Hadîs-i şerîf - Müslim, Tirmizî, Muvatta)

        “Her kim, sabah namazından sonra diz çökmüş olarak, konuşmadan önce on defa ‘Lâ ilâhe illallâhu vahdehû lâ şerîke leh lehü’l-mülkü ve lehû’lhamdü ve hüve alâ külli şey’in kadîr’ derse kendisine onlarca sevap yazılır, on günahı silinir, on derece yükseltilir, o günün tamamında her şerden emin ve emniyette olur, şeytandan korunur ve o gün hiçbir günah ona ulaşarak amelini iptal etmez!”

        (Hadîs-i Şerîf - Buhârî, Müslim, Tirmizî, Nesâî, İbn-i Mâce, Ebû Dâvud, Muvatta, Dârîmî)

        Diğer Yazılar