Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        ÖNCELİKLE “cihatçı” kavramını ilk çıktığı günden bu yana sevmediğimi belirteyim. Cihatçı denince akla esas olarak, yabancı bir ülkedeki cihada gönüllü olarak katılanlar geliyor. Bu kişiler Afganistan, Bosna, Keşmir, Çeçenistan gibi cihat alanlarında basit bir şekilde “yabancı mücahit” olarak adlandırılırdı. Ayrıca 11 Eylül 2001’deki intihar saldırılarını gerçekleştiren El Kaide militanlarına da “cihatçı” denmedi. Fakat özellikle Irak ve Suriye’deki iç savaşlarla ve bunların doğurduğu Nusra, (IŞ)İD gibi örgütlerle birlikte yabancı savaşçılar “cihatçı” olarak adlandırılır oldular. Yerine daha iyi bir kavramın da bulunmaması nedeniyle hızla yaygınlaştı ve yerleşti; mecburen kullanmak zorunda kalıyoruz.

        DEVLETLERİN İKİYÜZLÜLÜĞÜ

        Bugün az ya da çok Müslüman nüfusa sahip olan ülkelerin yönetimlerinin hemen hepsi cihatçılardan şikâyetçiler, hatta onu en öncelikli güvenlik sorunu olarak saptayanların sayısı hayli yüksek. Bu noktada ciddi bir samimiyetsizlik söz konusu. Zira yabancı mücahit olayının ortaya çıktığı Afgan cihadından bu yana devletler buna göz yumdu, görmezden geldi, hatta kimi durumlarda teşvik etti. Bazı durumlarda kimi devletler stratejik hesaplarla bu olgunun önünü açtılar. Bugün cihatçılardan en fazla şikâyet eden ABD, Suudi Arabistan, İran, Suriye ve tabii ki başka birçok ülkeyle birlikte Türkiye de şu ya da bu nedenle cihatçılık denen olayın gelişmesi ve küresel tehdit haline gelmesini engelleme noktasında kesinlikle ellerinden geleni yapmadılar.

        Daha önce Cezayir, Suudi Arabistan, Mısır, Türkiye gibi ülkeler ihraç ettikleri cihatçıların anavatanlarına da şiddeti taşımasının bedelini ağır bir şekilde ödemişlerdi. 7 Ocak’taki Paris Charlie Hebdo saldırısı Batı’ya da cihatçının her an evine dönebileceğini ve orayı da bir savaş alanına dönüştürebileceğini net bir şekilde gösterdi.

        OLIVIER ROY’NIN BAKIŞI

        Bir süredir dünyanın dört bir tarafında “Kim bu cihatçılar?” sorusuna cevap aranıyor. Şu ana kadar ortada çok sayıda cevap dolaşıyor. Bu konuda dünyanın önde gelen araştırmacılarından Fransız Olivier Roy, yakında Metis Yayınları’ndan çıkacak olan “Kayıp Şark’ın Peşinde” (Çeviren Haldun Bayrı) adlı anı kitabında önemli açılımlar sunuyor. Roy, ilkin radikal fikirlerin bir “virüs” gibi bulaştığı düşüncesine dikkat çekiyor. Bu noktada karşımıza, gençlere bu fikirleri aşılayan radikal imamların çıktığını hatırlatan Roy, şu soruyu soruyor: “İyi ama o genç nasıl ve niçin cihada geçmektedir?” Ve devam ediyor: “Virüs modeli, mücadele edilmesi gerekeni anlama, dolayısıyla da tanımlama olanağı vermez.” Roy’ya göre devletlerin radikal imamlara karşı açtıkları sürek avları nafiledir, “zira radikalleşmenin imama ihtiyacı yoktur”.

        İkinci aşamada sosyologlar devreye giriyor ve bizi o gençleri anlamaya davet ediyor. Şöyle yazıyor Roy: “Sosyolog, sosyoekonomik bağlamdan, ırkçılıktan, İsrail-Filistin çatışmasından, devlet terörizminden, Amerikan insansız hava araçlarından bahseder... Tabii ki bütün bunların bir anlamı vardır. Fakat, radikalleşmenin nedenleri hakikaten bunlar olsalardı, yüz binlerce cihatçı olması gerekirdi.”

        Fransız araştırmacı, cihatçı şiddetin iki büyük anlatıyı karşı karşıya getirdiğini vurguluyor: Bir yanda bunu “ezilenlerin isyanı” olarak görüp gösterme, karşısındaysa terörizmin köklerinin aslında İslamiyet içinde olduğunu kanıtlamaya çalışma. Roy, bu iki büyük ve yanlış anlatıdan kaçınmamızı, bireylere, aktörlere dönmemizi ve onların hayatta kat ettikleri güzergâhlara ilgi göstermemizi öneriyor. Bunu da “sahaya dönmek” olarak adlandırıyor.

        KİŞİSEL BİR NOT

        30 yıldır gazeteciyim ve meslekteki ilk günümden itibaren İslami hareketler üzerine çalışıyorum. Bu sürecin tam ortasında 11 Eylül patlak verdi ve o ana kadar öğrendiğimiz, bildiğimiz birçok şeyi geçersiz kıldı.

        11 Eylül’den bu yana yaşananların bilançosunu çıkarmak gerekirse, şahsen dünyanın artı hanesine pek bir şey koyabilecek durumda değilim.

        7 Ocak’ın da bambaşka bir dönüm noktası olduğu söyleniyor. Galiba doğru.

        7 Ocak sonrasının ise 11 Eylül sonrasına benzemeyeceği vaat ediliyor ki hiç sanmıyorum.

        Olivier Roy’nın terimiyle “sahaya dönmek” için umut ışığı olması lazım. Yoksa cihatçılığı ve cihatçıları anlamaya çalışmanın hiçbir anlamı olmaz.

        Diğer Yazılar