Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        POPÜLIST rejimlerin çoğulculuğa tahammül edemeyen çoğunlukçuluğa tapan meşruiyet ve iktidar anlayışı kaçınılmaz olarak otoriterlik dozunun artmasına yol açar. Kendilerini “millet”in ya da “halk”ın yegâne saf temsilcisi gibi görenler giderek hiçbir çatlak sese tahammül edemez hale gelirler. Bunun bir sonucu herkesin hakkının korunması için şekillenmiş hukuk kurallarının, kurumların bir şekilde çoğunluğun temsilcilerinin istediği şekle büründürülmesidir.

        Bu bağlamda Werner-Müller’in vurguladığı gibi “popülist rejimlerin medya özgürlüklerini kısıtlamaya çalışması ve bağımsız bir sivil toplumdan arta kalan ne varsa bunlara saldırması tesadüf değildir.” Türkiye’de alışık olduğumuz gibi, Rusya’da Putin veya Macaristan’da Orban da “tutarlı şekilde muhalif sivil toplumu ‘yabancı unsurlar’ tarafından manipüle edilmekle suçlarlar.” Yani oralarda da içerideki tek sesliliği bozacaklara boca edilecek en çarpıcı suçlama dışarıdaki kem güçlerin işbirlikçisi olduklarıdır.

        İktidarın tekelleşmesinde ileri aşamalara geçildikçe popülizmin iktidarı “kendilerine yönelik süregelen muhalefete rağmen tüm millet adına konuştuklarını iddia eden siyasi oyuncuların devleti kontrol altına” almasıyla kurulur. Bu aşamada iktidardaki popülizm kendinden önceki seçkinlerle aynı davranışı paylaşır.

        Devleti ele geçirerek toplumun bir kesimini tümden dışlar. Tam o noktada muhaliflerin popülist rejimlere verebileceği en bulunmaz nimet muhaliflerin veya hoşnutsuzların ‘bununla başa çıkılmaz’ karamsarlığıyla ülkeyi terk etmesidir. Nitekim Rusya ve Macaristan’da son birkaç yılda 500 bin vatandaşın ülkeyi terk ettiği söyleniyor.

        Çıkış ya da kaçış tercihi Albert Hirschman’ın klasik eserini akla getiriyor. Hirschman, Exit, Voice and Loyalty (Çıkış, Ses ve Sadakat) adlı eserinde bir örgütten rahatsız olanların bu üç seçenekten birini kullanabileceklerini söyler. En kolay seçenek çıkıştır ancak çıkanlar aynı zamanda ses çıkarabilecek olanlardır. Yani mücadele ederek işleri düzeltme becerisine sahiptirler.

        Onların gitmesiyle bir örgütü/ülkeyi içeriden değiştirme imkânları daralır. Biraz da bu nedenle bugünkü despotik rejimlerin işi geçmişe göre kolaydır. Zira insanlara çıkıp gitme imkânı tanıyarak başa en bela olacak toplum kesimlerini saha dışına itmiş olurlar. Değişim ancak içeride mücadele imkânları zorlanarak başarılabilir.

        Popülist rejimlerin kökleştiği ülkelerde demokratların zinhar kaçınmaları gereken bir yanılgı bu rejimin kendini yok edeceği beklentisidir. Sorumsuz politikaları, er ya da geç ülkeyi krize sürükleyecek olması nedeniyle sivil toplumun isyanına maruz kalacağını ve sahneden çekileceğini beklememek gerekir. Bu nedenle Türkiye’de bir ekonomik krizin kendi başına, giderek otoriterleşen popülist rejimi götürmeye yeteceğini düşünenler bence yanılıyorlar.

        İktidar partisinin elindeki devlet gücünü kullanmadaki kararlılığı ortada. Devlet geçen yılki yolsuzluk soruşturmalarından beri kurumsal olarak çökertilmiş durumda, kuvvetler ayrılığı hak getire. İktidar evrensel hukuk kurallarına uyma zorunluluğunu kendi açısından lağvetmiş gibi. Lider, harekete geçirdiği kitleyi avucunda tutuyor. Bu düzende hukuk ve vatandaşlık haklarının, basın ve ifade özgürlüklerine saygının pek hükmü yok.

        Dün Gülen cemaatine bağlı medya kuruluşlarına yapılan yargı taarruzu ve gazetecilerin göz altına alınması Türkiye’deki popülist iktidar açısından tehlikeli bir yeni eşiğin geçildiğinin işaretidir. Gülen cemaatinin yayın organlarına yapılan saldırıya ifade özgürlüğü çerçevesinde karşı çıkmak bu nedenle doğrudur, gereklidir. Bu yayın organlarının geçmişte haksız yere suçlananlarla ilgili yayın sicilleri bir başka bahistir.

        Hukuka, adalete ve özgürlük alanlarının korunmasına duyulan ihtiyaç toptandır, herkes içindir.

        Diğer Yazılar