Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        GÖRÜNEN o ki haziran seçimlerinden sonra Türkiye’de çok tatsız, büyük sarsıntılara yol açacak bir rejim değişikliğinin mümkün olup olmayacağına dair kilidin anahtarı Kürt Siyasi Hareketi’nde olacak. Her ne kadar Anayasa, kurumlar, bilinen normlar ve kurallar paspas edilerek fiilen hünsa bir rejime geçmiş olsak da bunun hukuki bir kalıp içine sokulması ancak seçimlerden sonra mümkündür.

        Eğer iktidar partisi 330 sandalyenin üzerinde bir çoğunlukla Meclis’e girerse Anayasa’yı değiştirebilir. Meclis grubuna kimlerin gireceğini önseçimlerin, parti genel başkanının veya yetkili kurulların değil, Anayasa’ya göre partisiz ve tarafsız olması gereken Cumhurbaşkanı’nın belirleyeceği artık bellidir. İktidar partisi Anayasa değiştirecek çoğunluğa sahip olduğunda nasıl bir rejime gideceğimiz de... Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın beyanları, kendisine yakın gazete yazarlarının laf cambazlıklarıyla dolu yazıları yeni rejimin liberal demokratik bir niteliği olmayacağını ortaya koyuyor.

        Bu akıbetten kaçabilmenin yegâne yolu iktidar partisinin 330 sandalyeyi bulamaması, hatta mümkünse bugünkünden daha düşük bir sandalye sayısıyla Meclis’te temsil edilmesidir. Böyle bir durum HDP’nin seçimlere parti olarak girip barajı aşabilmesine bağlı. HDP seçime parti olarak girip barajı aşamadığı takdirde iktidar partisi “şef”inin emir ve komutası altında yeni rejimin hukuki çerçevesini arzu ettiği şekilde çizecektir. O çerçeve çizildiğinde iktidar partisi de kuruluşundaki kimliğini yitirmiş, otoriter bir sistemin payandası haline gelmiş olacaktır.

        Barajı aşan bir HDP kendisini Anayasa değişikliğinin nasıl yapılacağı ya da ne tür bir Anayasa yazılacağı konusunda belirleyici konumda bulacaktır. Öyle bir konumu genel bir Türkiye perspektifiyle mi yoksa Kürt Siyasi Hareketi’nin öncelikli ve dar gündem maddeleriyle sınırlayarak mı değerlendireceği seçim kampanyasının en önemli sorularından birisidir. HDP’nin parti olarak mı bağımsız adaylarla mı seçime gireceği, hangi tercihin Türkiye’nin demokratik geleceği açısından daha hayırlı olacağı tartışması bu nedenle hayli heyecanlı bir şekilde bugünden başladı.

        Kobani böyle bir ortamda iç siyasette, 6-7 Ekim olayları ve Cizre’deki gelişmeler ışığında daha da önem kazandı. PKK ve PYD güçlerinin Amerikan Hava Kuvvetleri ve peşmergelerin yardımıyla (IŞ)İD’i tepelemeleri PKK’nın ve onun üzerinden Kürt Siyasi Hareketi’nin elini güçlendirdi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Kobani’deki sonuca yönelik öfkesinin ardında bu gerçek yatıyor.

        Kobani politikası, Diyarbakır’daki gövde gösterisi sırasında Başbakan Davutoğlu’nun Kobani’ye selam göndermesine rağmen bir fiyaskodur. 200 bin Kürt’e sınırdan geçme izni verildiği, binden fazla savaşçının Türkiye hastanelerinde tedavi edildiği doğrudur. Ancak ABD emrivakisi olmasaydı ve Kobani ekimde düşseydi, PYD/PKK orada bir yenilgiye uğrasaydı Türkiye’nin bundan mutluluk duyacağı da doğrudur.

        Halbuki o tercihle Türkiye, özellikle (IŞ)İD ortaya çıktığından beri Kürtlerin giderek ortak bir ulusal tarih ve kimlik inşa etmeye başladığını kavrayamadığını gösterdi. Üstelik, (IŞ)İD’in en azından dolaylı müttefiki olduğu algısını da, haklı ya da haksız güçlendirdi.

        Bu bağlamda, Arzu Yılmaz’ın www. birikimdergisi.com sitesindeki yazısında vurguladığı gibi Kobani bir dönüm noktasıdır. Yılmaz’a göre tahmin edilenin aksine, “Kürtlerin Türkiye’yi gözden çıkardığı sonucuna varmak yanlış olur. Çünkü Kürtler için uluslararası toplumla işbirliği geçici, ama Türkiye’yle birlikte yaşam baki... Kürtler aslında Türkiye’yi karşılarına almak istemiyor; bilakis, Türkiye’yi yanlarında görmek için her şeye rağmen ısrar ediyor.”

        Bu tespitin doğruluğu HDP’nin seçim kampanyasında ve eğer Meclis’e parti olarak girerse Anayasa konusundaki tutumuyla sınanacaktır.

        Diğer Yazılar