Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        SİYASETTE son günlerde yaşananlar ülkedeki durumun vahametini fena halde gözler önüne seriyor aslında. İktidar partisi içindeki güç mücadelesini nasıl yorumlar ya da ne anlamlar yüklerseniz durum bu. Görüntü her gün değişiyor gibi gözükse de, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bulunduğu makamın Anayasa’da tanımlanan çerçevesinin çok ötesinde bir güç kullanabildiği aşikâr.

        Bu gücü kullanırken Anayasa’yı ihlal ettiği bir vakıa. Ancak karşısındaki siyasi oyuncular bunu engelleyebilecek iradeye ve siyasi oyun yaratıcılığına sahip değiller. Cumhurbaşkanı’yla mücadelelerinde pek bir deneyimsiz gözüktüklerine, zayıf kaldıklarına şüphe yok. Ya da kitle üzerindeki muazzam etkisi nedeniyle kendisine doğrudan cephe alamıyorlar. Başkanlık sistemini istemeseler de bunu açıktan söyleyecek medeni veya siyasi cesaretleri yok. Arkadan dolanarak sonuç almaya çalışıyorlar.

        Aralara laf sokuşturarak mücadele edebildiklerini sanıyorlar. İlk tepkide de geri adım atıyor veya sütre gerisine çekiliyorlar. Bunun sonucu ortaya samimiyetsiz bir “aramızdan su sızmaz” manzarası çıkıyor. Ellerinde kurumsal güç olanların bunu kullanamamaları ne kadar aciz olduklarını kamuoyuna gösteriyor.

        Cumhurbaşkanı’na rağmen yapıldığı anlaşılan bir istifa ve adaylık öyküsünün iki kahramanından birisi adaylığını geri çekiyor ve üstelik “Çok yoruldum” diyerek istifa ettiği eski görevine dönüyor. Diğeri ise sanki bu adaylık hamlesinde Cumhurbaşkanı’na bir güç gösterisi yapma hevesi hiç yokmuşçasına, adaylık geri çekildiğinde bunun kendi imzasıyla yapılmış olmasını bir iktidar göstergesi diye takdim etmeye kalkışabiliyor.

        Bir Başbakan’a elin gazetecisi veya yatırımcısı “Ülkeyi siz mi yönetiyorsunuz, Cumhurbaşkanı mı?” mealinde bir soru sorabilme cüretini işte bu koşullarda bulabiliyor. Böyle bir olay yaşanınca dünyada Türkiye siyasetinin nasıl göründüğü konusunda kafalarda bir kuşku kalmıyor. Bu da Türkiye’deki kurumsal güç dağılımının kimse tarafından ciddiye alınmaması, yani aslında ülkenin ciddiye alınmaması sonucunu veriyor.

        Türkiye uzunca bir zamandır, devleti kurumsal olarak erimiş, yerleşik normlarına ve siyasi geleneklerine kimsenin kulak asmadığı, erk sahibinin istekleri ve iradesi doğrultusunda kuralların her gün yeniden yazılabildiği bir ülke haline geldi. Yani tepedeki çekişme ve açık edilmemeye çalışılan kavganın niteliği veya hedefleri ne olursa olsun, çökmüş bir sistem ya da mekanizma ile karşı karşıyayız.

        İktidar partisi ve onun tepesinde güç sahibi olabildiklerini sananlar sistemi yıkmanın kendileri açısından da nasıl bir felaketin yolunu açtığını göremiyorlar. Kuralları yok saymanın, özgürlükleri kafese tıkmayı, polise olağanüstü yetkiler vermeyi Orwell’ci bir dille demokrasi gereği diye tarif etmenin kendi altlarındaki zemini de yok ettiğini fark veya idrak edemiyorlar. Ya da görseler bile kah kişisel ikbal, kah siyasi yatırım hesaplarıyla suskun kalıyorlar.

        Bu idraksizlikle bütünleşen ve toplumun tüm katmanlarını bir şekilde saran korku, tüm refleksleri köreltiyor. Koca toplum, geleceğini gördüğü, sonuçlarının kötü olacağını bildiği bu yolda her şeyi darmadağın edecek, ekonomik ve toplumsal hasarı kolay ölçülemeyecek bir felaketi çaresizlikle bekliyor.

        7 Haziran seçimlerinin zaten var olan önemi bu koşullarda daha da arttı. Parlamentonun mutlaka dört partinin temsil edildiği bir sandalye dağılımına sahip olması siyasetin yeniden normalleşmesinin önünü açacaktır. Bir bakıma Haziran 2015 seçimleri, Kasım 2002 seçimleri gibi Türkiye siyasetinde bir normalleşmenin eşiği haline dönüştü.

        Bu bağlamda tüm muhalefetin var gücüyle seçimlerin dürüst yapılmasına odaklanması gerekir. Seçmenin, HDP’yi barajın üstüne taşımasıysa ülkenin demokratik geleceği ve dirliği açısından bir zorunluluk haline gelmiştir.

        Diğer Yazılar