Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        BUGÜN 27 Mayıs. 12 Eylül 1980’de Silahlı Kuvvetler’in yönetime el koymasına kadar “Hürriyet ve Anayasa Bayramı” olarak kutlanan 1960’taki ilk askeri darbenin 55. yıldönümü. Aslında 27 Mayıs’ı, darbeden on yıl önce gerçekleşen 14 Mayıs 1950 seçimleriyle birlikte ele almak gerekir. O seçimlerde “Yeter söz milletindir” gibi müthiş bir sloganla meydanlara çıkan Demokrat Parti oyların yüzde 55’ini, sandalyelerin de yüzde 85’ini alarak iktidar olmuştu.

        Oy yüzdesiyle sandalye sayısı arasındaki orantısızlığın sebebi, her ilin tüm milletvekillerini o ilde en çok oy alan partinin çıkarmasıydı. 1954 seçimlerinde DP oy oranını 57.61’e taşımış CHP ancak 31 milletvekiliyle temsil edilebilmişti. 1957 seçimlerindeyse düşüş artık başlamıştı ama DP gene de yüzde 48 oy almayı başarmıştı. Ne var ki 1954’ten itibaren, bir dönemin özgürleştirici partisi artık eskisi kadar kolay yönetemediği ülkedeki kısıtlı hak ve özgürlükleri kısıtlama yoluna gitti. İçindeki liberal nüve zaten ayrılıp Hürriyet Partisi’ni kurmuştu.

        Demokrat Parti’nin sonraki serencamı Türkiye’ye benzer, popülist liderlerin yönettiği, özellikle Latin Amerika ülkelerindeki gidişata uygundu. Yükselen enflasyon, artan toplumsal muhalefeti baskıyla dizginlemeye çalışma, otoriterliğin dozunu artırma ve bir darbeyle demokratik sürece ara verilmesi. Her ülkenin ordusunun darbeyi yaparken kullandığı söylem, ideolojik referanslar farklı da olsa model üç aşağı beş yukarı buydu.

        DP’nin popülizmi aslında köylülüğün siyasi sisteme entegre edilmesini sağlamış rejimin meşruiyet tabanını da güçlendirmişti. Ne var ki giderek köylülüğe daha fazla yaslanan DP, şehirdeki seçkinlerden uzaklaşmıştı. Baskıcı politikaları nedeniyle de daha önce yanında bulduğu kentli okumuş kesimleri kaybetmişti.

        1960’larda büyüyen kentli nesiller bu nedenlerle 27 Mayıs’ı “ilerici” bir adım olarak değerlendirmeye ayarlanmışlardı. Anayasa’nın, özgürlükleri koruma altına alması, giderek darbe sonrası ilk hükümetin grev ve lokavt haklarını kabul eden yasayı çıkarması, planlama teşkilatının kurulması, kalkınmacı ideolojinin öne çıkması “sol” bir çizginin işaretleri diye değerlendirilmişti.

        Yeni Anayasa sola örgütlenme imkânı da veriyordu. Tüm bunlar ordudan sol siyaset bekleme ve darbeciliği siyaset yapmaya tercih etmeyi beraberinde getirecekti. Üstelik seçimlerde gene ve hep sağ partilere daha fazla destek çıkacaktı.

        İlerici ve modernleşmeci ideolojinin gözbebeği olan 27 Mayıs’ın Türkiye’nin gerçek anlamıyla bir demokrasi olmasının önünde nasıl bir engel teşkil ettiği tarifsiz acılar yaşandıktan sonra anlaşılabildi. 26 Mayıs’ta erken seçime gideceğini ilan etmiş bir Başbakan’ın darbeyle devrilmesi, onun siyasi kadrolarına büyük eziyet edilmesi, sonunda Başbakan ve iki bakanının asılması ülkenin bilincinde derin ve kapanması zor yaralar açtı.

        Rezil bir yargılama, memleketteki adalet duygusunu ve hukuk kavramını sarstı. Darbeye İstanbul hukuk fakültesi profesörlerinin bir hukuki metinle yani fetvayla destek vermesi aslında Osmanlı geleneklerinden pek uzaklaşılmadığını gösterdi. Hepsinden önemlisi seçim müessesesinin ve seçimle iktidara gelenlerin frenlenmesini, baskılanmasını, gerekirse önlerinin kesilmesini mümkün kılan kurumsal düzenlemeler yapıldı.

        Silahlı Kuvvetler rejim üzerinde Milli Güvenlik Kurulu aracılığıyla denetim hakkı elde etti. Sivil siyaset darbe ve idamlar nedeniyle sürekli bir asker korkusuyla yaşadı ve bu vesayeti kıracak cesareti de hemen hiç gösteremedi. 1960’ta yapı taşları döşenen, temel kurumları şekillenen sistem 1982 Anayasası’yla konsolide edildi.

        1960’taki siyasi kriz bir seçimle atlatılmış olsaydı muhtemelen Türkiye demokrasisi çok farklı evrilirdi. Böylesi de, başta 1960’larda ve 1970’lerde hayatları kayanlar tüm ülke için daha hayırlı olurdu.

        Diğer Yazılar