Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Berlin

        Toplantıya Rusya’dan katılan akademisyenlerle konuştuğumda ağız birliği etmişçesine hepsi Putin’in Türkiye’yi bir tuzağa çekmek istediğini söyledi. Rusya lideri, SU-24’ün düşürülmesi karşılığında en azından bir uçak düşürebilmeyi istiyordu. Türkiye’nin Suriye’ye kara harekâtı yapmak üzere girmesi, onlara göre Putin’e aradığı fırsatı altın tepside sunacaktı.

        Rusya Devlet Başkanı’nın Türkiye’ye yönelik hedefi, yalnızca düşürülen uçağın intikamını almaktan ibaret de değil. Putin, Türkiye’nin dış politikasını, ülkede İslamileşme diye değerlendirdiği gidişi ya da en azından bölgedeki İslamcı hareketlerle kurulmuş sıkı fıkı ilişkileri ülkesi açısından bir tehdit olarak değerlendiriyor. Dolayısıyla Türkiye’nin bugünkü hükümetini zayıflatmak için her şeyi yapmaya hazır.

        Suriye özelinde Türkiye’nin, bu ülkenin geleceğiyle ilgili tasavvurunu kabul edilmez bulduğu gibi, Ankara’nın Suriye’nin geleceğinde mümkün olduğunca az etkisi olmasından yana. Bu nedenle Türkiye’nin nasırına basmak üzere PYD/YPG güçlerine destek oluyor. Ankara’nın uçak düşürmeyle işlediği vahim hatadan yararlanarak da Türkiye’yi kendi hava sınırlarına hapsetmiş durumda.

        Halep’in muhaliflerin elindeki bölgelerinin düşmesinin uzaması halinde Türkiye- Rusya arasında sıcak çatışma ihtimali ise NATO’daki müttefikleri kaygılandırıyor. İşin ilginç tarafı, Minsk grubu içinde Rusya’nın nasıl yanlış yönlendirdiğini, söylediği sözleri tutmadığını bilen Batılılılar Suriye konusunda da Moskova’ya güvenmiyor. Cenevre’deki “çatışmaların durması” mutabakatına ne ölçüde riayet edileceğinden de emin değiller. Rusya’nın arzuladığı hedeflere varmadan, ki bunların başında Halep’in tümünün rejimin eline geçmesi geliyor, gerçekten ateş kesmeyeceğini düşünüyorlar.

        Türkiye’nin söylemi de yaptıkları da kaygı uyandırıyor. Ankara’nın bir savaşı arzuladığı, NATO’yu da bir şekilde yanına çekmek istediği görüşü yaygın. Ne var ki, Rusya’nın yaptıkları tasvip edilmiyorsa da Türkiye’nin söylemi, tehdit algısı, buna karşı tutumu da kimseyi haklılığına ikna edemiyor. Türkiye’nin PYD’yi takdimi, dünyanın PYD’yi nasıl gördüğünü değiştirmiyor. İçeride söylenenlerin dışarıda bir hükmü yok ve daha da kötüsü bu söylemle Türkiye’nin bir sonuç alması, müttefiklerinin yaklaşımını değiştirmesi imkânsız.

        Üstelik yoğun topçu ateşine rağmen YPG güçlerinin nüvesini oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri’nin ilerlemeleri, Tel Rıfat’ı almaları, Mare’yi almak üzere olmaları da Türkiye açısından başka bir sorun yaratıyor. “Benim izin vermediğim hiçbir gelişme yaşanamaz” dedikten sonra bunların neredeyse hepsi bir şekilde yaşanınca, Türkiye’nin sözünün ağırlığı da ciddi şekilde azalıyor. Haklı olduğu konularda bile yalnız kalmasının bir sebebi de bu. Birleşmiş Millerler Güvenlik Konseyi’nin dünkü açıklaması da bunu gösteriyor.

        Toplantıya katılan İranlı bir akademisyen, İranlıların hata yaptıklarını hiçbir zaman kabul etmediklerini söyledi. Belli ki bu özellik bölgedeki tüm devletlere özgü. Türk dış politikasında da özellikle Suriye söz konusu olduğunda, sahadaki gerçekliğin Türkiye’nin isteklerinin gerçekleşmesine engel olacağı kabullenilseydi, bugün farklı bir konumda olunurdu. Bu hatayı düzeltmemenin bedeli, en uzun sınıra sahip olduğu komşusunun geleceğinde marjinal bir konuma itilmek olacak.

        Şunun şurasında 4 yıl önce dünya tarafından bölgesel bir güç olarak sözü dinlenen bir ülkenin bugün, üstelik de mezhepçilikten bucak bucak kaçması mutlak bir zorunluluk iken, Suudi Arabistan ile işbirliğinden medet umar hale gelmesi kolay anlaşılır gibi değil.

        4 tehlikeli gün geçirdikten sonra felakete yol açacağı kesin bir savaş ihtimali henüz tamamen gündemden kalkmış değil. Bunun gerçekleşmesi için iç politikanın dış politikayı rehin almasına son verilmesi ve son tahlilde, emekli büyükelçi Ünal Çeviköz’ün de dediği gibi “Kürt sorununda çözüm ve diyalog kartının yeniden masaya” konulması gerekecektir.

        Diğer Yazılar