Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Brüksel’de yapılan Türkiye-AB zirvesiyle ilgili ilk söylenmesi gereken, eldeki belgenin henüz bir anlaşma niteliği taşımadığı. AB tarafı mülteci meselesini de içeren noktaları bir açıklama olarak yayınladı, bir anlaşma olarak değil. Dolayısıyla bu uzun toplantının sonucunun gerçekten bir anlaşmaya evrilip evrilmeyeceğini ancak 17-18 Mart’taki AB zirvesinde göreceğiz

        Bugünle o zirve arasında, pazar günü Almanya’da üç eyalette seçimler yapılacak. Bu seçimlerin Şansölye Merkel’in siyasi geleceği açısından öneminin hayli yüksek olduğu söyleniyor. Merkel, Almanya’nın sınırlarını mültecilere açarak ve geçen yıl 1 milyon kadar mülteciyi kabul ederek ciddi bir risk aldı. Hem iç politikada mülteci karşıtı akımların güçlenmesine yol açtı, hem de AB içinde sert bir muhalefetle karşılaştı. Bu ters tepkinin eyalet seçimlerinde partisine ne bedel ödeteceğine bağlı olarak gücünü koruyacak ya da koruyamayacak.

        Merkel’in siyaseten zayıflamış halde gittiği bir zirvede Macaristan’ın ve ona destek verenlerin inadını kırması da zor olacaktır. Zaten nereden bakılırsa bakılsın bu anlaşma, eğer gerçekleşecek olursa, bir Almanya-Türkiye anlaşması. Şansölye Merkel ile Başbakan Davutoğlu’nun zirveden önce pazar günü saatlerce konuşmaları da bu algıyı güçlendiriyor. Bir bakıma Türkiye ile Almanya ilişkisi Merkel’in mülteci krizi karşısında aldığı tavır nedeniyle stratejik boyutu daha ağır basan bir hale geliyor.

        Merkel gibi sağlamcı bir siyasetçinin ciddi riskleri ve Türkiye demokrasisine giderek artan eleştirileri göze alarak bu işe soyunması da ancak stratejik bir hamle olarak değerlendirilebilir. Türkiye açısından da, kamuoyuna yansıtılan görüntü ne olursa olsun, uluslararası sistem içinde bugünkü yalnızlığın taşınması giderek zorlaşıyor.

        O nedenle son aylarda Dışişleri Bakanlığı’nın mesaisinin önemli bir bölümü AB’ye yönelik siyasetin belirlenmesine, atılacak adımların hazırlanmasına harcandı. Beyhude işbirlikleri, hevesler ve emperyal hayallerin boşa çıkmasından sonra AB ile ilişkilerin güçlendirilmesi gerekiyor. AB’nin derin bir varoluşsal kriz içinde debelenmesine, Türkiye’de pek çok çevrenin içine bu zorunluluğun sinmemesine rağmen durum böyle. Bu gereklilik Türkiye’nin, Yunan adalarındaki Suriyeli olmayan tüm mültecileri geri alma taahhüdü vermesinden de anlaşılıyor.

        AB yaşadığı krizler karşısında bir bütün olarak karar veremiyor. Tutarlı stratejik tavır da alamıyor. Üyelerin çıkarları birbirinden farklı ve bir kısmı Rusya yanlısı tutum almaya meyyal. Türkiye’nin bu durumda stratejik önemi Rusya’yı birinci tercih olarak görmeyenler açısından da artıyor kuşkusuz. AB’nin stratejik sicili ve kabiliyeti bulunan iki üyesi Britanya ve Fransa oyundan çekilmiş ya da düşmüş gibi. Bu da Almanya’yı neredeyse kendisine rağmen dizginleri eline almaya sevk ediyor.

        Türkiye’deki demokrasinin sorunları ve buradaki hak ve özgürlük alanlarının daralması hakkında AB’nin cılız bile sayılmayacak tepkiler vermesi bu yapılmış tercihin diyeti. “AB devlet veya hükümet başkanları açıklaması” metninde demokratik değerler ve ilkeler babında yazılan tek cümle şu: “AB devlet veya hükümet başkanları Türkiye Başbakanı’yla Türkiye’de medyanın durumunu da tartıştılar”. Bunun AB’nin temel ilkeleri açısından yüz kızartıcı bir durum yarattığına kuşku yok. Ama aynı zamanda kamuoylarında, yöneticiler katında bir huzursuzluk yarattığına da.

        Şimdilik, mülteci krizinin aşılması birinci öncelik olarak her şeyi arka plana itiyor. Bu da Türkiye’nin elinin pazarlıkta daha güçlü olduğu intibaını güçlendiriyor. Ne var ki, eğer anlaşmaya varılırsa ve hele Kıbrıs’ta bir mutabakat olur, yargı reformunun da içinde bulunduğu fasıllar açılırsa Türkiye’nin de kulübün kurallarına daha uygun davranması daha güçlü şekilde talep edilecektir.

        Diğer Yazılar