Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Dün Enka Okulları’nda, merhum Dışişleri Bakanı İsmail Cem ve Yunanistan’ın sabık başbakanlarından, Cem’in Türk- Yunan barışının inşasındaki ortağı Yorgo Papandreu’nun adına ilk barış ödülleri verildi. “Cem-Papandreu Barış Ödülü”nü alan ilk iş insanları, Türkiye’den Şarık Tara ve Yunanistan’dan Theodor Papaleksopulos oldu. Benim de 1998 yılından beri çalışmalarına katıldığım, örnek bir “ikinci kanal diplomasisi” çabası olan Yunan-Türk Forumu da ödüle layık görüldü.

        Türkiye ile Yunanistan ilişkilerinin en netameli günlerinde rahmetli Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya’nın inisiyatifiyle düzenlenen bir konferansın ardından, Londra merkezli RUSI (Kraliyet Bileşik Hizmetler Enstitüsü) ve Oslo merkezli PRIO’nun (Oslo Barış Araştırma Enstitüsü) uzmanlık katkılarıyla iş insanları, akademisyenler, gazeteciler ve emekli diplomatlardan oluşan grup çalışmalarına başlamıştı.

        18 yıllık süre içinde forum giderek iki devletin desteğini de alarak toplantılarını sürdürdü. Ege sorununun çözümüyle ilgili bir belgeyi hazırlayarak taraflara sundu. Son zamanlarda Kıbrıs meselesine yoğunlaştığından 2006 yılından sonra Türk ve Rum Kıbrıslılar da gruba dahil edildi. Bu grubun toplantıları sayesinde eski Dışişleri Bakanımız İlter Türkmen’in diplomasi, rahmetli Mehmet Ali Birand’ın da gazetecilik ve diplomasi analizi konularında rahle-i tedrisinden geçtim.

        İsmail Cem Dışişleri Bakanlığı döneminde, hayli zor şartlarda soğuk savaş sonrasının hareket hattının şekillenmesine de bir hayli katkı yapmıştı. Türk dış politikasının 2000’li yılların ilk 10 yılındaki başarılı performansı, aslında o dönemlerde hazırlanmış zemine çok şey borçludur.

        Cem ve Papandreu’nun işbirliğinin yoğunlaştığı yıllar, Türkiye’nin AB üyelik sürecinde nihayet ileriye yönelik adımlar atılabildiği dönemdi. O yılların Türkiye’sinin adaylığı, Avrupa Parlamentosu’nun ciddi desteğine sahipti. Hatta bugünkü iktidar partisinin 2000’li yılların sonunda yaşadığı pek çok badirede, genelinde Avrupa Birliği ve özel olarak da Avrupa Parlamentosu koruyucu bir zırh işlevi görmüştü.

        Bugünün Avrupa Parlamentosu çok farklı bir üye dağılımına sahip. Vekillerin yüzde 25’i, bizatihi AB’nin varlığına karşı çıkan siyasi görüşlerden. Türkiye’nin üyeliğine sıcak bakanların oranı kuşkusuz geçmişe göre çok düşük. Ancak parlamentoda iktidar hâlâ AB’nin bugünlerde hayli aşınmış değerlerini ve ilkelerini önemseyen siyasi akımların temsilcilerinde. Dolayısıyla onların raporunu AB yönetimi ve üye ülkelerin ilkesizliğiyle karıştırmamak gerekir.

        Parlamento raporunun “Ermeni soykırımı”na atıfta bulunduğu için Türkiye tarafından yok hükmünde görülmesi, içeriğinin yok olmasına yetmiyor. Tersine rapordaki tespitler olgulara ve gözlemlere dayalı olduğundan ortaya çıkan Türkiye fotoğrafı bir hayli tatsız. Bu tatsızlığa yol açan göstergeler konuyla ilgilenenler açısından meçhul de değil. Parlamento raporu Türkiye’de demokratik değerlerden ve uygulamalardan, hukukun üstünlüğünden geriye gidiş olduğunu savunuyor. AB bağlantılı ve bir zamanlar “Zaten kendimiz için yapıyoruz” denilen reformlardan, yerine getirilmesi gereken Kopenhag kriterlerinden geri düşüldüğü tespitini yapıyor.

        Parlamento, terör yasasını ve buradaki terörizm tanımının esnekliğini, Güneydoğu’daki sokağa çıkma yasaklarını, temel hak ihlallerini, sivil can kayıplarını eleştirirken, PKK’nın şiddete dönmesini de kınıyor. Komisyona da Türkiye raporunu mülteci meselesi nedeniyle geciktirdiğinden dolayı ayar veriyor. Kısacası parlamento raporu kendisinden beklenen unsurları barındırıyor.

        Bu raporun, tıpkı ABD Dışişleri Bakanlığı raporu gibi fazla bir yankısı veya etkisi olmayacaktır. Ama Türkiye’nin kendisini hangi değerler sistemine, ittifak çerçevesine ait hissettiği ve bu toplumun kendisini nasıl bir rejime layık gördüğü soruları yerli yerinde durmaya devam edecektir. Bu cevabı ararken Cem’in yokluğu da hissedilecektir.

        Diğer Yazılar