Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Kimlikleri katı, değişmez, ezelden ebede taşıdıkları kemikleşmiş özelliklere göre tanımlamak, son zamanların siyasi modası. Karışık nüfusların yaşadığı yerlerde bireyleri ve toplulukları bir “öz” kimliğe indirgemek, kimlik üzerine kurgulanmış dışlayıcı, giderek şiddeti kutsayıcı hareketlerin de işine geliyordu.

        Böyle bir ortamda Müslümanların içinde yaşadıkları Müslüman olmayan toplumlara nasıl uyum sağlayacakları sorusu gündeme yerleşti. Gerek aşırı İslamcılar, gerekse bu toplumlardaki ırkçılar veya aşırı muhafazakârlar bunun asla gerçekleşemeyeceğini, ortada dinlerden/kimliklerden kaynaklanan özcü bir uyuşmazlık olduğunu savundular. ABD gibi, yani göçmenler tarafından kurulmuş ve ona göre kurgulanmış bir ülkede Meksikalıları duvarların arkasında bırakmayı, Müslümanları ülkeye sokmamayı savunan biri, başkan adayı olabildi.

        Genelde Trump’ın savunduğu yönde giden rüzgârlara rağmen, dışlayıcı/milliyetçi Bağımsızlık Partisi’nin yükselişte olduğu İngiltere’de, başkent Londra’da Pakistan asıllı, babası otobüs şoförü olan İşçi Partili bir Müslüman, tarihteki en yüksek oyu alarak belediye başkanı seçilebildi. Kriz içinde kıvranan Partisine deseçimlerin ideolojik takıntı ve lafla değil, çalışarak, somut ihtiyaçlara cevap verecek politikalar üreterek kazanılabileceğini gösterdi. İşin ilginci, seçilmiş başkan Sadık Han geçmişte radikal, şiddete bulaşmış örgütlerle yakın ilişkileri de olan bir siyasetçiydi.

        Han’ın bir zamanlar ülkesini sömürgeleştirmiş imparatorluğun başkentine belediye başkanı olabilmesi, kuşkusuz tarihsel açıdan bir dönüm noktası. Bu seçimin İslam düşmanlığı ve İslamcı korkusunun doruklarda dolaştığı bir dönemde gerçekleşmesi, olayın önemini daha da artırıyor.

        Londra gibi her milletten insanın hayat kurduğu, serdengeçti ruhlarla finansçıların bir arada yaşadığı, işçi sınıfının güçlü olduğu kente yakışan bir seçimdi. Han böyle bir şehre layık olduğunu gösterecek şekilde açıklığı, entegrasyonu, ırkçılık ve cinsiyet düşmanlığına karşı fırsat eşitliğini savunarak seçildi. Ancak başarısının sırrı yalnızca kimlik siyaseti alanında aldığı tutumda değildi. Han öncelikle kendisini seçmene iyice tanıtarak onların güvenini kazandı. Daha da önemlisi, Londra’da yaşayanların gündelik hayatlarıyla ilgili 3 somut söz verdi.

        Birincisi, 4 yıllık belediye başkanlığı sırasında toplu taşıma ücretlerine zam yapmamaktı. İkincisi, dünyanın her yerinden kişilerin ev alabildiği Londra’da önceliği şehrin sakinlerine verme sözüydü. Üçüncüsü ise kiraları denetim altına alma planıydı.

        Bugün kendisini “Ben Londralı, Avrupalı, Britanyalı, İngiliz, Müslüman inancına sahip, Asya kökenli, Pakistan asıllı bir baba ve eşim” diye çok boyutlu bir kimlikle tanımlayan Han, bir dönem İslamcı aşırılarla haşır neşir olmuş, bunların en tatsızlarını savunmuş.

        Han’ın, Mısır’da Hizbüt-Tahrir üyesi olarak hapisteyken avukatlığını yaptığı Macid Nawaz, özel hayatında gayet liberal bir Müslüman olan Han’ın aşırı İslamcılıkla bağı olmadığına tanıklık ediyor. Yalnızca bir siyasetçi olarak bu bağlantılardan yararlandığını, rakibi olan bir Ahmedi’nin Sünni çevrelerce sözel lince tabi tutulmasına dahi seçilmek için karşı çıkmadığını da anlatıyor.

        Londra sakinleri, Han’ı seçerek dünyaya güçlü ve değerli bir mesaj verdiler. Önyargılara, korkulara, inançlara sığınma ihtiyacına yaslanarak siyaset yapan ve nefret köpürten siyasetçilerin ön plana çıktığı bir dünyanın tek model olmadığını gösterdiler. Bugünün dünyasında insanlıkla kavgalı aşırıların ve şiddet müptelası zıpırların önerdiğinden başka bir tasavvurun mümkün olduğunu teyit ettiler. Yani karmaşık kimliklerin mümkün, bir arada yaşama imkân ve iradesinin var olduğunu kanıtladılar. Trump ve benzerlerinin kabileciliğine ve yerelciliğine güzel bir panzehir oldu.

        Diğer Yazılar