Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Neredeyse 20 yıl önce, o sırada Bilgi Üniversitesi’nde ders veren emekli büyükelçi Aydın Alacakaptan, Musul meselesinden bahsettiği bir sohbette, müzakereler sırasında İngilizlerin Türkiye’yi İstanbul’u bombalamakla tehdit ettiklerini söylemişti. Musul meselesinin Lozan’da çözülmemesinin nasıl itirazlara yol açtığı zaten iyi bilinir. Sonunda bu Osmanlı vilayetinin her türlü desise sonucu İngiltere’nin mandası olan Irak’a katılması, Süleyman Demirel’in yıllarca tekrarladığı gibi Meclis’te çok gözyaşı akmasına yol açmıştı.

        Dolayısıyla Musul vilayeti toplumsal ortak bilinçte zaten Türkiye’ye ait olması gereken bir yer gibi düşünüldü hep. Toplumsal duyarlılıkların ve bilincin Musul’u Türkiye’nin bir parçası olarak görmesi, uluslararası hukuk için de bunun böyle olduğu anlamına gelmiyor elbette. Ne var ki son gelişmeler Musul’la ilgili heveslerin bugünün şartlarında yeniden canlandığına işaret ediyor. Lozan’la ilgili başlatılan tartışmanın da asıl hedefi adalardan çok Musul olsa gerek. Amaç Musul’u almak değil herhalde ama orada yaşanacak gelişmelerin yönünün tayininde Ankara mutlaka söz sahibi olmak istiyor.

        Bu hedefe yönelik olarak kullanılan dil eleştiriye iki bakımdan çok açık. Birincisi, egemenlik konusunda olağanüstü hassas olan Türkiye’nin dili, Irak’ın egemenliğini göz ardı eder gibi algılanıyor. Irak Meclisi’nin ve hükümetinin “Başika’dan çıkın” kararı ve bu hükümetin meşruiyeti sorgulanıyor. Buna bağlı olarak Türk ordusunun orada olmasını sağlayan Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne atıfta bulunularak, bugüne dek hep şikâyetçi olunan bir iş yapılıyor.

        Daha önce enerji anlaşmaları konusunda yaptığı gibi, Türkiye Kürtlerin egemen bir birim gibi kendi dış ve güvenlik politikaları olduğunu kabul ettiğini gösteriyor. Başka hiçbir devlet KBY’ye benzer bir yaklaşım göstermiyor. Ne ilginçtir ki dünyanın (Batı’nın) “bağımsız Kürdistan”ı çok istediğine iman etmiş, konuya çok hassas Türkiye kamuoyunda, bu hiç yankı bulmuyor.

        Konunun ikinci sorunlu yanı, meselenin mezhep karşıtlığı üzerinden şekillenmesi. Bu şekilde Türkiye kendisini bölgenin tüm unsurlarıyla ilişki kurabilen ve bir nevi hakem gibi gören konumdan çıkarak Şii hilalini dengeleyecek bir Sünni birlikteliğinin unsuru haline gelmiş bulabilir. Irak rejimi İran kuklası olarak değerlendiriliyor ve Başika’daki TSK varlığına itirazın Tahran’ın ve ABD’nin baskıları sonucu yapıldığı düşünülüyor.

        Türkiye’nin oradaki askeri mevcudiyetini bitirmek istememesinin nedenlerinden biri, Musul’un geleceği üzerinde söz sahibi olmak. Ancak böyle bir hedefe mezhepçiliği iyice zorlayarak ulaşmak mümkün değil. Hatta Musul kurtarıldıktan sonra çıkması beklenen şiddet dalgasının kötü etkilerini engellemeniz de bu tavırla mümkün olmaz. Ankara’nın bir başka hedefiyse PKK üzerinde baskı kurabilmek, Sincar bölgesinde örgütün askeri varlığını dengelemek. Reelpolitik açısından bunu anlamak zor değil.

        Ne var ki bu hedeflere varabilmek için kullanılan dilin, Suriye’de Türkiye’yi kötü bir batağa çekmiş mezhepçi tutumun yeniden canlandırılmasının Türkiye’nin bekasına, huzuruna ve refahına ne ölçüde katkıda bulunacağını da iyi düşünmek gerekir.

        Diğer Yazılar