Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        GÜNDEMİNİZDEKİ her konuyu bir beka meselesi olarak algılar ve tartışırsanız asıl beka sorununu kendiniz yaratmış olursunuz. Tabii bunun böyle olduğunu anlamak için hatalardan ders çıkarmayı bilmek, geçmişin nesnel ve dürüst bir muhasebesini yapmak ve hepsinden önemlisi devlet fetişizminden vazgeçip toplumun çıkarı ve yararı için nelerin önemli ve değerli olduğuna dair bir mefhuma sahip olmak gerekir.

        Yoksa aynı hataları, günahları tekrarlarsınız. Dârülfünun’u kapatır, 1940’larda üniversitedeki en parlak beyinlerinizi mahkemelerde süründürüp kaçırır, 1960’larda tasfiye eder, 1980’lerde hapse atmazsanız işsiz bırakarak süründürürsünüz. Sonuç, ülkenin fakirleşmesi, değer kaybetmesi, geleceğini kurabilecek birikimden yoksun bırakılmasıdır.

        Şu sıralarda dünyanın hemen her yerinde hukukun üstünlüğü, bireysel hak ve özgürlükler, düşüncenin özgürce ifadesi, sözün özgürce yayılması ve hepsinden önemlisi entelektüel-düşünsel haysiyetin korunması gibi değerler saldırıya uğruyor aslında.

        Gelişmiş ülkelerde dayatmacılıkla başa çıkabilmek için elde epeyce araç var. Piyasa her şeye rağmen özerk unsurlardan biri. Baskıyla ya da kırbaç gibi şaklayan bir dille piyasadaki üretici ya da tüketici tüm unsurları zapturapt altına almak kolay değil. Yargıçlar, eğitimini aldıkları hukukun hem usulüne hem felsefesine sahip çıkacak ferasete ve cesarete sahipler. Bu cesareti besleyenler arasında yaşadıkları toplumlarda yüzyıllar içinde oluşagelmiş gelenekler ve özerkliklerini koruyabilen başka kurumlar da var elbette.

        Popülist dalgaya kendini kaptırmış her yerde entelektüel hayat, düşüncenin kendisi, aykırı olanı savunmak veya bunun üzerinden tartışma açmak zorlaşıyor. Tam da bu nedenle üniversite, bünyesinde barındırdığı tüm sorunlara rağmen, layıkıyla işini yaptığında toplumun deniz feneri olma görevini yerine getiriyor. Bugün Trump ya da Marine Le Pen ya da benzerleri karşısında bir mücadele verilecekse bunun ön saflarında yer alacaklar arasında akademisyenliği memurluk diye algılamayan, hayatlarını bilime, düşünceye, işlerinin gereğini yapmaya adamış insanlar var.

        Zaten akademisyenlik memuriyet değildir, olmamalıdır. Memuriyet diye yapılan akademisyenlikten kimseye hayır gelmez. Üniversiteler düşünen, üreten, çalışan, yaratıcılıklarıyla öne çıkan, yaptıkları işe değer katan, dünyaca da bu katkıları bilinen mensuplarını bozuk para gibi harcadıklarında ilk darbeyi kendilerine vururlar.

        Ondan sonra da her ne kadar bu çıplak göze batmasa bile, giderek bir toplumun düşünsel köklerinin kurumasına, geleceğinin köreltilmesine, bilginin üretilememesine yol açar. Üniversite eğer aykırı düşünmeyi, bunu açıkça dile getirebilmeyi, etraflıca tartışmayı imkânsız hale getirirse artık toplumsal işlevini de yitirmiş demektir. Bugün tam bir cadı avına sahne olan üniversitelerden “En başarılı, en çalışkan, nitelikli insanların atılmasına seyirci kalınmasın” diye haykıranların, Mülkiye önündeki sahnelerden utananların derdi budur, bundandır.

        Belki de az gelişmişlerle gelişmişleri ayıran en önemli fark da buradadır. Gelişmiş ülkeler hatalarından dönmeyi, en azından bunları tekrar etmemeyi becerirler. Türkiye gibi ülkelerde her dönemin muktedirleri beğenmedikleri akademisyenleri ezmeye çalışırlar. Aslında ezerler de. Hayatlar dağılır, meslek çizgileri kırılır, insani ve ailevi zorluklar, sıkıntılar artar. “Tarih bizi haklı çıkaracak” doğru bir sözdür, ama kısa vadedeki pratik değeri pek de yüksek değildir.

        Türkiye’nin en parlak evlatlarını ezme, tasfiye etme, kaçırma, onlardan yararlanmaktansa hayatlarını zehretme sicili eskidir ve tutarlıdır. Bir dönem mağdur olup bunun rantını yemişlerin suskunluk sicili de ideolojiden bağımsız olarak, aynen böyledir.

        Tarih bize bir şey öğretiyorsa o da, bu, ülkeye de topluma da hayır getirmez.

        Diğer Yazılar