Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Savaşın acıları unutulup anıları silikleştiğinde savaştan neden kaçınıldığı da unutulmaya başlar. Dünyanın 70 yıldır savaş görmemiş belli başlı gelişmiş ülkelerinde bu barış dönemini yaratan sistemin, mantıksal temeli yokmuş gibi gözüken bir başkaldırıya maruz kalması, biraz da bu unutkanlığın sonucu.

        Arka plandaysa, ülkesine göre değişen oranlarda başka unsurlar da bu noktaya gelinmesinde rol oynadı. Bir taraftan teknolojik gelişmenin, ekonomik durgunluğun orta sınıflar ve işçilere ödettiği bedel, diğer taraftan da küreselleşme yüzünden göçmenlerle karşılaşmanın yarattığı kültür çatışması bunlar arasında sayılabilir.

        Bu maddi koşullara dayalı bir sınıfsal analizin elbette geçerli tarafları çok. Ancak bunların yanı sıra hayata anlam katacak bir heyecan, bir duygudaşlık, dayanışma duygusunun aranmasının da popülist dalganın analizine dahil edilmesi gerekiyor. Liberal sistemin değerleri sonuçta sınıfsal tercihleri, rafine edilmiş tercihleri, aşırı hassas bireysel hatta bireyci bir dili de beraberinde getirdi.

        Bu dilin tanımladığı normların dışında kalanlar da dışlandılar. Mesele bu değerler kümesinin iyi ya da kötü olması, siyasi doğruculuğun geçerli sayılıp sayılmaması değil. Bilerek ya da bilmeyerek liberal, çokkültürcü değerleri savunanlar, dışlayıcı olmakla suçladıkları grupların “öteki”ne yönelik tavrında kabilecilik görenler, kendileri de kabileci bir tavrı aslında benimsemiş oldular.

        Ekonomik ve siyasi güç kadar kullanılan dile de egemen olanların yarattığı dünyadan “diğerleri” pek görülmedi. Onların kültürel farklılıkları ya da siyasi doğrulukla uyuşmayan yaşam tarzları, değerleri ve dilleri de küçümsendi. Tabii bu tavır dışlananlarda öfkeyi biledi, tepkilerini keskinleştirdi.

        Donald Trump siyasi başarısını bu durumu iyi okumasına ve sömürmeyi bilmesine borçlu büyük ölçüde. Ülkenin medyasına açtığı savaş ve bunun yol açtığı kutuplaşma, Trump’ın taraftarlarının öfkesini diri tutmaya, dayanışmayı güçlendirmeye yönelik. Yürütme erkini elinde tuttuğu için de bu stratejisi başarılı olma şansına sahiptir.

        Sahiptir zira Beyaz Saray’da stratejiyi belirleyen kişi, Steve Bannon, seçkinlerin içinde çalışmasına rağmen onların kozmopolit dünya görüşlerini benimsememiş, tersine beyaz Amerikan milliyetçiliğine yeni bir ivme kazandırmak için harekete geçmiş biri. Dünya görüşüne uygun olarak korumacı ekonomi politikalarını savunurken, giderek kendini korumasız hisseden beyaz Hıristiyan Amerika’nın imtiyazlarını korumaya ahdetmiş bir kimlik politikasının söylemini benimsiyor. Liberal dönemin değerleri umurunda değil.

        Bu şekilde de küreselleşmenin kaybedenlerini, tıpkı Fransa’da Marine Le Pen’in yaptığı gibi harekete geçirmeyi başarabiliyor. Financial Times Gazetesi’nden Philip Stephens’in yazdığı gibi, Trump’ın bayraktarlığını yaptığı “Önce Amerika” sloganlı dış politika da bu dünya görüşünün bir sonucu. “Bannon, İslam ile bir medeniyet çatışması, Çin’le ise bir savaş öngörüyor. Putin’e sıcak bakmasının sebebiyse kafasındaki bir barbarlar tehdidine karşı inanç ve kültürel dayanışma arayışından.”

        Stephens’in naklettiğine göre George Orwell, Hitler’in kitabı “Kavgam” hakkında yazdığı eleştiride, insanların maddi ihtiyaçlarının tatmini kadar, “Mücadele ve özveride bulunmayı da istiyorlar, bandolar, bayraklar ve sadakat gösterileriyle birlikte” saptamasını yapmış. Yani “öteki”lerden kendilerini ayıracak bir ortak aidiyeti arıyorlar.

        Savaşın vahametini unutan bir dünyada bu tarz siyasetle mücadelenin birinci koşulu, şu sırada ABD’de ve Avrupa’da dışlayıcı, otoriter heyecanları körükleyenlere karşı mücadele edenlerin yaptığı gibi değerlere sahip çıkmak. Onun da ötesinde kendini dışlanmış, küçümsenmiş, ezilmiş hisseden toplum kesimlerine kendi değerlerinizi aktaracak dili ve örgütlenmeyi bulmak gerekiyor. Bunun başarılıp başarılamayacağı, bu yüzyılda nasıl bir dünyada yaşayacağımızı da belirleyecek.

        Diğer Yazılar