Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Ortadoğu daha bir süre dünyanın ilgisini çekmeye devam edecek olsa bile aslında giderek ehemmiyetsizleşecek sanırım. Ürettiği şiddetin maktulleri geleceklerini yitiren bölgenin toplumları. Bu iç karartıcı manzarada dış güçlerin elbette bir payı var ama ortak bir siyasi proje etrafında birleşmeyi beceremeyen, toplumlarına kendi kaderleri üzerinde söz sahibi olma hakkı tanımak istemeyen yerel seçkinlerin payı da azımsanacak gibi değil.

        21. yüzyıl tarihi, Asya’nın doğusunda ve Pasifik Okyanusu kıyısında yaşanacağa benzer. Bunda da anlaşılmayacak bir durum yok. Bu havza dünyanın ekonomik açı- dan en dinamik ülkelerini, en başta da Çin’i barındırıyor. Her ne kadar şu sıralarda bazı sıkıntılar yaşıyor olsa bile Çin’in ekonomik yükselişi sürecek. Buna koşut olarak Pekin siyasi ve stratejik güç de biriktiriyor. Bunun bir sonucu kendini hep “Orta Krallık” diye tanımlayan Çin’in uluslararası sistemde daha etkili hale gelmesidir.

        Uluslararası sistemin savaşa yol açabilecek en güçlü dinamiği, yükselmekte olan bir gücün sisteme dahil edilmesinin formülünün bulunmamasıdır. Bu durumda yükselen güç, kendi gücüne uygun bir konumu elde etmek için siyaset para etmezse askeri seçeneğe baş vuracaktır. Yerleşik gücün yükselen güç karşısında 3 seçeneği bulunur: Dengeleme, çevreleme, çatışma. Çin’in yükselişi karşısında Obama yönetimi dengeleme ile çevreleme arasında bir siyaset izledi. Trump ise çatışmacı bir çizgiyi tercih edecek gibi.

        Çin dışındaki Doğu Asya ülkeleriyle Güney Amerika’nın Pasifik kıyısındaki ülkelerini ABD ile bir araya getiren Pasifik Ötesi Ortaklık Ticaret Anlaşması (Trans-Pacific Partnership, TPP), Obama siyasetinin en önemli unsuruydu. ABD bu şekilde kendisini Pasifik ekonomisinin ayrılmaz bir parçası haline getirecek, Çin’in ekonomik gücünün etkisindeki ülkelere dengeleme konusunda yardımcı olacaktı. Anlaşma ticaretle ilgili olsa da hedefi siyasi/stratejikti ve Çin’i dengelemeyi/çevrelemeyi öngörüyordu.

        Donald Trump’ın göreve başlar başlamaz ilk yaptığı iş bu anlaşmayı iptal etmek oldu. Mantık kurallarını da epey zorlayarak bu anlaşmanın en büyük kazananının Çin olduğunu iddia etti. Aslında gerçekten de Çin yerleşik ticaret düzeninin kurallarından ve Amerikan piyasalarına kolayca erişimden yararlanarak kendi büyümesini sağladı. Üstelik de bu süre zarfında, kendisi güdümlü bir ekonomi politikası izledi ve küresel düzenin korunmasında sorumluluk üstlenmedi.

        Trump’ın 1987’den beri siyasetle ilgili tüm beyanlarındaki en önemli sabit nokta, ticarette korumacılığa inanması. Ona ve en yakın yardımcısı Steve Bannon’a göre ABD’nin piyasalarını korumamasının bedelini Amerikan işçi sınıfı ağır bir şekilde ödedi. Her ne kadar istihdam kaybının asıl nedeninin teknolojik değişim, ticaret açığının asli sebebinin de ABD’nin tasarruf açığı olduğu belliyse de Trump ekonomik milliyetçilikten şaşmayacaktır. Zira Trump ve şürekâsı ABD’ye de zarar verecek bir ticaret savaşından Çin’in daha fazla zayıflayarak çıkacağına inanmakta.

        Kısacası yükselen güç Çin’in önünü kesmek için dış politikadaki temel meselelerini ticaret, göç ve terörizm olarak tanımlayan Trump yönetimi hayli saldırgan bir tutum benimseyecektir.

        Ticaret konusundaki baskının aynı zamanda jeopolitik bir baskıyla perçinlenmesi durumunda iki ülke arasında özellikle Tayvan, Güney Çin Denizi ve Kuzey Kore üzerinden çatışma ihtimali de bulunan gerginlikler yaşanması ihtimal dahilindedir. Nitekim Trump’ın ticaret danışmanı Peter Navarro, ABD’nin “Tayvan gibi dostlarını, giderek ticari ortak ve stratejik rakipken saldırgan bir düşmana dönüşen Çin’e kurban etmemesi gerektiğini” yazmıştı.

        Beyaz Saray’daki asıl güç kaynağı Steve Bannon da 2016 başlarında “5-10 yıl içinde Güney Çin Denizi’nde savaşa gideceğiz. Bunda hiç şüphe yok” demişti.

        Nostaljik bir güç arayışı içindeki hegemon, gerçekten de dünya düzeni açısından ciddi bir kriz üretme potansiyeline sahiptir.

        Diğer Yazılar