Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        AB ile ilişkilerin bugün vardığı noktadan karşı tarafı sorumlu tutmak, Türkiye’nin vazgeçilmez meşgalelerinden ve şikâyet konularından birisidir. Bu düşüncenin uzantısı, “Şu kadar yıldır bekletiliyoruz” sözüdür. AB’nin ya da en azından üyelerinin bir kısmının Türkiye’nin üyeliği hakkındaki olumsuz duruşlarında, bir zamanlar Yunanistan’ın engellemelerinin payı elbette küçümsenemez. Ama gene de bu söylenen söz tam olarak doğru sayılmaz.

        Gerçi Celal Bayar’ın Yassıada’ya götürülürken motorda Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’ya “Bize şu müşterek pazarı bir anlatın” dediği efsanevi bir an yaşanmıştır. Dönemin Avrupa Ekonomik Topluluğu ile yapılan Ankara anlaşmasını kotaran bürokratların hedefe olan inancı sarsılmazdır. Müzakere ederek siyasetçilere imza için sundukları metnin, “monşer” diye küçümsenen geleneğin önemli başarılarından biri sayılması gerektiği de ortadadır.

        Ne var ki 1959’dan başlayan tarihe bakıldığında ortada “Bizi hep beklettiler” denecek bir sicil de gözükmemektedir. Ankara’daki siyasiler, devletin güvenlik ve ekonomik bürokrasisi, iç piyasada rekabet istemeyen sermaye kesimleri meseleye hep ikircikli yaklaşmış, aslında gönülleri olmadığı halde topu çevirerek durumu idare etmişlerdir. Türkiye’nin temel zihinsel çelişkisi, yani Batı’dan sürekli kuşku duyarak, hatta bazen nefret ederek gene de Batılı olma iddiasını sürdürmek hevesi, hatların karışmasına neden olmuştu. Alman Yeşiller Partisi’nin düşünce kuruluşu Heinrich Böll Vakfı için “Türkiye-AB İlişkileri: Geçmiş, Bugün ve Gelecek” başlıklı bir makale yazan emekli büyükelçi Selim Kuneralp, bu noktayı tüm çıplaklığıyla anlatıyor. Türkiye’nin AB Büyükelçiliğini de yapan Kuneralp’e göre, neredeyse anlaşma imzalanır imzalanmaz hükümetler bunun hükümlerini uygulama konusunda yan çizmeye başlamıştır.

        1970’lerde Türkiye’de o zamanki adıyla “Ortak Pazar” olarak bilinen projeyle ilgili en güçlü sloganın “Onlar ortak, biz pazar” olduğu düşünülürse, solcusu, sağcısıyla ülkenin bu davayı içten sahiplenmeye pek niyeti olmadığı anlaşılır. NATO üyesi Türkiye’nin üçüncü dünyacı damarlarının hayli kabarık olduğu yıllardır bunlar.

        Kuneralp’e göre bu davranışın ana nedenlerinden birisi, İkinci Dünya Savaşı’na katılmadığı için Nazi işgali veya Sovyet işgali görmeyen, dolayısıyla milliyetçi reflekslerin yarattığı hasarı bilmeyen, barış içinde ilerleme arzusunun arka planını kavramayan “(Türkiye’nin), Avrupa Ekonomik Topluluğu’nu yaratan kurucu babaların motivasyonlarını paylaşmamasıdır”. Turgut Özal’ın 1987’deki tam üyelik müracaatının ardından, içerideki bürokratik ve iş çevrelerinden gelen muhalefete rağmen AB üyeliği bir stratejik hedef haline dönüşmüştür. Bir zamanlar çok direnilen Gümrük Birliği ise Türk sanayiinin dünya ölçeğinde rekabetçi hale gelmesini sağlayan önemli bir itici güç olmuştu.

        AK PARTİ HIRSLA SARILDI

        Türkiye’nin yerleşik sisteminin hem ekonomik hem de siyasi anlamda tefessüh etmesinin ardından 2002’de iktidara gelen AK Parti ise bir yandan, toplumdaki “AB ipine sarılalım, belki o zaman kendi yetersizliklerimizi aşma fırsatı buluruz” havasını iyi anlayıp buna uygun mesajlar vermişti. Diğer yandansa, Türkiye siyasetinin liberalleşmesi için gelen baskılara direnen eski düzenin bürokratik, askeri ve yargı ayaklarının zayıflaması kendi siyasi bekası açısından da gerekli olduğundan meseleye daha bir hırsla sarıldı.

        Kuneralp’e göre, “AKP’nin 2002’de iktidara gelmesi, 1923’te Cumhuriyet’in kuruluşundan bile daha gerçek bir toplumsal devrime tekabül ediyordu... (Yeni seçkinlerin) yönelimi pek de Batı’ya yönelik değildi ancak kendilerinden önce gelenlerle Batılıların hesaplarını ve Türkiye’ye yönelik politikalarını sorgulayan bir kuşkuculuğu paylaşıyorlardı.”

        Osmanlı’dan beri süregelen Batılılaşma yöneliminin olur olmaz her şekilde sorgulandığı ve AB’yi siyaseten tanımlayan ilkelerin Türkiye’de ayakbağı sayıldığı bir dönemde, bu ilişkilerin ileriye götürülebilmesi kolay değil. Türk modernleşmesi ve demokrasi arayışları da bu nedenle çok daha zor koşullarda yapılacak.

        Bundan sonrasının her iki tarafa da çok zarar verecek bir şekilde sürmemesi için neler yapılması gerektiğini ise bir sonraki yazıda Nilgün Arısan’ın değerli bir raporu üzerinden yazacağım.

        Diğer Yazılar