Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        CUMA günü Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun bugünkü İsrail hükümetine karşı olduğunu özellikle vurgulayarak yaptığı açıklamalar akabinde Türkiye-İsrail ilişkileri çok farklı bir mecraya girdi. Bu açıklamanın yaptırımlarla ilgili seyrüsefer serbestisine değinen üçüncü maddesi ışığında Türk dış politikasının üslubunda da ciddi bir sertleşme gündeme geldi.

        Türkiye Doğu Akdeniz’de seyrüsefer serbestisi için gerekli gördüğü tüm önlemleri alacağını söylediğinde bunun havada kalan bir laf olmayacağı ya da olmaması gerektiği açıktır. Dolayısıyla gelecek haftadan itibaren Türkiye ile İsrail arasında çatışmalara bile yol açacak bir gelişmeler zincirine tanıklık edebiliriz.

        Türkiye’nin bölgesel güç konumunu teyid eden bu ihtarının bölgenin ve dünyanın geri kalan ülkeleri tarafından da dikkatle değerlendirileceğine şüphe yoktur. Bugüne dek yumuşak gücüyle etki alanını genişletmeye çalışan Ankara askeri gücünü kullanarak BM sistemi içinde elde edemediği bir sonucu almaya çalışıyor gibi görülecektir.

        Türkiye’nin hedeflediği ancak ulaşamadığı sonuç İsrail ablukasının uluslararası hukuka aykırı olduğu görüşünün uluslararası sistemce kabulüdür. Ankara, Mavi Marmara saldırısı yaşandıktan itibaren hayatını kaybeden sekiz vatandaşının (Furkan Doğan ABD vatandaşıydı) hakkını aramaya koyulmuştu. BM İnsan Hakları Konseyi’ni İsrail meşru bulmuyordu. Sonuçta, ABD’nin baskısı ve Genel Sekreter’in çağrısıyla Palmer Komisyonu kuruldu.

        O günlerde bu gelişmeyi özetleyen Deniz Zeyrek’in yazısına göre İsrail böyle bir komisyonu Türkiye’nin ısrarı neticesinde kabullendi. Ancak gene başından beri ABD’yle Türkiye’nin komisyondan beklentisi farklıydı ve Ankara bu şartları kabullenerek Komisyon’a bir üye verdi. Nitekim komisyon raporuna koyduğu şerhe rağmen emekli büyükelçi Özdem Sanberk raporu reddetmiş de değildir. Bu açıdan bakıldığında Türkiye’nin kendisinin talep ettiği, kurulurken üye verdiği ve ABD tarafından çizilen görev çerçevesine itiraz etmediği bir komisyonun raporunu yok sayması herhalde çok tutarlı bir tavır sayılmaz.

        Palmer Komisyonu raporu en kötü anlamıyla eyyamcı bir rapordur. Raporun bazı bölümleri neredeyse İsrail ulusal raporuyla aynı kalemden çıkmış izlenimi vermekte. Türkiye tarafının yaptıklarının analizinde ise niyet okuma, sübjektif değerlendirme, es geçme geçerlidir.

        Raporda Türkiye’nin, ablukanın uluslararası hukuka aykırı olduğu temel savı reddediliyor. Onunla da kalınmıyor İsrail’in bu ablukayı uygulamada baş vuracağı eylemler meşru görülüyor. Ancak ablukanın uygulatılması için sınırın nerede çizileceği hakkında herhangi bir değerlendirme yapılmıyor.

        Bu durumda da son ihtarı yapmadan, baskından önceki daha haff yöntemlere başvurmadan, şafak sökmemişken, İsrail kıyılarından 72 mil uzaklıktaki bir saldırıda kullanılan aşırı güç her ne kadar kınansa da gemide direnişle karşılaşıldığı için meşru müdafaa olarak değerlendirilebiliyor. Rapor, Mavi Marmara‘nın rota değiştirmesi konusunda Türkiye’nin “İsrail ile mutabakata vardık” savıyla, İsrail’in “böyle bir mutabakat yoktu” savı arasında tercih yapamıyor. Bu durumda da çatışmanın önlenmesi için kimin ne gayret gösterdiği konusu havada kalıyor. Özetle İsrail’i aklarken Türkiye’yi rahatsız eden konuları muğlak bırakıyor. Raporun kötü bir rapor olması Türkiye’nin bu diplomatik mücadelede bir yenilgi aldığı gerçeğini ise değiştirmiyor. İsrail hükümeti özür dilememe kararını alarak ipleri koparmayı göze alan bir stratejik karar vermiştir. Türkiye hükümeti de açıkladığı paketle buna benzer şekilde mukabele etmiştir. İki hükümet, ülkelerinin çıkarlarının şiddetle çatıştığı mesajını dünya kamuoyuna iletmiştir. Bölgedeki tüm gelişmeler ışığında bu iki kararın her iki ülkeye de farklı ölçülerde, zaman dilimlerinde ve şekillerde hasar vermesi ihtimali yüksektir.

        Diğer Yazılar