Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        BİR zamanlar Türkiye'nin dış politikasında izlediği çizgiyle içerideki politikası birbirini besliyor ve tamamlıyordu. O zamanlar yetkililer "Özgürlük-güvenlik denkleminde biz özgürlüğe ağırlık veriyoruz" derken kimse gülmüyordu.

        Etraftaki ülkelere ilham kaynağı olma iddiası, Ömer el Beşir gibi katillerin önüne serilen kırmızı halılara, İran'da rejim hileli seçimler ardından isyan edenleri kanla bastırırken sessiz kalınmasına, zindanlarda muhaliflerin inim inim inlediği Suriye'nin devlet başkanı ve latifesi ile akşam yemeği yemelere rağmen, pek sakil kaçmıyordu.

        Üstelik o sıralarda Türkiye kendi iç kavgasında yolun sonuna gelebileceği görüntüsünü de veriyordu. Kürtlerin vatandaşlık hakları konusunda gerçekleşen ilerlemeler Kürt açılımıyla taçlanmış, barışa ve yeni Anayasa'ya yol açılmış gibiydi. Henüz Uludere kâbusu yaşanmamış, ülkenin sicili bu olaydaki örtbas etme çabasıyla tekrar lekelenmemişti.

        Başbakan Irak'a gittiğinde Şii-Sünni ayrımına aldırmayan bir görüntü veriyor, mezhepler üstü duruş sergiliyor, kendi ülkesindeki Alevilere de bir açılım sunuyordu. Henüz muhalefet partisi liderinin kimliği üzerinden mezhep ayrımı zehrini topluma zerketmiyordu.

        Bu nedenle Mısır, Tunus ve Libya gezisinde laiklikten bahsettiğinde dünya dört kulakla kendisini dinliyor, Arap isyanlarının teokratik diktatörlüklere dönmemesi için Türkiye'nin laik ve demokratik kimliğinden medet ummaya başlıyordu.

        O zamanlar 1930'lar Avrupa'sını hatırlatan görüntülerle lidere tapınma kongreleri düzenlenmiyordu. Ulusal lider, giderek artan popülist söylemiyle bir yandan hâkim-i mutlak olma özlemini dillendirip diğer yandan bireylerin hayatının en mahrem alanlarına müdahale etme hakkını kendinde görmüyordu.

        Türk siyaseti toplumun çoğulculuğuyla barışık olmayı öne çıkarıyor, buyurganlık değil mutabakat arayışı dillendiriliyordu. O zamanlar tarihini geleceğinin temeli yapmaya çalışan bir ülkenin dinamizmi öne çıkıyordu. Siyasi mücadelenin iddiası ülkeyi en üstlere demokratik bir ülke olarak taşımaktı. İki yüzyıllık yanılgının/ihanetin düzeltilmesi gibi bir safsata daha doğrusu intikam söylemi ortalara çıkmamıştı.

        Tüm bu olumlu göstergeler Türkiye'nin yalnızca coğrafyası nedeniyle değil toplumsal ve siyasal kimliğiyle de dünyanın en önemli devletlerinden birisi sayılmasına yol açmıştı. Türkiye sentezi Türkiye'nin coğrafyasıyla birleşince bölgesel bir güç, küresel ölçekte de önem verilen bir deneyim sayılmamak için neden yoktu.

        Arap isyanlarının ilk dalgası geçtikten, ABD Irak'tan çekildikten sonra işler değişti. Hiçbir olay da Suriye siyaseti kadar Türkiye'nin güç ve etkisinin sınırlarını, zorlu bir meseleyi afaki söylemler ardına sığınarak kötü yönetmesini faş etmedi.

        El Hule'de gerçekleşen katliamı en sert sözlerle kınamak fazla bir şey ifade etmiyor. Hele sırtınızda Uludere kamburu varken. Türk toplumu yanı başındaki insanlık trajedisi karşısında, hükümetin politikasına inanmadığı ve güvenmediği için sessiz. Bu sessizlik ahlaki bir iflasa da tekabül ediyor. Siyaseten de demokrasisi gerileyen bir ülkenin demokrasi savunuculuğu üzerinden dış politikasını meşrulaştırmaya çalışması inandırıcı olmuyor.

        Türkiye kendi başına bir müdahaleden, haklı olarak kaçınıyor. Ama uluslararası sistemi bir müdahaleye ikna edecek ağırlığı yok. Onca yatırım yaptığı Suriye rejimince istiskal edildi. Bir o kadar yatırım yaptığı Rusya'yı ise kanlı bir rejimin suç ortağı olmaktan vazgeçmeye ikna edemiyor. Rusya duruşunu değiştirmedikçe de Suriye trajedisi bitmeyecektir.

        Evet, Türkiye bu iş sonuca bağlanırken çözümün bir parçası olacaktır. Ancak bu kendi siyasetinin başarısından, dünya Türk demokrasisine saygı duyduğundan değil, coğrafyasının önemi ve NATO'daki üyeliğinden kaynaklanacaktır.

        Aleme nizam verme iddialarının sonucunda varılan yer, eksikli bir demokrasiyle yardımcı aktörlüğe talim etmektir.

        Diğer Yazılar