Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        GEÇENLERDE İstanbul’da yapılan bir konferansta uluslararası alanda tanınmış bir Latin Amerikalı iktisatçı şaşırtıcı bir öngörüde bulundu: “2020 yılında ABD büyüme hızı Çin’inkini geçerse şaşırmayın” dedi. Karşılıklı iddiaya girildi. Artık 2021 yılında haklı olup olmadığını anlarız. Bu beklentinin veya iddianın arkasında yatan en önemli gerekçe Çin’in ekonomik modelinin sürdürülemeyecek olduğuna ilişkin inanç. Aslında dünyadaki hatırı sayılır ekonomilerin hepsinde büyük sorunlar yaşanıyor. Avrupa‘nın sıkıntıları ortada. ABD‘de işsizliğin bir türlü aşağıya çekilememesi Obama’nın yeniden seçilme şansını düşürüyor. Hindistan, Brezilya gibi ülkeler büyüme hızlarının düşüşünü engelleyemiyor. Aslında hemen her yerde ekonomik kriz bir siyasi krizin izdüşümü olarak ortaya çıkıyor. Gelişmiş ülkelerde Soğuk Savaş sırasında hem refah hem demokrasi getiren sistemler krize girmiş durumda. Yerleşik siyasi yapılar son finansalekonomik krizle kristalleşen ekonomiktoplumsal duruma çare bulmakta aciz. Zira bir yandan seçkinler toplumun geri kalan kesimlerinden giderek kopuyorlar. Diğer yandan da klasik siyasi partiler dertlerine derman olamadıkları toplumsal kesimleri nasıl cezbedeceklerini bilemiyor. Bu şekilde bakıldığında 2008 finans krizinin tıpkı 1917, 1945 veya 1989 yıllarında olduğu gibi Avrupa’da yeni bir siyasi kümelenmeye yol açması beklenebilir.

        Hemen tüm Avrupa ülkelerinde sistem içi ya da merkez partilerin aşırı uçlardaki partiler karşısında mevzilerini muhafaza edememelerine tanıklık ediyoruz. Irkçılık veya radikal solculuk, sistem reddi siyaseti tanımlamaya başlıyor. Avrupa Dış Politika Konseyi (European Council on Foreign Policy) yöneticisi Mark Leonard’ın yazdığı gibi, “Avrupa’nın yönetici sınıfları yeni güçlerin iktidara gelmeleri halinde patlayacaklarını umuyorlar ancak bir kez dizginlerinden boşalması halinde yıkıcı bir gücün yok edilmesi neredeyse imkansız olabilir”. Leonard ve onun gibi bu işlere kafa yoranların temel kaygısı demokrasinin taşıyıcısı olan orta sınıfların maddi açıdan gerilemesi, gençlerin gelecek umudunu yitirmesiyle marjinal hareketlerin öne çıkması. Bu şekilde de demokrasilere yönelik taarruzun rejimleri tahrip etmesi. Demokrasilerin ekonomik sorunlara çabuk çözüm bulamamaları, piyasa ekonomilerinde eşitsizliklerin giderek artması dünyada otoriter rejimler ve “devlet kapitalizmi“ sevdasının canlanmasına da yol açmıştı.

        Otuz yıldır aralıksız büyüyen ortalama yüzde onları bulan büyümesi sonucu dünyanın ikinci büyük ekonomisi haline gelen Çin bu arayışların parlak modeliydi. Ancak Çin’de de durumun pek parlak olmadığı giderek artan sayıda skandal ve kötü ekonomik verilerden anlaşılıyor. Orada da sorun siyasi. Çin ekonomisinin bugün geldiği düzeyle siyasi sistemi artık örtüşmüyor. Ancak muazzam eşitsizlikler yaratan, imtiyazlı sınıfları kollayan bu kapalı sistemin de o sistemden beslenenlerce değiştirilmesi zor. Çin kökenli Amerikalı siyaset bilimci Minxin Pei “Çin’de yatırım ve ihracatla sağlanan hızlı büyüme döneminin sona erdiğini” yazıyor. Bir “Çin mucizesi“ yaratan koşullar hızla değişiyor. Modelin yeni duruma göre gözden geçirilmesi, gelirin yüzde 70-80’ini bulan ve hızla yükselen devlet borcunun dizginlenmesi gerekiyor. Ne var ki bunu sağlamak için yapılacak reformların ağır bir maliyeti var ve otoriter rejimlerin çabuk karar verdiği görüntüsüne rağmen Komünist Parti içindeki çekişmeler değişimi engelliyor. Çünkü değişim “yönetici partinin imtiyazlarının çoğundan vazgeçmesi ve bürokrasi, devlet firmaları, yerel yönetimler, haram yiyicilerden oluşan ana destekçilerini rahatsız etmesi anlamına geliyor”. Sonuçta ekonomik krizin asıl çözümü, hemen tüm ülkelerde yeni ekonomiye uygun siyasi sistemlerin oluşturulmasından geçecek.

        Diğer Yazılar