Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        PEK çok ülkede dış politika iç politikada iktidarın kökleşmesi, güçlenmesi için kullanılır. Hele başarılıysa. Bunda şaşılacak bir durum da yoktur. Dış politika başarıları kendi başlarına herhangi bir hükümete düzgün bir demokratik sistemde seçim kazandırmaz ancak işler yolundaysa desteği arttırır.

        1992'deki Amerikan başkanlık seçimlerinde Irak'a karşı savaşı en az zayiatla ve kısa sürede kazandığı için bir yıl önce omuzlarda taşınan baba Bush ekonomi kötü gittiği için kazanamamıştı. Libya'da Kaddafi'nin devrilmesi Sarkozy'nin yeniden seçilmesine yetmedi.

        Dış politikada Türkiye'nin son on yılda hayli aktif olması, dünyanın en netameli bölgeleriyle çevrildiğinden uluslararası ilişkilerin ve krizlerin göbeğinde kendini bulması taze AKP iktidarına da önemli güç pekiştirme fırsatları sunmuştu. 1 Mart tezkeresinin reddi Avrupa'nın bir bölümünde ve Irak Savaşı'na karşı çıkan dünyanın geri kalanında özellikle de Arap dünyasında muazzam prestij getirmişti.

        Daha sonraki yıllarda da Türkiye'nin hayli özerk hareket edebilmesi, inisiyatifler alması, ABD ile ters düşse bile ilişkisindeki yakınlığı koruması ve hiç ihmal edilmeyecek şekilde yaptıklarını hayli cazip bir dil ve kavramsallaştırmayla anlatması ülkenin prestijini artırdı. Ancak unutulmaması gerekir ki bu prestijin artmasını sağlayan unsurlar arasında AB üyelik sürecine bağlı olarak Türkiye'nin sivilleşmesi, demokratikleşmeye meyletmesi, ekonomik açıdan başarılı bir performans sergilemesi de vardı.

        Dünyanın Türkiye'ye bakışını şekillendirende buydu. Batı ittifakı üyesi, laik, demokratik ve kapitalist bir Müslüman ülke olarak ön plana çıkması hele 11 Eylül sonrasında herkesin işine de geliyordu. Türkiye'yi yönetenler açısından mesele ülkenin bu özelliklerinin arasındaki dengeyi doğru kurmaktı. Bu konuda yalpalama olmadıkça, doğru çizgiden sapılmadıkça işler hep Türkiye'nin lehine gidecekti.

        Bu Türkiye sentezinden beklentiler İsrail ile kapışmanın, İran ile gereğinden fazla yakınlaşmanın iktidara dışarıda pek bir maliyet ödetmemesine, içeride ise gücünün katmerlenmesine yol açmıştı. Ancak dış politikanın içeride güç artırmak için kullanılmasının birde karanlık yüzü vardı. İşi azıtır ve dış politikayı iç politikanın bir aracı haline getirirseniz er ya da geç bir bedel ödersiniz.

        Zira iç politika için yaptığınız dış politika hamleleri duygulara hitap eder. Bu durumda da dış politikanın gerektirdiği mesafeli davranışı, soğukkanlı değerlendirmeyi yapamaz hale gelebilirsiniz. En kötüsü içeride bastığınız gaz dışarıyı değerlendirirken hata yapmanıza yol açacak bir yoğunluğa erişebilir. O zaman da size yöneltilen ve konu dış politika olduğu için yapılan iyi niyetli eleştirileri görmezden gelir, yapıcı önerilere kulaklarınızı tıkarsınız.

        Çok kızarsanız da size yönelik eleştirileri "kendini stratejik analiz diye yutturmaya çalışan yeni Oryantalizm" örneği diye karalamaya başlarsınız. Zaten bunu yapmaya başladığınızda yani ikna edemediklerinize kara çalmaya başladığınızda da iş sarpa sarmış demektir. Şakülünüz kaymış, rotadan çıkmışsınızdır. Arap devrimleri sonrasında daha doğrusu Suriye krizinin kısa sürede halledilmeyeceği ortaya çıktıktan sonra Türkiye'nin başına gelen biraz da budur.

        Türk dış politikasına övgü yazılarının yerini şimdi "Türkiye'nin Ortadoğu politikasının çöküşü" başlıklı yazıların alması dış politikadaki hesapsızlığın bir faturasıdır. Hatadan dönmek büyük güçlerin büyüklüğünü gösteren bir tavırdır bir zaaf değildir. Yöneticiler bu gerçeği ne kadar çabuk anlarlarsa selamet o kadar çabuk gelecektir.

        Son olarak da şunu eklemek gerekir. Kendi içinde huzuru, mutabakatı, ortak paydaları tahkim edilmeyen hiçbir ülke dış politikada soluklu bir başarı öyküsü yazamamıştır.

        Diğer Yazılar