Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        BU başlığı, ilk gördüğüm Fassbinder filmi olan “Ali: Korku ruhu kemirir”den ödünç aldım. Gezi direnişinin yıldönümü nedeniyle, ülke nüfusunun yüzde 17’sinin yaşadığı, turistlerin kaynadığı, insanların cumartesi tatillerinin tadını çıkarmak istedikleri, Gezi sırasında ve ardından canlarını kaybedenlerin anısına bir saygı ve sevgi gösterisinde bulunmak istedikleri bir günde İstanbul’un, siyasal iktidarın pek sevmediği bir bölümünde hayata felç aşısı yapıldı. Vatandaşların toplanma özgürlüğü, gösteri özgürlüğü, ifade özgürlüğü fütursuzca çiğnendi.

        Şehrin bir başka ilgi çeken, turist kaynayan, ama siyasal iktidarın da çok sevdiği tarihi köşesinde ise Taksim’de olsa asla bu sayılarda bir araya gelmelerine izin verilmeyecek çoklukta vatandaş sabah namazını Ayasofya önünde kıldı. Akşama doğru da Mavi Marmara’da kaybedilenlerin anısına Sarayburnu’na yürüdüler. Onları itip kakan, kelepçeleyen olmadı. Normal bir demokraside bekleneceği gibi. Muhtemelen Sultanahmet’ten Sarayburnu’na yürüyenlerin aklına kendilerine rahatça sağlanan kolaylığın, daha doğrusu vatandaş olarak kullandıkları haklarının Taksim’dekilerden neden esirgendiği sorusu gelmemişti.

        Dün bir kez daha anladık ki bu ülkenin iktidarına göre vatandaşlar ikiye ayrılır: Makbul olanlar ve olmayanlar. İktidarla aynı görüşü paylaşanlar, onun her türlü baskısına göz yumanlar, Soma’da ya da başka yerlerde ölenler için bir üzüntü/vicdan azabı/sorumluluk duymayanlar, her musibeti kafalarındaki bir başka mihraka fatura ederek kendilerini temize çıkaranlar makbuldür. İktidarın tasarruflarını doğru bulmayan, Çağlar Keyder’in tespitiyle “yaşadıkları kentin neredeyse bir işgal ordusu duyarsızlığı ile altüst edilmesi”ne itiraz eden, seslerini duyurmak isteyenler ise makbul olmak bir yana, neredeyse lanetlidir.

        Bu ayrımın dili bilinçli olarak Türkiye toplumunun farklı katmanları arasına zehri akıttı. Bundan böyle daha uzun süre bu dilin ayırdıklarının birbirlerini anlamaları, ortak paydalar üzerinde buluşmaları çok zor. Bu dil, siyasi iktidara itirazı kültürel kodlarla ve dinsel algılarla çarpıtan, Gezi olaylarından çok ürken, korkan iktidarın sarıldığı ip oldu.

        Bu arada Türkiye’nin uluslararası itibarı yerle yeksan edildi. Şiddet iktidarın düzenini sürdürebilmek için kullandığı yegâne araç haline geldi. Mısır darbesi, yolsuzluk soruşturmaları, bu soruşturmalarla bağlantılı olarak ortalıklara saçılan görüntüler, ses kayıtları siyasal iktidarın savunma güdülerini biledi. Ve kendi kitlesine ağır ve haince bir saldırı karşısında oldukları mesajını vermesini kolaylaştırdı.

        Galip Dalay’ın yazdığı gibi, “muhafazakâr kesimin büyük kısmı, Gezi’deki Erdoğan karşıtlığını sadece Erdoğan’ın şahsına bir itiraz olarak okumadı... Oy verdiği Başbakanı’na yönelik reddiyeyi, Erdoğan’ın temsil ettiği muhafazakâr/ İslami kimlik ile son 10 yılda yaşanan toplumsal dönüşümün reddiyesi olarak algıladı. Yani bu itirazı, aynı zamanda kendisinin kültürel ve siyasal kodları ile iktisadi mobilizasyonuna yönelik bir itiraz olarak değerlendirdi”. Kısacası siyasal iktidar sınıf savaşıyla kültür çatışmasını iyice harmanlayarak toplumun farklı kesimlerinin birbirlerine sağır olmalarını sağladı.

        Ama “suçluların telaşı içine” de girdi. Girmese ülkeyi cendereye çevirmeye kalkmazdı. Korkmasa bu kadar şedit olmazdı. Zayıflığını bilmese bu yıldönümünde zavallı bir kaba güç gösterisine gerek duymazdı.

        Gezi direnişi dünyadaki benzerleri gibi bir kentsel protesto patlamasıydı. Siyasi kanalı veya projesi yoktu. Ama tıpkı onlar gibi ortaya saçtığı bir enerji, ülkenin zihnine ektiği tohumlar oldu. Ne kadar zaman alır bilinmez ama o enerji bir gün yine kendine çıkış yolu bulacak, o tohumlar da yeşerecektir. Ruhlarını korkuya teslim edenlerin gücüyse bunu önlemeye yetmeyecektir.

        Diğer Yazılar