Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        TÜRKIYE’de muhafazakârlık konusu tartışmaya epeyce muhtaç. Öyle iki cümleyle geçiştirilecek bir konu değil elbette. Ancak Cumhurbaşkanlığı adaylığı bağlamında bu kavramı kullanarak yazmak şart olduğundan şimdilik kısa bir yargıyla yetineyim. Kanımca bugünün Türkiye’sinde muhafazakârlık yok.

        Yükselen ve kendisine muhafazakâr diyen dalga kendi kültürel kodlarına bağlı seçkinleri bile tanımayan bir çiğ enerjiyle hareket ediyor. Bu enerji karşısında Türkiye’deki muhafazakâr geleneğin ağır bir saldırı altında inlediğini ve giderek hayli cılız bir savunma gücüne sahip olduğunu düşünüyorum.

        Bugünün muktedirlerinin yaptıklarına baktığımda, görünürdeki dindarlık ve bu dindarlıkta da sadece şekle ait unsurları ön plana çıkarmanın ötesinde bir muhafazakârlığın izlerini göremiyorum. Halbuki dindarlık muhafazakârlığın unsurlarından ancak birisidir, kendisi değildir.

        Bugünün deklare muhafazakârlığı sonunda kendisini yaratan koşulları da dönüştürecek bir değişim motoru gibi hareket ediyor. Her şeyi yıkıyor, yıkmak istiyor. Bu yıkımı meşrulaştırmak için Cumhuriyet’in Batıcı modernleşmesinin gayri meşru olduğunu açıkça veya satır arasında savunuyor. Bu modernleşmenin sembollerine, Taksim Meydanı’na yaptığı gibi saldırıyor.

        Geçen hafta diken.com.tr sitesinde çıkan “Mesele ‘muhafazakâr’ bir Cumhurbaşkanı değil, siz hâlâ anlamadınız mı?” başlıklı yazısında Nuray Mert Türkiye’deki muhafazakârlığın dinle bağlantısını şu şekilde kuruyordu: “Muhafazakâr kalabalıklara yabancı gelen sadece Batılılık, sekülerlik değil, şehirlilikti. Ama şehirlilik zaten aynı zamanda Batılı ve seküler olmaktı. Nereden baksanız yaban bir diyardı. Sınıf atlamak isteyen, kendini dönüştürmek durumundaydı. Bu yoldan giden çok oldu, gidemeyen, gitmek istemeyen de...

        Türkiye’de muhafazakârlık, bu kesimlerin kendine kurduğu muhayyel dünya ve ona tutunarak büyüttüğü isyandır. O muhayyel dünyada, Cumhuriyet’in kültür kodlarının tanımladığı ve üstün tuttuğu ‘seçkin’lik karşısında, din referanslı bir karşı dünya, bir karşı tarih, bir karşı kültür oluştu.”

        Karşı olmak üzerine kurulu bu muhafazakâr evren, kendisini yenileyemediği için tükenen “laik Cumhuriyet”in kurduğu çerçeveyi, referans kümesini, dilini ve mantığını, hatta tarihini reddediyor. 200 yıllık, Batılılaşarak modernleşme deneyimini gücü yetse külliyen yok saymak istiyor. Bunu yaparken de giderek daha güçlü şekilde yeni siyasal referans çerçevesini kuruyor. Siyasetin dilini, toplumsal imgelemi en sığ haliyle dinselleştiriyor. Doğal veya tarihsel değerlere sahip çıkma, bunu lafta değil eylemde gerçekleştirme söz konusu edildiğinde, eldekini muhafaza etme anlamında bir kaygı sergilemiyor.

        Başka türden bir değer üretemediği için, aslında çıplak bir iktidar kavgası ve tükenmeyen bir hıncın mücadelesini verdiği halde bunu bir kültür savaşı olarak sunuyor. Bu savaşı da din üzerinden veriyor. Bu muhafazakâr taarruz, yerleşik yapıyı çözme ve yıkma işini büyük ölçüde başardı. 12 Eylül 2010 referandumuyla sonu gelen askeri vesayet Cumhuriyeti’nin yerine şimdi kendi imgelemindeki yeni Cumhuriyet’i kurmaya çalışıyor.

        O anlamda, Mücahit Bilici’nin, bir sonraki yazıda irdeleyeceğim tanımlamasıyla “Dindar Cumhuriyet”in, aslen de Müslüman bir Cumhuriyet’in çatısını çatıyor. Yegâne ortak referans olarak Sünni dinsel değerleri benimsiyor. Kıyasıya mücadele ettiği laik seçkinler kadar dışlayıcı oluyor. Ne var ki bu Müslüman Cumhuriyet’e özgün ve kapsayıcı bir içerik vermeye de donanımı ve insan sermayesi yetmiyor. Yaratıcılığı tükendikçe otoriterleşiyor.

        CHP’nin Profesör Ekmeleddin Ihsanoğlu’nu Cumhurbaşkanlığı’na aday göstermesi bir bakıma Müslüman Cumhuriyet’in kurulmakta olduğunun kabulüdür. Ama bu hamle, CHP’nin yeni Cumhuriyet’te bugünkü muhafazakârların asla beceremeyeceği bir demokratik sentez arayışına açılmaya başladığının işareti de sayılabilir.

        Diğer Yazılar