Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        12 Eylül 2010 yılındaki referandumla başlayan bir yeni Cumhuriyet kurma projesinde dördüncü merhale geride kaldı. Başbakan Erdoğan hayli eşitsiz koşullarda gerçekleşen, adil olduğu da söylenemeyecek bir seçimde ilk turda hedeflediği makama ulaştı. Başbakan Erdoğan’ın en zor şartlarda girip kazandığı yerel seçimlerdekinden daha yüksek sayıda oy, düşük katılıma rağmen kazandığı bu başarı pek çok bakımdan bir dönüm noktasıdır. Muhtemelen erkene alınacak genel seçimler sonucunda ortaya çıkacak duruma göre Türkiye ister hukuken ister fiilen başkanlık veya yarı başkanlık sistemine doğru ilerleyecektir.

        Başbakan Erdoğan’ın aldığı yüzde 51.8, kanımca defalarca dile getirdiği köklü dönüşümü taşımaya yetecek bir oy oranı değil. Zira hedeflenen dönüşüm yalnızca Türkiye demokrasisinin parlamenter sistemden başkanlık sistemine geçmesiyle sınırlı sayılamaz. Bunun ötesinde kökleri 19. yüzyılın başlarına uzanan Batılı modernleşme projesinin parametrelerinden uzaklaşma, bu projenin temel değerleri ve ilkeleriyle araya mesafe koymayı da içermektedir.

        Dönüşümün bu denli köklü olması halinde Adalet ve Kalkınma Partisi’nin projesine sıcak bakmayan toplum kesimlerinde direniş de daha keskinleşecek, meşruiyet sorunları siyasal istikrarsızlık üretecek boyutlara gelebilecektir. Erdoğan bu duruma rağmen kafasındaki projeyi gerçekleştirmeyi sonuna kadar denemeye karar verdi. Abdullah Gül’ün partinin başına geçme ümitlerine ket vuracak parti kongresi hamlesi bu iradeyi ortaya çıkarmıştır.

        Seçilmiş Cumhurbaşkanı’na bu güveni veren herhalde bir boyutuyla parti içindeki hoşnutsuzları, muhalefet nüvelerini hizaya getirebileceğinden emin olmasıdır. Ama kanımca, seçim akşamı sezilebilen ilk şaşkınlıktan sonra bu güveni perçinleyen en belirleyici unsur, son merhale olan genel seçimlerde muhalefetin bir kez daha nal toplayacağından emin olmasıdır.

        Muhalefet partileri ve özellikle de anamuhalefet, Başbakan Erdoğan’ın son derece yaralı girdiği yerel seçimlerde dahi topluma bir gelecek projesi sunmayı becerememişti. Parti örgütü pek çok yerde zaten var olmadığı gibi, pek çok örnekte yönetimin adaylarını desteklemek için yüksek bir çaba göstermedi. Çok kişilikli bu partinin ne yönetimi ne de teşkilatı, iktidarı elde etmek için gerekli siyasal ve örgütsel enerjiyi üretemedi.

        Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de iki muhalefet partisi “Saldım çayıra Mevlam kayıra” felsefesiyle alana çıkardıkları saygıdeğer ve şartlara göre son derece başarılı sayılması gereken bir adayın arkasında durmayarak ciddiyetsizliklerini göstermiş oldular. Bana göre yanlış bir karar olan ortak aday gösterme tercihinin gerektirdiği zihinsel, örgütsel, iletişimle alakalı hiçbir hazırlıkları olmadan seçmenlerinden oy talep ettiler.

        Kendi seçmenlerinin eğilimlerine dikkat etmedikleri gibi, kararı izah edecek asgari çabayı da göstermediler. Mali imkânlarını kullanmadılar. Hepsinden önemlisi bu Cumhurbaşkanlığı seçiminin başkanlık sisteminin önünü açmasının Türkiye’deki siyasetin gidişatı açısından ne derin bir olumsuz anlam içerdiğini anlatamadılar. Muhtemeldir ki kendileri de tam idrak edemediler.

        Bu tercihin toplumsal hayatın gelecekteki yapısı, hâkim değerleri, belirleyici kurumları ve ilkeleri üzerindeki etkilerinin neler olabileceğini tartışmaya açmadılar. Bir gelecek tasavvurları olmadığını da tekrar kanıtlamış oldular. Böyle bir ihtiyacın toplumda var olduğunu kanıtlayan, çok başarılı Selahattin Demirtaş kampanyasından bile ilham ya da ders alamadılar.

        Bu durumda seçimlerin mutlak mağlubu sayılması gereken muhalefet partileri yönetimleri kendi beka dertlerine düşecektir. Anamuhalefet beklendiği gibi sayısını artık kimsenin bilemediği olağanüstü kurultaylarından birisini yapacak, iç bölünmeleri derinleşecek, seçimlere mecalsiz halde girecektir. Böyle bir ortamda Başbakan Erdoğan’ın yetersiz desteğe rağmen projesinde ısrar etmesini engelleyecek örgütlü güç yoktur

        Diğer Yazılar