Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        BUGÜN 17 Ağustos depreminin 15. yıldönümü. Gölcük ve kasım ayındaki Düzce depremleri; Türkiye’nin canına okuyan, hukuksuzluğun alıp başını gittiği, devletin kendisinin neredeyse bir çeteye dönüştüğü, iktidar ilişkileri değişmesin diye her türlü yola başvurulan o bela 1990’ların sonunda gerçekleşti.

        Deprem karşısında devletin aldığı tavır, yerleşik düzenin iflas ettiğinin en açık kanıtlarından birisiydi. Toplum, korkudan ve devlete duyduğu öfkeden dolayı inisiyatifi ele almak konusunda bir atılım yapmaya çalıştı. Başarılı olamadı. Ne hazindir ki bu ilk depremde kaç kişinin öldüğünü bile tam olarak öğrenemedik.

        Kendi kifayetsizliği ortaya çıkmasın diye yabancılara ve gönüllü örgütlenmelere engel çıkaracak kadar basiretsiz bir bürokrasi, pilli radyodan haber almaya çalışan bir Cumhurbaşkanı, ancak televizyon aracılığıyla Ankara’ya emir yetiştirmeye çalışan bir Başbakan görüntüsü devlet açısından her şeyi özetliyordu. Daha sonraları ordu içindeki iktidar çekişmelerinin de Silahlı Kuvvetler’in duruma nasıl, ne şekilde ve ne sürede müdahale ettiğinde bir payı olduğunu öğrenecektik.

        Aradan geçen 15 yılda günah keçisi seçilen bir orta sıklet müteahhidin dışında kimse bir toplu cinayet davası gibi görülmesi gereken deprem dosyasından dolayı cezaya uğramadı sayılır. Düzen; ilk büyük tepkiler, inanılmaz bir heyecanla çalışan vatandaş hareketleri, sivil toplumu keşfetmenin hazzıyla gece-gündüz çalışanlar karşısında kısa bir süre pıstıktan sonra yeniden ayağa kalktı.

        Patronaj odaklı Türkiye siyaseti kısa sürede müteahhit-parti-yerel/ulusal siyaset çarklarını güzelce çalıştırmaya; ilk heyecan ve daha da önemlisi korku geçtikten sonra sonuna kadar peşinden koşturmaya ahdedilen davalar tavsamaya başladı.

        Depremin 15’inci yılında bile, başlarda alınması gerektiği söylenen tedbirlerin birçoğunun alınmadığının, kent istilasının ve rant üretme düzenine bağlı olarak hem yağmanın hem de olmadık yerlerde olmadık inşaatların yapıldığının tanığıyız. Belki buna şaşmamak gerekir. Benim aklımda kalan depremden iki gün sonra, millet parklarda sokaklarda geceleyip yatarken Şişli’de bir vatandaşın fırsat bu fırsat deyip evine ek kat çıkmaya çalışırken geçirdiği kazaydı.

        Sonuçta, “kaderde varsa olur” felsefesiyle para hırsı birleştiğinde deprem korkusunun hükmü, hele zengin olmaktan başka derdi bulunmayanlara, pek geçmiyordu.

        “Artık hiçbir şey eskisi gibi olamayacak” tekerlemesini o yıllarda deprem nedeniyle ikinci kez dilimize dolamıştık. Birinci neden Susurluk kazasıyla ortaya çıkan devlet içindeki çeteleşme, illegal eylemler, faili meçhul cinayetler ve insanın dudağını uçuklatacak karanlık ilişkiler ağıydı. Geriye dönüp baktığımızda özellikle yaşam alanlarının devlet koordinasyonunda rant hırsından korunmasında derin bir başarısızlıkla karşı karşıyayız. HES örnekleri, köprü çevre yolu, havaalanı ve her yerdeki kentsel dönüşüm örnekleri önümüzde.

        Cumhuriyet’in eskisinde de yenisinde de, her düzeyde yönetim, kanunlardan, yönetmeliklerden, denetleyici kurumlardan, uluslararası standartlardaki çevreyi koruma, şehrin dengesine saygı duyma ilkelerinden rahatsızlık duyduğundan hayatımızı belli ki piyango mantığıyla yaşamayı sürdüreceğiz. Ta ki toplum hukukun üstünlüğünün kendisi açısından bir hayat memat meselesi olduğunu kavrayana kadar.

        15 yıl önce depremle yatıp depremle kalkarken, başta rahmetli Ahmet Mete Işıkara, tüm uzmanlar ve uzman taklidi yapanlar 30 yıl içinde bir büyük depremin daha yaşanacağını söylüyorlardı. Toplumu uyararak alınması gereken tedbirleri sıralıyorlardı. 30’un 15’i gitti. Bakalım piyango ne zaman ve kimlere vuracak

        Diğer Yazılar